Spor Haberleri
Köşe Yazıları
21 Temmuz 2012 Cumartesi
18 Temmuz 2012 Çarşamba
29 Şubat 2012 Çarşamba
Ölüme Yalpalayanlar
Sabah erken
kalktı. Tıraşını oldu. Saçlarını özenle arkaya tarayıp adeta yapıştırdı kafa
derisine. Bunu yaparken de seyrelmeye başlamış saçlarının altından kafa
derisinin görünmemesine gayret gösterdi. Saçları seyrelmeye başladığından beri,
bu “kafa derisi takıntısı” onu fazlasıyla zorlamaktaydı. “Hepsi dökülünce ne
yapacağım?” diye geçirdi aklından bir an. Sonra düşünmesi gereken daha önemli
bir şey olduğunu fark etti. Bugün geçen haftadan bu yana planladığı bir işi
gerçekleştirmeliydi. Geçen hafta aldığı bu işi, iki gün içinde ‘teslim’
etmeliydi. Ve ilke olarak da en geç bir gün önce bitirirdi işini.
O bir kiralık
katildi.
Bu iş onun son
işi olacaktı. Bunu bir jübile olarak düşünüyordu. Dünyanın en keskin nişancısı,
en iyi gizlenen ve asla yakalanmayan kiralık katili olsa da hayatının bundan
sonraki kısmını, buralardan çok uzakta bir ülkenin sahil kasabasında, sakin,
huzurlu bir şekilde geçirmeyi, dinlenmeyi, düzenli bir hayat kurmayı, âşık
olmayı hak ediyordu. Evet, her şeye rağmen… Bir katil olmayı ve bu suçtan para
kazanmayı seçmişti yıllar önce. Seçmiş miydi? Babası o daha küçük bir çocukken
annesini döverek öldürmüştü. O sırada bacaklarına yapışan kız kardeşini de
tutup yere fırlatmış, kız kardeşinin felç olmasına neden olmuştu. Bütün bunlar
olurken o korkudan kanepe altına saklanmış, o kısacık aralıktan olanları
görmeye çalışmıştı. Korkmuştu. Kız kardeşi kadar cesur olsaydı, belki annesi
hayatta olacaktı. Kız kardeşi de… Felç olan kız iki sene sonra geçirdiği bir
kalp hastalığı sonucu yaşamını kaybetmişti. Annesi… Ne kadar güzeldi… Ve canı,
kardeşi… Ne kadar tatlıydı…
Onu dayısı
yanına aldı olanlardan sonra. Ama o kısa bir süre içinde evden kaçarak
sokaklarda büyümeyi tercih etti. İlk cinayetini bir cep harçlığı karşılığı on
beş yaşındayken işledi. Ve bir süre sonra fiyatını yükseltmiş ve ufak bir
servete kavuşmuştu. Hiç yakalanmadı. Şehrin karanlık suç örgütlerinin ve elini
kana bulamak istemeyen zengin iş adamlarının gözdesi haline gelmişti. Adeta bir
‘ölüm meleği’ haline gelmişti. İşleri kabul ederken bir ilkesi daha vardı. O da
kadınlara ve çocuklara dokunmamak… O yüzden tüm kurbanları erkekti.
Mesleğini
sorgulamayı bırakalı uzun yıllar olmuştu. Vicdan muhasebesini bırakalı da… Peki,
bu kadar rahatlamayı nasıl başarmıştı? Kim rahattı peki? Şirketlerin yüksek
maaşlı çalışanları mı? Silah üreten fabrikaların işçileri mi? İnsanları tüketim
çılgınlığıyla paralar kazananlar mı? İşte bir kiralık katil olarak o da en az
onlar kadar rahattı. Eğer bir silahınız varsa, gönül rızasıyla hayatlarını
tüketen insanların olduğu bu dünyada mutlaka o silahı ateşlersiniz. Hatta
defalarca… Bir dakika, bir dakika…
Sadece kendini kandırıyordu. Elindeki kanı bu avuntuyla temizleyemezdi. Kendini
kandırsa da asla pişman olmazdı. Garip bir paradokstu bu.
Ömürlerin
tüketildiği bir dünyaydı burası. Geçenlerde bir gün içerisinde gördüğü ve
duyduğu ölümleri hatırlıyordu evden çıkmak için son hazırlıkları yaparken.
Arabasıyla sokakları dolaşırken, yol kenarında bir sarhoş görmüştü. Şişesindeki
son yudum şarabı, son bir güçle kafasına diken, sonra da biten şaraba lanet
edip, bol salyalı bir küfürle şişeyi caddeye fırlatan adamı izlemişti. Adam
ölmekteydi. Katili kimdi? Sessizce ölen bu adamı kim öldürüyordu; kendisi mi?
Dün köprüden atlayan genç adamın ve bu sabah üçüncü sayfa kahramanı intihar
kurbanlarının katili? “Yoksa ben miyim?” diye düşündü adam. Kendini her
cinayetin katil zanlısı olarak gördüğü, vicdan muhasebesi dakikalarıydı. Ancak
kendi öldürdüklerine karşı duymazdı bunu. Peki, kendini suçlu hissederken neden
sorumlu olduğu ölümleri düşünmezdi? Bilemedi. Bilemeyecekti.
Hazırlanması
bitmişti. Çantasını bir kez daha kontrol etti. Silahını, yedek şarjörlerini
yokladı. Öldüreceği adamın gizli çekilmiş fotoğrafına bir kez daha baktı. Bir
hafta içinde onu takip ederek yeterince tanımıştı. Yine de fotoğrafın yanında
durmasını tercih etti. Daha da önemlisi yine bir başka ilke olarak,
müşterilerinden talep ettiği mektubu kontrol etti. Zarfı kapalıydı. Cinayetten
sonra açacaktı. Cinayet öncesi öldürme sebebinin ne olduğunu bilmemeyi tercih
ediyordu. Kim bilir, belki de vicdanının devreye girmesinden korkardı.
Sebebinin bir önemi yoktu öldürmesinin. Kurbanın bir erkek olması yeterliydi.
Böyle bir mektup talep etmesi de tamamen koleksiyon amaçlıydı.
Yola çıkmak
için hazırdı. Dışarı çıktı. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırmadan önce son bir
kez yüzüne bakmak için dikiz aynasına uzattı kafasını. Saçlarını kontrol etti.
Derisi gözükmüyordu. Hafifçe gülümsedi. Kahverengi gözlerindeki ışığı sönmüş
ifadeye takıldı bir süre. Göz çevresindeki hafif kırışıklıklara ve yüzünün
düzgün tıraşına… Bu gözlerle güzel bir kadına doyasıya bakmamış olmanın verdiği
hüznü yokladı içinde. Kısa sürdü ve kendine geldi. Arabayı çalıştırıp yola
koyuldu.
Kurbanın kim
olduğunu, nerede oturduğunu ve günün hangi saatinde, nerelerde dolaştığını kısa
takiplerle daha önce tespit etmişti. Kurban bu anlamda kolay lokmaydı. Çünkü
her gün belli saatlerde, belli yerlerde olurdu. İşi gücü yok muydu bu adamın?
Öğleden sonra
saat üçte işini bitirmeyi planlıyordu. Ama yine de erken gidecekti. Saat
konusunda bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Kurban saat iki sularında
Taksim’de Gezi Parkı’ndaki çay bahçesinde oturur etrafı seyrederdi. Güzel
kadınları süzer, göz göze geldiğine gülümser, kimine göz kırpar ve hatta onlara
yaklaşmaya çalışırdı. Çapkındı anlaşılan. Bekâr da olmalıydı. Burada oturduktan
bir süre sonra kalkar, gazete bayiinden gazetesini alır, meydana doğru yürürdü.
Orada bekleşen genç kızları görebilecek bir nokta bulup oturur, gazete okurken
arada onlara bakışlar atardı. Yine böyle bir rutin gün olacaktı onun için bugün
de. Ama bir dahaki günleri yaşayamayacaktı.
Trafiği de göz
önünde bulundurarak erken çıktığına memnun oldu. Çünkü bir kaza sonucu en az
yarım saat boyunca her gün o saatte akıcı olan bir yolda bir konvoyun arasında
kalmıştı. Kazada yaralananlar ve belki de ölenler, ambulanslara bindirildi. Ve
bir süre sonra yol tekrar trafiğe açıldı. Kaza yerine baktı geçerken. Ve
yerlerdeki taze kan birikintilerini fark etti. Hiç yabancı olmadığı kanlı
görüntüler, onu bu sefer rahatsız etmişti. Dolmabahçe’den Taksim yoluna doğru
döndüğünde kaldırım kenarında bir adamın bir kadını dövdüğünü gördü.
Kaldırımdan geçen herkes son hızla oradan uzaklaşıyordu. Bir kurşun da ona
sıkmak istedi. Duraksadı. Sonra işini hatırlayıp beyninden ateş fışkırtarak
tekrar hızını arttırdı. “Keşke bu adam olsa bugünkü kurbanım” diye mırıldandı.
Sonunda
otoparka varmıştı. Arabasını kolay çıkabileceği bir yere park edip arabadan
indi. Yolda gördüğü acıları düşündü. Bugün biraz daha kinliydi her şeye. Gezi
Parkı’na doğru yürüdü. Çay bahçesine geçti. İşte, adamı oradaydı. Yine insan
trafiğinin kıyısına oturmuş, etrafı izliyordu. Bakışları rahatsız ediciydi.
Katil hiçbir şeyden habersiz orada günün tadını çıkaran adama kısa bir acıma
hissetti. Ama sonra bu acıma duygusundan nefrete doğru hızlı bir geçiş yaptı.
Güneşli bir hava vardı bugün. Yakıcı… Ama sert bir rüzgârla bu yakıcılık çok
hissedilmiyordu. Rüzgâr kurbanın kulağına o gün öleceğini fısıldıyordu. Adam
tınmıyordu bile.
Katil de tıpkı
müstakbel kurbanı gibi etraftaki güzel kadınların varlığını fark etmişti. Ama
bakamıyordu. Bir kadının gözlerine uzun uzun bakmak onun için hep zor olmuştu
zaten. İçine bir acı çöktü. Saatine baktığında iki buçuğu biraz geçmekte
olduğunu fark edince tekrar işine odaklanmaya başladı. “Ölmek ne kolay” diye
düşündü bir an. Sessizce geliyordu ölüm. Hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın
bir sokakta, hiç ummadığın ve hatta tanımadığın birinin namlusunda olabiliyordu
ölümün. Tıpkı bu adam gibi, belki de dünyada on binlerce insan farkında olmadan
ölümü bekliyordu. “Hepsine yetişemem” diye düşündü ve belli belirsiz gülümsedi.
Tekrar saatini kontrol etti. Zaman geliyordu.
Tahmin ettiği
gibi adam, gazete bayiinden asla okumadığı halde gazetesini aldı. Meydana doğru
yürüdü. Işıklarda beklemeden pek çok İstanbullu gibi yola atlayıp karşıya
geçti. Katil endişelendi. Onun bir arabanın altında kalmasından korktu. Ne
garipti! Öyle, ama kurban son dakikasına kadar onun sorumluluğundaydı. Sessizce
arkasından yürümüştü katil. Ama o ışıklarda beklemeyi tercih etmişti. Adam
meydan da kalabalık ve gölge bir kenara çöktü. Pek çok insan oradaydı ve
birilerini bekliyordu. Kimi de bekliyormuş gibi yapıyor olabilirdi. Bazısının
elinde çiçekler vardı. Kimisi kulaklarında kocaman kulaklıklarla hafif
sallanarak müzik dinliyordu. Kimileri de havadan sudan birbiriyle konuşuyordu.
Bir iki sarhoş adam da ortalıkta yarı ölü bir şekilde dolaşıyordu. Anneler,
babalar, çocuklar keyifli ve sakin yürüyordu meydanda. Katil de şimdi o
meydandaydı.
Kaç kişinin
bir amacı vardı bu şehirde? Kaç kişi mutluydu? Belli değildi bu. Tüm
istatistikler, herkesi mutlu ilan etse de bu mutluluklar bir şaşkınlığın, belki
de bir boşlukta salınmanın ürünüydü. Peki, katilin mi amacı daha değerliydi?
Katil bunları düşünürken yakaladı kendini. Saatine baktı. Biri için hayatın son
bulmasına aşağı yukarı on dakika kalmıştı. Sakin bir köşe buldu. Güneş
gözlüğünü çıkarıp, onun yerine kablosuz dürbün ve nişan alma cihazı olarak
kullandığı gözlüğü taktı. Dışarıdan bakıldığında bu şık bir güneş gözlüğünden
farksızdı. Kalabalıklar içinde çalışması gerektiğinde bunu kullanırdı. Oysa
kalabalıklarda çalışmaya genellikle çekinirdi. Müşterisinin özel talebiydi bu.
Herkesin olduğu yerde, herkesin gözleri önünde can vermeliydi ölmesi gereken
adam. Müşterisi de oralarda bir yerlerde olacak ve olan biten izleyecekti. Ve
şu an otellerden birinin üst katında bir yerlerde ‘manzarası iyi’ bir yer
seçmiş olmalıydı. Peki, bu şekilde ölmesini ve gözleri önünde can vermesini
isteyecek kadar, ne yapmış olabilirdi adam? Bunu işini bitirdikten sonra
açacağı zarftakileri okurken öğrenecekti. Ve buna sadece iki dakika kalmıştı.
Gözlüklerine
gelen görüntüyü netleştirdi. Silah, koluna taktığı spor görünümlü çantasının
üst kısmında özel bir bölmede ileriye nişan almış şekilde bekliyordu. Mermileri
şarjöre vermeden önce kablosuz kumandanın çalışıp çalışmadığını kontrol etti
son defa. Çalışıyordu. Şarjörü kimse görmeyecek şekilde doldurdu. Henüz
elindeki teknoloji bunu otomatik olarak yapamıyordu. Belindeki yedek silahını
da kontrol etti. Artık her şey hazırdı. Adamı çok net görüyordu. Tetiği çekecek
kumandanın düğmesine bastı. Susturucu iyi çalışmıştı. Ancak hedefin önüne üç
yaşlarında bir kız çocuğu geçmişti. O sırada fark etmediği şey, adamın küçük
bir kız çocuğunu yanına çağırıp onu sevmek istemesiydi. Her şey birkaç saniye
içinde oldu. Küçük kız hedefin önüne geçmiş, farkında olmadan adamın önüne
siper olmuştu. Kız yerde yatıyordu. Ve olanları dehşet içinde izlemekteydi
katil. Zavallı küçük kızın annesi de oraya koşmuş, kızının başında feryat
etmekteydi. Bir mermi daha sıkmalıydı. Bu adam ölmeliydi artık. Adam annenin
yanında kızı yerden kaldırmaya çalışırken katil bir an sendeledi. Ve ikinci
kurşun da anneye isabet etti. Bu sefer kurban silahın nerden ateşlendiğini fark
etmişti. Katil hayatında ilk defa panikledi. Adamla göz göze geldi. Ona doğru
koşmakta olduğunu gördü. Belindeki silahı çıkardı. Çantası kolundan düşmüş,
çantadaki silah şarjörde kalan son üç mermiyi kendi kendine ateşlemiş, iki
kişiyi ayaklarından yaralamıştı. Katil elindeki silahı kontrolsüzce ateşlerken
birkaç kişinin de ölmesine neden oldu. Bunlardan biri burun buruna geldikleri
kurbanı oldu.
İnsanlar
panikle etrafta koşturuyordu. Kimileri çığlık atıyor, kimileriyse yerde yaralı
yatan insanları kaldırmaya çalışıyordu. Kalabalık bir polis ekibi olay yerine
geldi. O sırada katil yerdeki açılıp içindekilerin yere saçıldığı çantasının
dışına düşmüş mektubu açtı. Kısa bir nottu: “Kızıma tecavüz eden adam o. Tahrik
indirimi denen bir saçmalıkla yatması gerekenden çok az yattı. Kızım onun
yüzünden intihar etti. O bu meydanda, herkesin içinde ölmeli”
Garip bir
paradokstu. Bir tecavüz suçlusu, şu an bir kahraman olarak ölmüştü. Katil ise
pek çok insanın, o annenin ve o küçük kızın ölümüne neden olmuştu. Annesini ve
kız kardeşini düşündü. Onları, öldürdüğü anne ve kızın yerinde hayal etti
birden. Polisler etrafını sarmak üzereydi. Katil silahı şakağına dayadı.
25 Şubat 2012 Cumartesi
Yalnız Adam
Sessizce
başlıyor yine her günkü gibi hayat. Belki de sadece benim için sessiz… Her
geçen gün, daha da yalnızlaştığımı hissediyorum. Hep yalnızdım pratikte
aslında. Yani etrafında hiçbir zaman insan olmadı. Hatta kalabalık sokaklarda
yürürken bile kimse benim etrafımda değildir. Ben onların etrafındaymışım gibi
hissederim. Yürür, giderim. Her yüze bakarım da bu bakışlarım karşılık almaz.
Çalıştığım işlerde ise, bir işe girerken, bir de kovulurken fark edilirdim.
Becerebileceğime inandığım hiçbir şey yoktur. Çocukluğumdan beri hep kendimi
dışladım her şeyden, herkesten… Aslında ben yapmasaydım onlar yapacaktı. Basit
bir savunmaydı benimki.
İşte her geçen
günü bir diğerinden ayırabilecek, herhangi bir özellik hiçbir zaman olmadı. Hatta
her geçen gün diğerini arar oldum. Ne kadar klişe olsa da bazı sözler, durumu
anlatabilmek için yeterli oluyor. Evet, ben yalnız ve başarısız bir adamım.
Ancak
yalnızlığımı şu sıralar ortadan kaldıran biriyle tanıştım geçen hafta. Bir
haftadır her gün buluşup sokak sokak dolaşıp bana iş arıyoruz. Görüştüğümüz
yerlerde bir tek onla konuşuyorlar. Bu biraz beni üzüyor. Ama o hep dikkat
çekici, başarılı ve kendine güvenen bir duruşa sahip ne de olsa. Tıpkı benim de
olmayı istediğim gibi… İş görüşmeleri yapmadığımız zamanlarda ise oturup
saatlerce konuşuyoruz. Benim söylediklerimin hep zıttı olan şeyler söyleyip
sürekli sözümü kesse de onu tanıdığım için çok memnunum. Bir haftadır her sabah
beni oturduğum dairenin apartman kapısında karşılıyor. Sarmaş dolaş yola
çıkıyoruz. Bir iki gün içinde mahallenin tüm sakinlerini tanımış. Herkese selam
veriyor. İlk seferden beri selam verip hal hatır soruyor. Önce herkesin
şaşkınlıkla karşıladığı bu yakınlık, ikinci günden sonra alışıldık bir rutine
dönüşmeye, dört yıldır oturduğum mahallede, insanlar beni değil onu
selamlamaya, onunla sohbet etmeye başlamıştı. Hiç kıskançlık duymadım. Zaten
fark edilmiyor oluşum ek olarak, bir de yanımdaki arkadaşımın ilgi odağı olma
konusunda bana tercih edilmesine hiç de yerinmiyordum. Mahallenin en güzel
kadını olan Sema’yla bu kısa sürede tanışmayı başarması ve hatta işleri yoluna
koyunca bir yemek sözü alması da ayrı bir şaşkınlık sebebiydi. Sokaktan
ayrılana kadar herkesle durup konuşan bu adam, bunu nasıl başardığını bana saatlerce
anlatırdı sonra. Onun bu başarısına hayranlıkla bakardım.
Bir haftadır
her gün benimle zaman geçirmesi ve her sabah ben çıkarken hiç de
haberleşmememize rağmen beni tam saatinde kapıda bekliyor olması onun ya işsiz
ya da çok zengin biri olduğunun göstergesiydi. Ancak zengin olduğuna dair başka
bir ibare de yoktu. Bütün harcamaları ben karşılardım. En son kovulduğum işten
aldığım tazminatla yaşamaktaydım ve bir an önce iş bulmazsam bir ay içinde beş
parasız kalacaktım. Buna rağmen bana hiç de fazla gelmiyordu bu dostun masrafı.
Ayrıca benimle bana iş bulmak için saatlerce yürürdü. Ve hiç de yorulmazdı.
Şikâyet etmezdi. Benim dinlenme taleplerime karşı çıkardı. “Daha çalacak çok
kapımız var.” derdi.
İşte bu sabah
yine buluşacaktık. Birkaç iş görüşmesi yapıp bir yerlerde oturacaktık. Tavla
oynayıp havadan sudan konuşacaktık. Ve bana yine hayat dersleri verecekti. Onu
can kulağıyla dinleyip söylediklerini hayatıma nasıl uygulayacağımı
düşünecektim. O, başka insanlarla tanışacak, masalarına oturacaktı. Bense bunu
nasıl başardığını anlamak için uzaktan onun izleyecektim. Beni tavla oynamak
için soktuğu kafeteryalarda tavlayı benimle değil yine bir başkasıyla
oynayacaktı her zamanki gibi. Buna biraz bozulacaktım. Ama hayranlığım hep
baskın çıkacaktı. Kimse de bir erkeğin başka bir erkekle bu kadar samimiyetini
ve bu erkeğe benim bu kadar hayranlıkla bakışımı fark etmeyecekti neyse ki.
Zaten bu hayranlık cinsiyet kavramından bağımsız bir hayranlıktı.
Apartmandan
çıktım. Yine tüm samimiyetiyle gülümseyerek karşıladı beni. Hiçbir şey
söylemeden sağ tarafıma geçip kolunu sol omzuma kadar doladı. Bu içtenlik ve
yakınlık içimi rahatlatıyordu. Yine herkesi selamladı. Çoğuyla durup sohbet
etti. Yine Sema’yla karşılaştık tabii ki. Ona yemek davetini hatırlattı. Gün konusunda
kararsızlıklarını dile getirdiler. Ve ben Sema’nın onun gözlerine benim
hayranlığımdan fazlasıyla baktığını fark ettim. Tekrar yola koyulduk. İki iş
görüşmesine gidecektik. Her ikisi için de dün bana zorla aldırmıştı
randevuları. “Ara da yarın gidelim” demişti. Arayıp randevu almıştım.
Bir otobüs
yolculuğundan sonra görüşmelerden birini gerçekleştirmek üzere bir iş yerinin
kapısından içeri girdik. Asansördeydik artık.
“Kravatını
düzelt. Ve rahat ol. Kendini kasma. Özgüvenini sakın yitirme. Konuşurken
insanların gözünün içine bak.”
Bana bu
öğütleri veriyordu, ama içerde yine hep kendisi konuşacaktı. Yine tüm ilgiyi
üzerine toplayacaktı. Sanki kendine iş bulmak için beni alet ediyordu. “Bakın,
böylesi de var.” diyebilmek için mi getiriyordu beni yanında? Bir dakika, bir
dakika… Öyle olsa randevuları bana aldırmazdı herhalde. Vesvese yapıyordum
yine. Dediği gibi rahat olmalıydım. Ve ona karşı bu saçma düşüncelerden
kurtulmalıydım.
Görüşme için
toplantı salonuna alındık. Sekreter kız beni fark etmemişti bile. Yine de
arkadaşımın hemen yanında içeri girdim. Çok geçmeden büyük ihtimalle firmanın
insan kaynakları uzmanı ya da sorumlusu olan genç bir kadın girdi içeri. Resmi
görünüyordu. Sadece arkadaşımla tokalaştı, beniyse başıyla belli belirsiz selamlamakla
yetindi.
Standart bir
iş görüşmesi oluyordu. Ama yine ben konuşamadım. Hep o konuştu. Kadını
etkiledi. İş için ne kadar uygun olduğunu hissettirdi. Ona içten içe kızmaya
devam ettim ben de. Kadının yüzünde, her sorusuna aldığı cevaptan sonra ufak tebessümler
oluşuyordu. Sesindeki resmiyet samimiyete dönüşmeye de başlamıştı. Arada
gülüyorlardı. Ben yokmuşum gibi… Oradan çıkmak istedim. Ama yapamadım. Belli ki
bana bir şey öğretmeye çalışıyordu. Ancak benim bu işe ya da bu olmazsa başka
işlere çok ihtiyacım vardı. Bana bir şey öğretmek için bunları neden feda
ediyordu? Hatta mahallemdeki insanlarla iyi geçinerek beni daha da
yalnızlaştırdığının farkında mıydı? Mahallenin en güzel kadınına taktığı
kancaya gelmedim bile.
Görüşme bitip
oradan ayrıldığımızda onun yüzüne bile bakmadım. Yüzüm beş karıştı. Diğer
görüşme için yola koyulduk. O ise tüm samimiyetiyle yine bana sarılıp “gör bak
her şey çok güzel olacak” dedi. İnanmak istiyordum. Yüzüne baktım. Bana o kadar
güven verdi ki ben de gülümsedim birdenbire.
O da gülümsedi
aynı anda.
Her şeye
rağmen ona güveniyordum. Ama yine de sormadan edemedim. “Bu kadar görüşmede
sadece sen konuşuyorsun. İnsanları etkiliyorsun. Nasıl olacak da beni işe
alacaklar?”
“Neden
almasınlar?” dedi ve gülümseyerek yüzüme baktı. Başka hiçbir şey söylemedi.
Yeniden otobüse binip yeni görüşmemize doğru gidiyorduk artık. Bir sorumu daha
soruyla karşılayıp, hiçbir cevap vermeden beni susturmayı başarmıştı her
zamanki gibi. Yine yol boyunca sustum.
Öteki iş
görüşmesi yine aynı seyirde devam etmişti. İşin aslı bu adamla tanışmadan
önceki görüşmelerim de hiç iç açıcı olmazdı. Yine fazla konuşamazdım. Hatta
terlerdim. Güven veremezdim. Sonuç olarak, “biz sizi ararız” denilerek
bitirilirdi görüşme. Ama şimdi arkadaşımın kontrolündeki bu görüşmeler “sizi
mutlaka arayacağız” denilerek bitiyordu. Arkadaşım için gurur mu duymalıyım,
işlerime göz diktiğini düşünüp ondan nefret mi etmeliyim, bilemiyordum.
Üzücü olduğu
kadar öğreticiydi tabii benim için. Demek ki insanlarla iyi geçinmek, onlarla
konuşurken gözlerinin içine bakmak ve tabii ki iyi konuşmak önemliydi. Ama ben
bütün bu rahatlığı bir tek onunla konuşurken yaşıyordum. Ne garip… Ona
kızamıyordum bile.
Bütün gün yine
insan ilişkilerini izledim. Sonra uzun uzun sohbet ettik. Yine benimle tavla
oynamaktansa başkalarıyla oynamayı tercih etti. Başkalarının masasına oturdu.
Beni yine çağırmadı. Kimseyle tanıştırmadı. Hatta garson masada içmekte olduğum
çayı alıp götürdü. Ve bardağı taşıran son damla… Bir çift gelip benim oturduğum
masaya oturmaya kalktı. Engel olamadım. Bir şey söyleyemedim. Kalkıp
arkadaşımın yeni tanıştığı arkadaşıyla oturduğu masaya geçmek zorunda kaldım.
Oysa terk etmeliydim orayı. Gidip bir yerlerden atlamalıydım. Öldürmeliydim
kendimi. Bunu düşünürken onunla tanıştığım günü hatırladım. Bir hafta önceydi…
Artık ölmeyi
istediğim bir günün gecesiydi. Çok klişe bir yöntemle, ayağıma bağladığım bir
beton ağırlıkla denize atlayıp yitip gitmeyi planlıyordum. O sırada bir ses
duydum. “Bu çözüm mü?” Dönüp sesin geldiği yere baktım. Biri bana yaklaşıyordu.
İşte bu yaklaşan adam oydu. Beni hiçbir şey söylemeden kıyıdan geriye doğru
çekti. Ayaklarıma bağladığım betonu çözdü ve suya attı. “Sesi dinle” dedi. Ve
devam etti. “İşte eğer atlasaydın hayatında çıkaracağın en son ses bu
karanlığın sesi olacaktı. Bence hayata bir fırsat daha ver.” Yüzüme gülümsedi.
Karşılık verdim. Ve bana eve kadar eşlik etti. İşte o geceden beri her sabah
kapımda beklerken gördüğüm bu adama hayatımı borçluyum. Ne çıkarı olabilirdi
beni kurtarırken? Hiç… Bana ara sıra ise hep şu sözleri tekrarladı
buluşmalarımızda. “Yaşamalısın. İşte önemli olan bu...”
Kim için
önemliydi bu? Yaşamam kime faydaydı? Bilmiyorum. Belki de yaşamak için çok
fazla sebep yok. Olanları da ben varmış sayıyorum. Ama yine de tutunabilecek
sebep bulacak kadar yaratıcıyım. Her tükenen bir sebebin yerine, yenisini
koymak yorucu olsa da… Bir gün mutlaka bir yerde kullanacağıma inanmaya
başladığım sözler var. Belki bir kadına söyleyip hayatıma yeni bir yön vermemi
sağlayacak sözler… Ancak şu an baktığımda hiçbirinin bir anlamı olmadığını
düşünüyorum. Ben bunları düşünürken bana yoldaşlık eden arkadaşım yeni
arkadaşıyla tokalaşarak ayrıldı. Bir daha buluşmak için sözler verdiler
birbirlerine. Ve oradan ayrıldık.
Sanki beynimi
okumuş gibi söze girdi. “ Hayat gariptir. Ne zaman neyle karşılaşacağını
önceden kestiremezsin. Belki içeride tavla oynadığım adamla ileride çok iyi
arkadaş olacaksın. Bu bile yaşamaya devam etmek için yeterli bir sebep.”
“Ne yani,
senin yanındaki asosyal bir adamımı tercih edecekler?” diye sordum. Bir cevap
beklemiyordum. Yeni bir soruyla geçiştireceğini düşünürken, soru cümlesi
içermeyen bir karşılık verdi.
“Hiçbir şeyin
farkında değilsin. Görüldüğü gibi değil hiçbir şey…”
Bu kadar
konuştu. Ve konuyu kapattığını belirtircesine eliyle “boş ver” anlamına gelecek
bir işaret yapmakla yetindi.
Söylediği bu
son söz ile ilgili düşünmeye başladım. Neyin farkında olmalıydım? Görünen o
kadar açıkken olanların altında daha ne olabilirdi? İnsanlarla olan
iletişiminde beni yok saymasını geçtim. İş görüşmelerindeki düşüncesizce
kendini öne atışı ne peki? Ne göründüğü gibi değildi. Haykırmak istedim.
Elimden haykırmaktan daha fazlasını yapmak gelmeyecek, gibi düşündüm. Ama
sakinleşmeliydim. Sanki bugün olan biteni anlamamı sağlayacak bir şey
yapacaktı. Onun kim olduğunu öğrenecektim. Beni ölümden neden kurtardığını ve
neden her gün yanımda olduğunu anlayacaktım. Ona neden bu kadar hayran
olduğumu, bana gülümseyişinin içimi neden bu kadar ısıttığını öğrenecektim.
Belki de bugün diğer günlerden hiç de farklı olmayacak, sittin sene hiçbir
soruma cevap bulamayacaktım.
Yürürken
aniden durdu. Ben de onunla aynı anda durdum. Ve beni durmaksızın akan insan
trafiğinin ortasından çekip caddenin kenarına doğru çekti. Kolumdan çok sert tutuyordu.
Yolun kenarına geçince bırakıp konuşmaya başladı.
“Aklından
nelerin geçtiğini biliyorum. Beni hem sevmiyor, hem de çok seviyorsun. Hem
yapamadıklarını yapmamdan dolayı bana kızıyor, hem de bunlardan dolayı
hayranlık duyuyorsun. Sana anlatacağım. Ama her şeyi değil… İşin aslını sen
anlayacaksın çünkü. O zaman ikimizden birini seçeceksin. Evet… Şaşırma;
seçeceksin! Ya sümsük, bunalımda bir adam olacaksın; ya da benim gibi, hayatın
güzel olduğuna inanan biri olarak keyifli ve zorlukların karşısında dimdik
durabilen biri olacaksın. Ya sen yaşayacaksın, ya ben…”
Konuşması
devam ederken araya bir türlü giremeyerek hipnotize olmuşçasına olduğum yerde
çakılmıştım. “Kimsin?” diyebildim.
Cevap olarak
“Peki ya sen kimsin?” diye yine bir soruyla karşılaştım. Kafam karışmıştı.
Beynim patlayacak gibiydi. Ne demekti bu? İkimizden birinin yaşamaya devam
edeceğini söylüyordu özetle. Neden? Kimseyle alıp vermediğim yoktu. Biri beni
öldürmek için onu mu tutmuş olabilir miydi buna rağmen? Öyleyse neden
intiharıma mani olmuştu?
Sorular kafamı
kemirirken iki elini boğazıma doğru uzattı. Engelleyemedim. Karşı koyamadım.
Şah damarımda hafifçe parmaklarını hissettim. Gözlerim kararıyor, başım
dönüyordu. Olduğum yere yığılırken duyduğum tek şey, “adam yere düştü, ambulans
yok mu?” diye bağıran bir kadının sesiydi.
Yerde öylece
uzanmıştım. Gözlerimi açtığımda etrafımda bana bakan endişeli gözler gördüm.
İçlerinden biri bugün iş görüşmesi yaptığımız insan kaynakları uzmanı kadındı.
Muhtemelen işten çıkar çıkmaz buralara kafa dağıtmaya gelmişti. “İyi misiniz?”
diye sordu. Evet, iyiydim. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum. Fakat… O
neredeydi? Etrafıma bakındım. Yoktu. Gitmişti. Ambulansın gelmesine gerek
olmadığını söyledim etraftakilere. Kadın, “ bir hastalığınız mı vardı?” diye
sordu.
“Hayır” dedim.
“Sanırım yorgunluk ve açlık sebep oldu. Daha bir şey yiyecek vaktim olmadı”
diye ekledim.
“Belki bunu
duymak size iyi gelir. Önümüzdeki hafta başı işe başlamanız uygun görüldü.
Yarın sizi bununla ilgili arayacaktım zaten.”dedi kadın. İçimde bir sevinç
dalgası ve şaşkınlık oluştu. Teşekkür edip, sevinçli bir şekilde kadınla
tokalaşarak oradan uzaklaştım. Nasıl olurdu bu? Telefonuma baktım. Birkaç
cevapsız arama gördüm. İsim olarak Sema yazıyordu. Ve kısa mesaj da göndermişti.
Mesajda “şu yemeği bu akşam yesek mi?” yazıyordu. Şaşkınlığım ve sevincim
giderek artmış, artık sevinç çığlıkları atacak aşamaya gelmiştim. Sema’yı
aramak için arama tuşuna bastım. Telefon çalarken içimden bir ses benimle
konuşmaya başladı. “Sen artık, sensin. Ve artık her şeyin farkındasın.”
O sesi bir
daha duymadım.
23 Şubat 2012 Perşembe
Aşka Dair Çiziktirikler Vol:1
İnsan âşık olan bir mahlûkat... Pek çoğumuz bu aşk denen süreci, acılı yaşar. Kimimizse aşkı bir kelebek misali yaşamak olarak görür. Yaşama şekli ne olursa olsun nihayetinde aşk içinde keyifli paylaşımlar barındırır. Hepsinden bahsetmeyeyim şimdi. Bu yazının çevresindeki çizimler aşka ve ilişkilere dair, aşk algısına dair gerekli, gereksiz her şeyi içermektedir. İçermiyorsa da Vol:1 yazdık oraya eşek kadar. Azıcık sabır...
Aşka karşı bir duyarsızlık da söz konusu olabilir. Aşık olduğunuzu belli edersiniz. Arkadaşlarınızla paylaşırsınız. "Aman boş ver" kategorisinde tepkiler alırsınız. Öyle ki aşk konusunda bu boş vermiş tipler, sizden önce evlenir. Çocuk da yapar. Sonra da size döner, "e hadi evlen artık yaşın geçiyor" der. Eşekler... Hayvanlar... Şimdi mi söylenir?
Yine de aşk güzeldir, demekten kendimizi alamıyoruz.
Ama uyaralım. Kime, ne zaman aşık olacağınız da önemlidir. Gönül ferman dinlemiyor, gibi klişelere boğmayın beni.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)