Spor Haberleri

Köşe Yazıları

20 Eylül 2013 Cuma

Kadına Şiddet ve İzleyicileri

Geçtiğimiz yılın sonlarına doğru Zonguldak'ta meydana gelen bir olayın videolarını belki siz de hatırlayacaksınız. Zaten haber olarak da yer aldı televizyonlarda. Eşini sokak ortasında döven adam, kendisinden kaçan kadını sokakta kovalıyor. Kadın bir bakkala sığınıyor. Ve adam bakkala girip eşini orada dövmeye devam ediyor. Bakkalsa olayı izlemekle, hatta o sırada açık olan televizyonu izlemekle yetiniyor!

Bakkal kendini şöyle savunmuş: "Karı-koca arasına girilmez." Bak sen şu işe. Karı-koca arasındaki ilişkide, kadına yönelik şiddeti normal sayan bir bakış açısı. Çokça gördüğümüz, kadının sokak ortasında dövülmesi olaylarında izleyenlerin anlayışı bu yönde işte. O kadar kanıksanmış ve normalleşmiş ki polis bile izleyici olarak katılır meseleye bazen.

Zaten kadın eşinden şiddet görüyorsa, cevabı aranan soru neden kadının dayağı 'hak ettiğidir' çoğu zaman. İşte böyle bir bakış açısından da çıkan sonuç bu 'sevgili izleyiciler' oluyor. Üzerine toplumsal bir görev olarak alması gereken şiddete engel olma eğilimi yerine, bunu özel yaşamın bir gereği gibi görse gerek, mani olmayı bir kenara bırakın, istifini bile bozmadan yaşantısını sürdürebiliyor insan. Oysaki kadın o bakkala sığınırken, kurtulmayı hayal ediyor. İşte en büyük dayağı da bu hayal kırıklığıyla yiyor orada kadın.

Üstüne vazife olmayan her şeye burnunu sokan, onun bunun hakkında car car konuşan insanlar, bir şiddeti engelleme gerekliliği söz konusu olduğunda, 'özel hayata saygılı' kesiliyorlar. Ve biz de hatırlatalım. Kadına yönelik şiddet, özel hayatın bir parçası değil, toplumun kanayan bir yarasıdır. Bu şiddetin ortadan kalkması, bu izleyici mantığına rağmen gerçekleşemez.

Toplumsal hiçbir olaya müdahil olmayan, "aman şahit yazarlar" kafasıyla bütün sorunlara göz kapayanlar, günün birinde beline inecek sopaların tek sorumlusudur. Madem şiddet olayı bu kadar seyirlik, o zaman da izle, görelim. Ancak kendisi doğrudan muzdarip olduğunda, o derdin, sıkıntının, acının ne olduğunu anlayabilen insanlar, maalesef yaşayacakları her kötü olayın da tek sorumlusu olacaktır. Ektiğinle biçtiğinin ilişkisidir bu.

Kadına yönelik şiddette hep bir klişelerle geliştirilen açıklamalar, tıpkı bu olaydaki gibi "karı-koca arasına girmemeler" kadın hareketinde kadını ciddi anlamda yalnızlaştıracaktır.

Devletten koruma talep edip "en fazla ölürsün" cevabını alan bir kadının, bu densizliğe bir cevap verebilmesini bekleyebilir misiniz? Öyle yöneticinin öyle yönetileni olur, cinsinden bu yazının örneğinde de gördüğümüz gibi pek çok olay var. Göremediklerimizi de eklersek, kadına yönelik şiddet konusunda atılacak pek çok adımın, erkeği eğitme ve bilinçlendirmeyi hedeflemesi gerekliliği ortaya çıkıyor.

Bildiğiniz gibi, bizim mahalle raconunda kadına el kalkmaz. Bu kadına yönelik küçük görme mantığının bir yansıması olsa dahi, bu anlayıştan bile uzaklaşan bir erkek topluluğunun olduğunu görüyoruz.

Ne yazık ki şiddet eylemleri, ondan muzdarip toplum tarafından bu derece kanıksanıyor. Ve o bakkal gibi pek çok insan gözü önünde bir erkekten dayak yiyen kadına sadece sessizce acımakla yetiniyor. Hatta belki o duyguyu bile yaşamıyor.

Mumyanın Sırrı

Bir kasım ayında kentin dış mahallelerindeki bir şantiye yerinde kazı sonucu bulunan tabut ve içindeki manzara, kenti korkuya düşürdü. Tabutta mumyalanmış bir ceset vardı. Papaz kıyafetli ceset, hemen özel ekiplerce incelemeye alındı. Bu olay her ne kadar yetkili makamlarca gizli tutulmak istense de kazı sırasında orada bulunanlarca çoktan görüntülenip sosyal medya aracılığıyla dünyanın gözünün önüne gelmişti bile. Ve hatta kısa sürede izlenme rekorları kırarak dünya basınında yer bulmaya başlamıştı.

Herkes, kendi meşrebince durum değerlendirmeleri yapmaktaydı. Uzun yıllar bilinmeyeni, esrarengiz olayları incelemeyi kendine iş edinmiş Emir de çoktan kollarını sıvamıştı. Bu gibi olağandışı durumlarda televizyon programlarınca ulaşılması en kolay noktada bulunması, ona hep kısa süreli şöhret kazandırmıştı. Bunu da açık söylemek gerekirse, emrivaki ile sağlardı. Ama bir şekilde faydasını görerek medyada yerini bulurdu. Emir, hep bu umutla yaşardı. Uçan daire görüntüleri, mezarlıklardaki hayalet gözlemlemeleri, türbelerdeki ışık yoğunlukları, fotoğraflardaki hayalet siluetleri ve pek çok benzer konu onun ilgi alanıydı. Gaz sancısı çeken bir adamın bile içine cin girmiş olabileceğinden kuşku duyacak kadar da kaptırırdı kendini.

Emir vakit kaybetmeden mumyanın bulunduğu semte gitmiş, araştırmaya başlamıştı. Görgü şahitleriyle konuşup bilgi toplamaktı niyeti. Semtte ortak bir korku mevcuttu. Ancak bir yandan pek çok kişi de mübarek şahsiyetlerin semtlerini koruduğuna ve hatta pek çoğu da onların soyundan geldiğine inanmaktaydı. Bir muskacı çoktan dergâhını kurmuştu bile. Emir de oraya vardığında kazı çalışmaları nedeniyle inşaatı durdurulan ve tel örgülerle çevrilen alanı etrafına bez parçaları bağlayanları ve mum dikenleri görmüştü. Etraf evlenmek için dua eden bekâr kadınlarla, çocuk sahibi olmak isteyen çiftlerle doluydu. Bir ayine dönüşen toplantılara zaman zaman güvenlik güçleri müdahale ediyordu.

Emir'in herkesten ortak olarak duyduğu hikâye şöyleydi. Zamanın birinde herkese yardım eden bir zat varmış. Gökten nimet indirirmiş. Açları doyururmuş. Halkı korurmuş. Çok güçlüymüş. Önünde dağ olsa duramazmış. Bir tokadının sesi günlerce çınlarmış. Günün birinde kral çok kızmış. Müslüman olan bu zatı öldürmüş. Ona papaz kıyafeti giydirip gömmüş. Ama hikmetin sual olunmaz zatın bedeni hep taze kalmış. Ve belli zamanlarda mezarından çıkıp yardımlarına devam etmiş. Ölümsüzmüş aslında. Çok yakında tekrar dirildiğinde herkes görecekmiş.

Anlaşılan hiç kimse mumyalama yöntemleriyle cesedin yüzyıllarca çürümeden kalabileceğini düşünememişti. Ancak böylesi Emir için de daha heyecan vericiydi.

Emir birebir ziyaretlerine muskacının evinde gerçekleştirmek istedi. Muskacı çok meşgul olmasına rağmen onu kabul etti. Kapı ağır ağır açıldı. Emir kısa bir tereddütle içeri girdi. Işığın zor girdiği bir evdi burası. Aydınlatmaya yardımcı olacak bir gaz lambası ve birkaç mum oturdukları sedirin önündeki sinide yanmaktaydı. Odada keskin baharat kokusu hâkimdi. Duvarda eski yazılar, Emir'in Kuran-ı Kerim'den alıntılandığını sandığı pek çok hat sanatıyla yazılmış çerçeveli yazılar mevcuttu. Ara ara da eski aile fotoğrafları serpiştirilmişti. Muskacının bir süredir sakallarını sıvazlamak dışında hiçbir şey yapmadan gözlerini kapamış, bir şeyler mırıldandığını fark etti "esrarengiz olaylar uzmanı" Emir. Birden gözlerini açtı adam ve konuşmaya başladı. Emir hafifçe irkilip adamın sözlerine kulak kabartmaya başladı.

"Sor bakalım, ne soracaksan. Seni dinliyorum delikanlı" dedi davudiye yakın bir ses tonuyla. Kafasındaki takke sanki doğumundan beri varmış gibi görünüyordu. Emir gözlerini adamın kafasında çok fazla tutmadan bakışlarını aşağı indirip konuşmaya başladı.

"Hocam, şu mezardan çıkan papaz kıyafetli zat konusunda konuşmaya geldim."dedi.

Muskacı başını belli belirsiz aşağı yukarı salladıktan sonra konuşmaya başladı. "Soyundan geldim ben O'nun. O hep ziyaret etti beni. Mübarek elini verdi. Halkına yardım etme görevini bağışladı bana. Hep söyledim. Dedim ki ben muskayı yazıyorsam vardır bir hikmeti. İnanmayanlara da bu ders oldu. Çıktı işte mübarek ortaya. Ve uyanınca ben göreceğim o kazıları yapan adamları."

Hoca efendinin kendini bu soy meselesine ne kadar çok kaptırdığını fark edince gülmemek için zor tuttu kendini Emir. Sonra "sen çok mu farklısın?" dedi içinden bir ses Emir'e.

"Arkeologları mı?" dedi Emir.

"Her ne karın ağrısıysa. Neymiş, mumyaymış. Neymiş, ölüymüş. Ölmez, efendi! Böyle zatlar ölmez! Ölür mü?"

"Ölmez mi?" demek istedi Emir. Ama o da buna inanmak istiyordu. Kariyeri için çok önemli bir durumdu. Artık daha çok ciddiye alınacaktı Emir. Muskacı devam etti.

"Bu zatlar Allah yolunda yürürler. Ölürler mi hiç? Mumyaymış. Firavun mu bunlar? Kâfirler öldürdüklerini sanıp giydirmişler papaz kıyafetini. Dalga geçmişler resmen. Tövbe. Ölmez efendi. Ölmez."

Adam "ölmez" diye sürekli tekrarlamaktayken Emir müsaade isteyip oradan uzaklaşmak için ayağa kalktı. İçerideki koku başını döndürmeye başlamıştı. Ve yeteri kadar şey öğrenmişti. Ah keşke oralarda olsaydı tabut çıktığında, o görüntüleri kendi çekebilseydi.

Emir yeterli bilgi aldığını düşünmekteyse de birkaç kişiyle daha konuşmaya karar verdi. Sonra internet üzerinden televizyon programlarına katılma talebi gönderecekti. Davet edilmesinin an meselesi olduğundan emindi. Öyle de oldu.

Önce hatırı sayılır bir televizyon kanalının sabah programına katıldı. Konuklar arasında bir tarihçi, bir din adamı vardı. Sunucu kadın ilk sözü tarihçiye verdi.

"Kemal Bey, bu olay hakkında ne söyleyeceksiniz?"

"Şimdi efendim, bildiğiniz gibi eski tarihlerde cenazelerin soğuk odalarda muhafazası mümkün olmadığından insanlar ölülerini farklı metotlarla mumyalamışlar. Mısır firavunlarındaki mumyalama işleminin amacının aksine bu yol, kişilerin cenazelerini gömene kadar geçen sürede, çürümeyi engellemek için genel olarak kullanılan bir yöntemdir. Burada gördüğümüz durum da bunu işaret ediyor."

"Peki, ama neden bu kadar uzun zaman sonra bulundu?" diye sordu sunucu.

"Cesedin bulunduğu bölge daha birkaç hafta öncesine kadar ağaçlık bir alandı. Orada eski bir mezar olabilir. Şantiye için ağaçlar kesilip kazılar olunca ortaya çıkması kaçınılmazdı."diye cevapladı adam.

Sunucu kadın diğer konuklarına soruyu yöneltmeden önce sorusunun hazırlığını yapmak adına konuşmaya başladı. "Cesedin papaz kıyafetli oluşu da çok ilginç bir durum. Bu konuda ilçe müftüsü Sayın Abdullah Sergül Bey'in ne düşündüğünü merak ediyorum."dedi.

Müftü konuşmaya başladı. "Şu söyleyeceklerimin altını iyice bir çizin isterim. Cesedin Hıristiyan olmasını çürümemesinin sebebi olarak düşünenleredir sözüm. İslam dini en son dindir. Ve en mükemmelidir. Diğerlerin hükmü kalkmıştır. Peki, neden çürümemiştir? Şundandır efendim. Sapkınlığının sonucu olarak Cenab-ı Allah tarafından lanetlenmiş olabilir. Orada burada onun mübarek bir zat olduğunu söyleyenler de sapkınlıkta bulunmaktadır."dedi son sözünün üstüne basa basa.

Emir işinin çok zor olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bir tarafta bir bilim adamı, bir diğer tarafta da din adamı vardı. Ve söyleyecekleri ikisini de memnun etmeyecekti. Zaten stüdyoya gelip tanıştıklarından beri ikisi de ondan pek hoşlanmadığını bakışlarıyla ve ses tonlarıyla göstermişti. Ne de olsa o tarihçinin gözünde de din adamının gözünde de cahil kategorisinde değerlendirilmekteydi.

Konuşma sırasının Emir'e gelmesi kaçınılmazdı elbette.

"Emir Bey, Türkiye sizi her esrarengiz olaydan sonra yapılan televizyon programlarından çok iyi tanıyor. Bildiğim kadarıyla siz, söz konusu yere giderek bazı araştırmalar yaptınız. Neydi orada gördükleriniz? Neler konuşuluyor?" diye sordu Emir'e sunucu kadın.

"Öncelikle bu fırsatı bana verdiğiniz için teşekkür ederim." dedikten sonra yutkundu ve birkaç saniye düşünme süresi kullanıp devam etti. "Benim oradaki izlenimlerim çok farklı. Bu mezardaki zatın hastalıkları iyileştirdiğini, felçlileri ayağa kaldırdığını söylüyorlar. Oradaki halk çok saygı duyuyor. Papaz kıyafetini ise onun bu iyiliklerinden rahatsızlık duyan kralın onu öldürtüp giydirdiğini söylüyorlar." Sözünü tarihçi profesör kesti.

"Hangi kaynağa dayanarak söylüyorlar bunu?" diye araya giren tarihçinin sorusunu cevap gelmeden müftü araya girdi.

"Böyle rivayetler hurafedir. Elbette vardır geçmişte böyle zatlar. Ama her ölen çürümedi diye böyle şeyler uydurmak sapkınlıktır." Müftü, geçmişteki evliyalarla ilgili kısa bir bilgilendirme konuşması da yapmayı ihmal etmedi.

Emir bu din adamının 'sapkınlık' kavramına bu kadar takılmasından rahatsız olmuştu. Kendini tutamadı.

"Hocam, size saygım büyük. Ama oradaki insanlarla ben konuştum. Hepsi aynı görüşte."dedi ve muskacıdan bahsetmek üzereyken üzerine daha fazla gelinmesinden çekinip vazgeçti.

Program, reklam arasına girdiğinde bir haber daha geldi. Kazı çalışmaları sırasında toprak altından yedi tabut daha çıkmış, yine içlerinde papaz kıyafetli cesetler bulunmuştu. Hepsi diğerlerinde olduğu gibi mumyalanmış haldeydi. Reklam bittiğinde haberin son dakika olarak duyurulmasını izlediler. Konuşmalar başladığında ise yine aynı sözler tekrarlanıyordu. Tarihçi tarihteki örneklerden, din adamı sapkınlıklardan, Emir ise halkın efsanelerinden bahsediyordu. Sunucu defalarca arada kalmanın sıkıntısını yaşıyor ve zaman zaman da kontrolünü kaybedip sinirlenme belirtisi gösteriyordu. Ancak yine de ustaca durumu idare etmekteydi.

O sırada reji odasında gelen telefonları yayına alma telaşı vardı. Kazı çalışmalarının başındaki arkeolog Can Tezcan bağlanmak istemekteydi. Telefonu açan stajyer kız "bir dakika efendim" diyerek telefonu beklemeye aldı. Yönetmenin yanına giderek arayan kişinin söylediklerini iletti. "Hocam, arayan kişi arkeolog, kazı çalışmalarının başındaki kişi. Diyor ki durum orada konuşulandan çok farklı. Hatta üzerinde yazılar olan taş bir tablet çıkmış kazıdan. Çeviri için bir yerlere gönderilmiş. Neresiydi unuttum." Yönetmen kızın sözünü kesti.

"Tamam, kızım, beklemeye devam etsin. Şu anda başka bir bilgiye ihtiyacımız yok. İzlenme rekoru kırıyoruz şu dakikalarda.  Bir süre sonra telefonu kapat. Yine ararsa aynı şeyi yap. Eğer telefon bağlayacaksan, sinirli izleyiciler seç." dedi yönetmen. İşin aslı buydu. O kadar çok izleniliyordu ki anlık raporlarda görüldüğü üzere. Hiç kimsenin suyu bulandırmasına izin veremezlerdi şu anda. "Bırakalım, oyalansınlar." diyordu içinden yönetmen.

Can Tezcan birkaç kez daha arasa da aynı şekilde beklemeye alınıp her defasında hatlarla ilgili sorun olduğu konusunda ikna edilmeye çalışıldı. Ancak arkeolog durumun farkındaydı. Ve buna inanmadı hiçbir seferinde.
Yeni cesetlerin çıkması üzerine tartışma daha da büyümekteydi. Televizyonlarda bu konu reyting rekorları kırarken, söz konusu semtin halkı da yeni muhteremleri sahiplenmeye başlamıştı bile. Yeni muskacılar türemiş, semtte bu konuda ciddi bir rekabet başlamıştı. Kampanya yapanlar bile vardı. Komik değil mi? Bütün o zatların tamamının akraba olduğunu ve onların soyundan geldiğini söyleyip geri kalanların sahtekâr olduğunu söyleyenlere de diyecek söz yoktu. Emir yine programdan programa koşuyor, aynı dallarda farklı konuşmacıların olduğu stüdyolarda ter döküyordu. Can Tezcan ise her yeni yayına bağlanma talebi karşısında elle tutulmayacak mazeretlerle geri çevriliyordu. Kimse Can Tezcan'ın adını bile duymuyordu hatta. Konuyu incelememiş ama yine de bir şekilde uzman konuklarla televizyon dünyası çalkalanıyordu. Can Tezcan'ın sözlerine yer veren yabancı yayın organları da yok sayılıp ciddiye alınmıyordu. Halk, televizyonlarda inanılması güç bu durumun izleyicisi olmaya devam ediyordu. Ve inanılması istenene inanıyor, gösterilenin ötesine bakması engellenirken çaresizliğinin bile farkında olmadan izlemeye devam ediyordu.

Peki, Can Tezcan ne demek istemişti? Bunu sadece birkaç kişilik azınlık biliyor, etraflarındaki insanlara gerçeği anlatmak istedikçe dışlanıyordu. Mezar semtin ahalisi yeni muskacılarının kapısında kuyruk olup şifa beklerken gerçek neydi? İnsanlar ne zaman öğrenecekti bunu?

Emir katıldığı televizyon programlarında kanıtlar öne sürüyordu artık. Elinde felçli bir kadın fotoğrafını "işte bu öncesi" aynı kadının gülümseyen ve ayaktaki fotoğrafını "bu da sonrası" diye gösterip şifa dağıtımının boyutlarını gösteriyordu. Stüdyodaki tıp doktoru konuklar "olur mu öyle şey?" diyor, tıbbi açıklamalar yapıyordu. Emir ve aynı furyaya katılmış pek çok bilinmeyenin peşinde adam da bilimin kaybettiğini iddia etmeye başlamış, şifacıları yüceltmeye girişmişti. Ve hala arkeolog kimsenin umurunda değildi.

Emir'in katıldığını programın saatinde başka kanalda mutlaka bir benzeri yer alıyordu. Hepsi de benzer kanıtlar öne sürme yarışındaydı. Mezar semtteki muskacı-şifacı rekabetinin bir benzeri de televizyonlarda gerçekleşiyordu. Kimi din adamları, dini kitapta yeri olduğuna işaret edip oluşan kamuoyunun tarafında yer almayı tercih ederken kimisi de böyle bir şeyin olamayacağını ısrarla vurgulamaktaydı. Herkes ikiye bölünmüştü. Pek çoğu ise artık pes edip konuşmamaya karar vermekteydi. Ancak Emir ve diğerlerinin enerjisi her geçen gün artmaktaydı. Yeni kanıtlar öne sürüp halkı peşlerinden sürüklemeye kararlıydılar. Ancak nereye kadar gidecekti bu? Gerçek ne kadar yıl kalırdı toprağın altında?

En sonunda Can Tezcan'ın çabaları sonuç verdiğinde çok zaman geçmişti.  Arkeolog da gerekli bütün bilgileri incelemelerini tamamlayarak oluşturmuştu. Ciddi bir haber kanalına çıkacağı bilgisi kısa sürede yayıldı. Artık gerçekleri insanlara ulaştıracaktı Can. Herkes rahat bir nefes alacaktı. Gündemi bu kadar uzun meşgul eden bu olayı bir saatlik bir programda aydınlığa kavuşturacaktı. Halkı uyutma aracı haline gelmiş bu olayın tüm detayları ondaydı. Bunu bütün bu suyu bulandıran kesim biliyordu zaten.

Bu habere en çok Emir üzüldü. Çünkü Emir de biliyordu gerçeğin gizli tutulduğunu. İşte bu yüzdendi onun şöhreti. Artık şöhreti yavaş yavaş ortadan kalkacaktı. Yine de beklediğinden uzun sürmüştü ya, neyse.

Arkeologun televizyona çıkacağı haberinden sonra tüm televizyon programı davetleri adeta bir bıçak gibi kesilmişti. Bu arada oynadığı bir reklam filmi ise tek kazancı olarak kalmıştı. Ah biraz daha devam etseydi. Belki bir sinema filmi projesi bile gelecekti önüne. Hatta kendisi bir senaryo yazmaya başlamıştı. Ah biraz daha dayansaydı Can Tezcan. Su er geç yolunu bulurdu nasılsa. Bekleseydi biraz, belki Emir de sonunda bir baltaya gerçek anlamda sap olmayı başarırdı. Öyle ya da böyle. Ne duymak istiyorsa insanlar, onu söylüyordu o. Suç muydu bu? İnsanların ortalamasını biliyor olmak, nabza göre şerbet vermek hata mıydı yani? Ne çok insan vardı oysa böyle yaşayan? Ne vardı gerçeğin peşinde bu kadar koşturacak? Adam sen de!

"Soyadın gibi tez canlısın be dostum!" diye mırıldanıyordu televizyon karşısında onun çıkacağı programı beklerken. İçten içe kızgın ve yine de merakla Can Tezcan'ı bekliyordu. Ve şöhretinin kısalığına yanıyordu sessizce.

Program bir saat sürmüştü. Çıkan mumyalanmış cesetlerin sırrı çözülmüş, cesetlerle birlikte çıkan taş tablet de deşifre edilmişti. Latin alfabesi kullanılmıştı. Sanılanın aksine çok eski dönemlere ait de değildi. Can Tezcan aynen şu konuşmayı yaparak olayı aydınlığa kavuşturmuştu.

"Mumyalar, Osmanlı döneminin son yıllarında gömülmüş. İnsanlar önce öldürülmüş ve cesetler ceza olarak mumyalanmış. Onlara papaz kıyafeti giydirilmiş. Cezanın gerekçesi ise bu kişilerin imparatorluğa ve sisteme karşı başkaldırmış olmaları. O günlerin derin devleti tarafından, gözdağı maksatlı olarak gerçekleşen bu cinayetler, tarihin önemli siyasi cinayetleri olarak görülmelidir. Çok daha önemlisi, tablette yazanlar. Tablette 'devletine başkaldıranlar zındıktır. Allah tanımazdır. Onlar cezalarını çekerken geleceğin Osmanlı torunları da bunu bileceklerdir. Bileceklerdir ve günün birinde itaat etmeleri ve sinmeleri için ölmeye ihtiyaçları olmayacaktır' Tablet bize, gerçekleri değil yalanları seven, onlarla yaşamayı tercih eden toplumu işaret ediyor. Ancak bir şey daha öğretiyor. Bu çok önemli. Gerçeklerin üzerini sonsuza kadar örtemezsiniz. İşte buradan çıkarılması gereken en önemli sonuç, bence bu."

Salih Memecan ve Bizim City'nin Halleri

Salih Memecan’ın tartışılan karikatürünü görünce çoğunuz şaşırmamıştır. Ancak artık böyle güçten yana duruşlara azıcık şaşırmak istiyorum. Şaşırmadığımız zaman bu orantısız yandaşlık normalleşecek. Hatta bu karikatürü eleştirse de “ne yapsın adam? Ekmek parası…” diyen de çıkacaktır ki bu da kabul edilebilir gibi bir şey değil… Bir cerrahın organ mafyasıyla işbirliği yapması ne kadar etikse, bir gazetecinin, karikatüristin veya yazarın iktidar yandaşı olması o kadar etiktir. Dolayısıyla mesleğini etik değerler çerçevesinde icra edeceksin. O zaman hak edersin kazandığın parayı.

Salih Memecan, eşinin AKP milletvekilliği ve çalıştığı gazetenin yandaşlıkta sınır tanımayan bir gazete olması yüzünden kendini iktidara karşı sorumlu hissediyor olmalı.

Karikatür “eylemciler arası iş bölümü” başlığıyla Sabah Gazetesi’nde yer aldı. Bir adam 4 eylemcinin karşısına geçmiş direktifler veriyor. Direktifte, “Sen taş atacaksın, sen molotof kokteyli, sen barikat kuracaksın, sen öleceksin” sözleri dikkat çekiyor.

Hemen hemen tüm medya var gücüyle eylemleri karalama kampanyasında yer alırken Bizim City nal toplamamalıydı. Üstelik direnişin en önemli araçlarından olan mizahı kullanmak da şimdileri bir strateji olarak belirlenmiş olmalı. Ancak iktidar yanlılarının elinde mizah da çirkinleşiyor haliyle. Ölümle dalga geçen, öldüreni yücelten, aklamaya çalışan bir noktaya taşınıyor. Geçtiğimiz hafta hakkında yazı yazdığım Cafcaf Dergisi’nde karikatür de aynı amaca hizmet etmekteydi.

Bir yandan yine medyanın da desteğiyle ‘izinsiz gösteri’ denen bir uydurma kavramı da akıllara yerleştirerek, eylemciyi terörist odak haline getirmeyi amaçlayan iktidar, Salih Memecan gibi tetikçilere de başvurabiliyor. Tetikçi, elinde silah, tüfek olan adam değildir sadece.

Salih Memecan’ın eylemciyi kötü gösterme çabası, gerçeğin üzerini örtmeye yetmiyor. Ethem Sarısülük’ü öldüren polisin ‘meşru müdafaa’ yaptığını iddia eden devlet, polisin saldırısı karşısında kendini korumak isteyen eylemciyi saldırgan olarak lanse etmeye çalışıyor. Oysa polisin sert müdahalesi karşısında vatandaşların tepkileri meşru müdafaa kapsamındadır aslında. Üstelik bu evrensel hukukun da söylediği bir şeydir. Türkiye’nin de imzası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde saldırısız ve barışçıl gösteri yapma hakkı vardır. Hem de önceden izin alınmaksızın… Dolayısıyla ‘izinsiz gösteri’ diye bir şey yoktur. Bu konuda ikna edici olamayan devlet, polisin saldırgan tavrına tepki gösteren eylemciyi saldırgan olarak göstermek ve eylemi de şiddet eylemi olarak kabul ettirmek derdinde…

Bütün bu çabalar, Bizim City’nin medya kişilerinin de desteğine ihtiyaç duyuyordu elbette. Salih Memecan durur mu?

Sözün özü Türkiye hiçbir dönemde tanık olmadığı kadar iktidar-medya ittifakı yaşamakta… Mizahı da bu yandaşlıkla kirletmeye kalkanlara ise yine mizah yoluyla cevap verilivermiş. Çok beğendim. Adı da Direncity… Başlıksa “yandaşlar arası iş bölümü” Direktifler ise şunlar. “ Sen yalan haber yapacaksın. Sen polis seviciliği yapacaksın. Sen palayla insan yaralayacaksın. Sen karikatür çizeceksin.” Cuk oturmuş.

Sabah Gazetesi çizeri, karikatürist Salih Memecan ise Medyatava‘ya şu açıklamayı yaptı: “Bugünkü karikatürüm ile ilgili olarak gelen tepkilerin farkındayım. Ben sadece genç birilerinin ölümü üzerinden siyaset ve prim yapmanın aşağılık bir şey olduğunu dile getirmek istedim. Karikatürde bunu eleştirdim.” Bu konudaki samimiyetlerini öldürene tepki göstermeyerek, öldürenin yanında yer alarak çoktan çürüttüler oysaki…

İnsanlar gencecik yaşlarında öldürülürken sessiz kalmak da dilsiz şeytan olmak değil miydi?

Katledilen insanları anmak ne zamandan beri prim yapmak? Ne zamandır aşağılık bir şey Salih Memecan?

18 Eylül 2013 Çarşamba

Şu Tacizcinin Ettiği

Ortalıkta başıboş dolaşıyorlar. Kalabalık meydanlarda caddelerde faaliyetteler. İki kişilik veya daha kalabalık gruplar halinde onlara rastlarsınız. Onları daha yakından tanımayı istemezsiniz. Ama ne mümkün? Kadın kadına eğlenmeye gittiğinizde, İstiklal Caddesi'nde veya Bağdat Caddesi'nde yürürken en sevimsiz hallerini görmeniz kuvvetle muhtemeldir. Kimlerden bahsettiğimi anlamışsınızdır. Tacizciler her yerde!

Tacizcilerden yüzünden, ben de dışarıda epey zorlanıyorum, desem ne düşünürdünüz? Yok, yok; ilk aklınıza gelen şey benim de tacize uğradığımsa eğer, sandığınız gibi değil. Pekiyi nedir kardeşim, dediğinizi duyar gibiyim. Anlatayım.

Sırf bu aklı bacak arasında tipler yüzünden, aklı başında erkekler de zan altında kalıyor. Şimdi mesela bir otobüs durağında yalnız başına bekleyen bir kadın, göz ucuyla bana endişeyle bakabiliyor. Belki bir gün önce yaşadığı bir taciz vakasının etkisinde. Belki de bir arkadaşının başına gelen olayı hatırlıyor. Yanına gidip "Benden korkmayın." dememek için zor tutuyorum kendimi.

Otobüste yanına oturmak zorunda kaldığım kadının cama yapışırcasına uzaklaşması ve benim de "Aman rahatsız etmeyeyim." diyerek popomun yarısını dışarıda bırakarak oturmam ve de ortada oluşan boşluğun ayakta yolcu için potansiyel bir boş yer olması. Otobüsün şoförü arkaya dönüp ayaktaki yolcuya "Boş yer var, oturabilirsiniz!" diyebilme ihtimali.

Taciz suçunun yaptırımlarının arttığı bir dönemde, vakaların da bu derece artması akıl alır gibi değil. Yolda yürürken önümde yürüyen güzel bir kadının, bir otomobilden uzanan bir yaratık kafası tarafından sözlü tacize uğradığına, bir minibüste ayaktaki bir kadın yolcunun arkasında duran bir adam tarafından (adam demek istemezdim, ne diyebileceğimi tahmin edin)  gayet aleni bir şekilde taciz edilmesine şahit oldum. Kadına yer vermek için kalktığımda, kadıncağızın teşekkür eden bakışlarını başımla selamlayıp, tacizcinin lanet eden bakışlarına maruz kalsam da görevimi başarıyla yerine getirmiş olmamın haklı gururu içindeydim. Ama ne fayda? Bu sorundaki artış, toplumsal baskılarla doğru orantılı değil mi? Cinselliğin tabu olduğu bir toplumda, cinsel ihtiyaçlar bir suça dönüşebiliyor. Bu konuyla ilgili daha önce yazılar kaleme almıştım. Sosyalleşemeyen insanlar, kadın-erkek ilişkilerinde başarısız olmaz mı? Sağlıklı ilişkiler kuramayacak bir erkek, bir kadına beğenisini şiddet yoluyla ifade edebiliyor işte böyle.

Kadınlarsa her erkek tarafından aynı muameleyi göreceği kaygısıyla dolaşıyor şehrin sokaklarında. Bense göz göze gelmekten bile korkar oldum. Benim gibi bu hassasiyet içinde kaç erkek var, bilmiyorum.

Tacizci, bir kadını taciz ederken, hepimize dokunuyor aslında. Lafı hepimize atıyor. Çünkü tacizci kadını toplumdan soğutuyor. Kadının sağlıklı bir şekilde yer almadığı toplum, git gide hastalanıyor. İnsanlar asosyalleşiyor. Tacizcinin bu eğilimi de tedavi edilemeyecek kadar kemikleşip, tamiri imkânsız başka bir aşamaya atlıyor.

Tacizin çok farklı hallerine maruz kalmış kadınlara sesleniyorum. Diğerlerini bilmem. Size adres sorduğumda, gerçekten bir tarife ihtiyacım olduğu içindir. Otobüste yanınıza oturduğumda ayakta kalmamak içindir. Sizden bir yardım istediğimde civarda güven veren siz olduğunuz içindir. Ya da şöyle bir dönüp baktıysam da saf ve zararsız bir beğenidir sadece. Bir dakika, bir dakika. Öyle ya, kavun değil ki koklayıp anlayasınız.

En İyi Cenaze Töreni!

ABD'de yayın yapan TLC adlı televizyon kanalı, sıra dışı bir reality şov programı hazırlamıştı. "En İyi Cenaze Töreni" (Best Funeral Ever) isimli programda, yakınlarını kaybeden insanlar, çılgın partilerle cenazelerini uğurlayacak! Program ilk bölümüyle 26 Aralık 2012’de yayınlandı.

Programın Dallas Golden Gate Cenaze Evi müdürü John Beckwith tarafından hazırlanmış.  John Beckwith'e göre bu programla birlikte insanların en kötü günleri olan cenazeler 'daha keyifli ve eğlenceli' hale gelecekmiş! Gerçek ya, vallahi.

Boks maçı, dansçı kızlar, Noel partisi, pijama partisi gibi çok sayıda konseptin olacağı programda, cenaze sahipleri dilediğini seçecek. Çok sayıda izleyici huzurunda olunca da en çok katılımcısı olan cenaze törenine de sahip olacaklar. Bakın, hala gerçek!

Televizyon dünyası, "Biri Bizi Gözetliyor" türü programlar ile başlayan özel hayatın şov malzemesi haline getirilmesinden beri artarak süren yeni konseptlere, bir yenisini daha ekliyor.

İnsanların özel hayatını, acılarını teşhir etme, bunu bir televizyon şovu malzemesi yapma eğilimi var. Televizyona çıkmak için her şeyi yapan insanlar var. Bu görüldüğü üzere Türkiye'dekinden daha fazla ABD'de gözlemleniyor. Ama tabii Türkiye televizyon programı konseptlerinde ABD'nin sıkı bir takipçisi olduğundan "En İyi Cenaze Töreni" programı gelecekte Türkiye'de de bir televizyon olayı olarak ortaya çıkabilir.

Ama şimdiden söyleyebiliriz. Türkiye'de cenazelerini şov malzemesi haline getirecek kadar ilerlemiş vakalara rastlanmaz. Ancak bu programın olur ya Türkiye'de de yapılması durumda neler olabileceği ve konuşulabileceği aklımdan geçmiyor değil.

Hani meşhur bir soru vardır. "Ben ölürsem ne yaparsın, üzülür müsün aşkım?" şeklinde genellikle kadının erkek arkadaşına ya da eşine sorduğu bu soru, "ben ölürsem hangi konsepti seçerdin aşkım?" olarak değişebilir. Cevaben "dansçı kızlar" diyen adamı yol yakınken terk etmekte fayda var. Gözü dışarıda herifin. Neyse.

"Mirası için dedesini boğarak öldürdüğü iddia edilen O.Ç.'nin bunu meşhur olmak için yaptığı öğrenildi." Al bu da olası bir gazete haberi. Bir de camiden yapılan anons olsa ya. "Mahalle eşrafından Muhittin Sonubudur vefat etmiştir. Cenaze namazı bugün öğle ezanına müteakip kılınacak, akşamki "En İyi Cenaze Töreni" programından sonra toprağa verilecektir." Olur mu? Olmaz.

Bunlar işin şaka kısmı da böyle bir programın ve olası muhabbetlerinin ciddi ciddi dünyanın başka bir yerinde olabilme ihtimali bile çok trajikomik.

Yıllar önce bir film izlemiştim. Daha ilkokulda olabilirim o zaman. İsmini hatırlayamadım şimdi. Yarışmacılar var. Yarışma programının stüdyosuna ulaşmak için mücadele ediyorlar. Yolda kendilerini engellemek isteyenler var. Ama görüyorlar ki engellemek için öldürme yolunu seçiyorlar. Ve kıran kırana bir mücadele başlıyor. Bir kara mizah örneği olarak aklıma gelen bu film, insaniyetini yitirmeye başlamış Dünyalıların günün birinde gelebileceği noktadır maalesef. E zaten hiç uğruna birbirini vuran kıran insanların olduğu bir gezegende bunların normalleşmesi de kaçınılmaz.

"En İyi Cenaze Töreni" programı ABD'de ilk yayınlanışında izlenme rekorları kırdı. Ancak halen devam ediyor mu, biliyorum. ABD televizyonlarında tutan her konsept, bizim ülkemizde de yayınlanabiliyorsa, en azından orta vadeli bir gelecekte ekranlarımızda görebiliriz.

Tabii bizim geleneklerimizde cenazeyle eğlence olmaz. Amaan, gelenek mi kaldı Allah aşkına? Kötü ne varsa devam eder de, iyi olan her şey biter bu ülkede maalesef.

Önyargılı Ahlak!

Kadına karşı işlenen şiddet suçlarına karşı yeteri kadar tepki oluşmasa da en azından bu konuda bir tartışma zemini oluştu. Kadın en azından öyle ya da böyle toplumda bir yere sahip. Sadece mevcut eşitsizlikleri gidermek üzere politikalar geliştirilmeli. Bunun için devlete baskı kurmak için kadın örgütleri çalışabiliyor.

Bütün bu sorunların dışında, gazetelerde haber olarak bile yer almayan başka bir sorunumuz var. Nefret suçları kapsamında görülmesi gereken eşcinsel ve trans bireylere yönelik şiddet… Son zamanlarda daha çok tırmanışa geçen, ama muhtelif bir olaymış gibi algılanan trans cinayetlerinden bahsetmemiz gerekiyor. Sırf farklı bir cinsel yönelime sahip diye toplum dışına itilen bu bireyler, beden işçiliği yapmak zorunda bırakılmaları yetmiyormuş gibi, toplumun homofobi ve transfobi krizlerine kurban gidiyor. Trans cinayetleri konusunda Avrupa birinciliğine ve Dünya yedinciliğine sahip olan ülkemizde, böyle ciddi bir istatistiğe rağmen tartışma zemini bile oluşamıyor. Geçtiğimiz günlerde Avcılar'da gerçekleşen trans bireylerin evlerine yapılan polis baskını ve mahallenin eli taş, sopa tutan 'insanları' tarafından kurulan linç timleri ile ilgili kaç kişi haberdardı? Haberdar olup da kaç kişinin içine dokundu?

Asıl mesele farklı olana yönelik önyargı.  Bizim gibi hissetmeyen, bizim gibi yaşamayan ve bedeninden farklı bir yönelimi olan bireylere karşı beslenen bu önyargı, bir nefret dalgasına dönüşüyor. Eşcinsel olduğu için hakemliği iptal edilen Halil İbrahim Dinçdağ olayında da gördüğümüz gibi kadın ve erkek olarak iki kimlikten birine sahip olmadığınız müddetçe çalışmaya, kariyer yapmaya hakkınız olmuyor. Var olma hakkını elinden aldığımız trans ve eşcinsel bireyler şiddete maruz kalırken, toplumun neredeyse tamamı sessiz kalıyor. Tabiatın bir gerçeği olan bu faklılıkları yüzünden evlerinden, sokaklarından kovuluyor. Kimisi ülkeyi terk ediyor. Gidemeyen ise ölümle burun buruna yaşıyor. "Erkek olacaksın, ulan!" diye bağırıyor toplum. Ya da "kadın olacaksın, ulan!"

Sokaklardan kovulan, iş yerlerine giremeyen, çalıştırılmadığı için beden işçiliği yapmak zorunda kalan, üzerine bir de bunun için yargılanan bu bireylerin hakları için de bir şeyler yapmak gerekmez mi?


İnsanların farklılıklarına, renklerine rağmen bir arada yaşamalarını mümkün kılmak bir insanlık görevidir. Çünkü tüm toplumsal şiddet sebeplerinin ortadan kalkması önyargılarından arınmış bir toplumda gerçekleşir. Bu önyargılardan kurtulmak için de tüm tabulardan arınmış yeni bir dünyaya ihtiyacımız var.

Nefretin İçinde Çocuk Olmak

Nefret söylemi konusunda çok fazla şey yazıldı, çizildi. Bir katliamın mağdurlarını anarken bile nefreti körükleyerek katliamı gerçekleştirenlerle aynı kafaya geçtiklerini fark edemiyor insanlar.

Bir katliamı ya da bir soykırımı inkâr ederken, "ama onlar da." diye başlıyorlar söze. Bir adım sonrasında ölümleri hak saymaya başlıyorlar. Sapla samanı ayırma kabiliyetinden yoksunlar. Öyle ki İsrail'in cinayetlerine tepki gösterirken Yahudi ırkını lanetliyorlar. Hitler'in vaktinde bu ırkın köklerini kurutamamış olmasından yakınıyorlar. Oysa burada suçlu ve katil olanın devlet olduğunu ve bunun bir iktidar savaşı olduğunu, halkların ise bütün bu olanlardan bağımsız olarak, aslında toptan bir şekilde mağdur durumda olduğunun farkına varamıyorlar. Yani aslında zalime, sözüm ona, tepki gösterirken kendileri de zalimleşebiliyorlar. Tam bir "dinime küfreden, benden Müslüman olsa" durumu.

Bilinmelidir ki bütün bu süreçte hepimiz bu kirli sistemin kurbanlarıyız. Dünya üzerindeki tüm katliamlar, savaşlar, soykırımlar bir avuç eli kanlı kapitalistin varoluş ve yayılma mücadelesinden ibarettir. Devletler ise bu sürecin güvenle işleyişi için vardır. Kimi devletler bunu göz boyayıcı sosyal devlet uygulamalarıyla ustaca örter. Ancak bizim gibi doğu ülkelerinde, sosyal devlet olunamadığı gibi, baskıcı anlayış ve nefret, en çıplak algıyla seçilebilir.

Düşünenlerin, sorunlara çözüm üretenlerin hapse atıldığı bir ülkede, demokrasinin varlığından bahsetmek mümkün değil. Buna rağmen demokratikleşme konusunda yöneticileri başarılı bulan çok ciddi bir oranla karşılaşınca, bilinç düzeyinin bizi asla ileri götürebilecek bir seviyede olmadığı görüyor ve bunun için üzülmekten başka bir şey yapamıyoruz.

İşte başlığımda değindiğim konuya şimdi geliyorum. Böyle bir yerde çocuk olmak nasıldır? İnsanların birbirini anlamadığı, nefret söyleminin bu kadar baskın olduğu bir toplumda yetişecek çocuk, büyüdüğünde atalarının hatalarını sahiplenip, bu hataların devam etmesine neden olursa ne olacak? Sistemin de istediği bu aslında. Hep "ben ve öteki" diye düşünecek çocuğa damarlarındaki kanın herkesinden daha asil olduğunu da söylediğinizde, ötekilerin yok olması gerektiğini de aşılamanız dünyanın en kolay işi haline gelecektir. Bir de sistemin siyasi oyunlarla, önceden itinayla yaratılmış olan 'ötekileri' suçlu ilan etmesi, işleri daha da kolaylaştıracaktır ve bu plan şu sıralar tıkır tıkır işlemektedir. Ve çocuklarımız, işte bu olan bitenin içinde büyümektedir. Kimileri de "siyasi tutuklu" olarak hapishanelerde yatmaktadır! Dünyanın başka bir ülkesinde söylediğinizde, şaka olarak algılanan bu durum bir ülke ayıbı olarak hepimizin boynundadır. Binin üzerinde çocuktan söz ediyoruz. Geçtiğimiz dönemde Pozantı Cezaevi skandalında gördüğümüz gibi, işin içine siyaset girdiğinde, sistemin gözü çocuk bile göremez oluyor. Biri de çıkıp çocuğun siyasi tutuklu olmasında akla aykırı bir şey görmüyor.

Nefretin içinde büyüyor çocuk. Kardeşlik tohumları yeşerteceğine toprağında, acı bir nefreti nadasa bırakıyor. Eğer kini, nefreti ve intikam alma duygusunu ortadan kaldıramazsak, kardeşlik tohumları da elimizde kalacağa benziyor.

Savaşa Karşı Yaşamı Yüceltmek Gerek

Askerlik kavramı ülkemizde, çağdaş ülkelerde olduğundan çok daha fazla önemli… Hem pek çok konuda bir engel gibi göründüğünden, hem de duygusal sebeplerden dolayı askerlik, ödenmesi gereken bir ‘borç’ olarak tüm erkek yurttaşlarca benimsenmiştir. Benimsenmeye de zorlanmıştır bir bakıma. Çünkü netice itibariyle askerlik ‘zorunlu’ bir hizmettir. Çağdaş ve demokratik birçok ülkede askerlik gönüllülük ya da profesyonelleşme esasına göre değerlendirilir. Yani askerlik, yapmak istemek ya da istememek tercihleriyle belirlenen bir durumdur.

Devlet kurumunun vatandaşın özgürlüğünü kısıtlamak için değil, onun özgürlüğünü sağlıklı yaşayabilmesi için var olması gerekiyor. Yani devlet, insanların üzerinde bir baskı organı olmaktan vazgeçmeli. Dünya tarihine baktığımızda teoride özgürlüğü, emeğin yüceliğini savunan sistemlerin uygulandığı devletlerde bile militarist, baskıcı politikalara rastlanır. Anlaşılacağı üzere devlet kavramı kendi hegemonyasını kurmak isteyen burjuva sınıfının elinde bir baskı unsuru olarak kullanılmaktan kurtulamıyor. Öyle ki burjuvanın el değiştirdiği her dönemde olduğu gibi baskılar, tutuklamalar, siyasi linçlerle devlet ‘ülke çıkarı’ için canla başla çalışıyor.

İşte böyle bir sistemde emperyalist güçlerin bölgeye hâkimiyetini kolaylaştırmaya hizmet edecek savaş senaryolarıyla karşılaşmak işten bile değil. Öyle ki dünyanın yöneticisi ABD bölgedeki amaçları için Türkiye’yi kullanmak konusunda elindeki tüm teşvik edici yolları kullanıyor. (Time kapağı gibi) Sömürülmesi kolay fakir halkın ( direnen bir kısım var ki onları ayrı tutmak gerek) bu süreçte başkaldırma gücünün ne kadar zayıf olduğunu düşündüğünüzde yine olan ülkemin gencecik evlatlarına olacak, diyebiliriz.

Askere gitmeme hakkının insani bir hak olduğunu idrak edemeyen devlet, bu hakkı para karşılığı vererek kapitalizmi ne boyutta içselleştirdiğini de gösteriyor. Aslında diyor ki eğer eline silah alıp öldürmek ve kelle koltukta günler geçirmek istemiyorsan parasını öde. Tıpkı monopoly türü masa oyunlarında olduğu gibi bu ülkede yaşamanın da bir oyuna dönüştüğünü görebiliyoruz. Önceleri tartışmaya açar gibi yaptıkları vicdani red hakkını şimdi hapis gerektiren bir suç olarak benimsediklerini görmekteyiz.  Demokratikleşme ve sivilleşme adına attıklarını iddia ettikleri adımların da aslında birer siyasi hesaplaşma olarak kalacağı gün gibi ortada artık.

Temel hak ve özgürlükler çerçevesinde bakılması gereken vicdani red kavramına bir suç gözüyle bakılarak uluslar arası bir ‘ fikir’ suçu işlenmiş olmuyor mu? AİHM’in verdiği kararlarda ve hazırlanan uluslar arası raporlarda görüldüğü gibi devletin bu konudaki sicili kabarık… İnsan hakları konusundaki devlet yetkililerinde gördüğümüz tavırdan anlaşılacağı üzere, bu sicil daha çok kabaracak. Ancak sorgulamayan insanların yaşadığı bu ülkede, halk başbakan ne söylerse doğru saymaya devam edecek.


Yazımı yine cevabı içinde gizli birkaç soruyla bitireyim. Dersim Katliamı’nın özrünü diledi diye başbakanı alkışlayan liberal takım, başbakan ve partisi araştırma komisyonu kurulmasıyla ilgili teklifi reddederken uykuya mı daldı yine yoksa? Ya da vicdani red hakkını savunanlara ‘suçlu’ derlerken bu ‘demokrasi havarileri’ neden tek kelime yazmıyorlar? Başlarına bir şey gelmiş olmasın?

17 Eylül 2013 Salı

Kadının Issızına Aşık Olasınız!

Evet… Yeni bir beddua efendim. Taze taze… Issız Adam filmini biliyorsunuz. Orada bir adamın bağlanma korkusu işleniyor. Acıklı bir masal tadında… O filmden sonra memleketimin erkeğine bir haller oldu. Bir kaçmalar, bir ayrılmalar, bir ortada bırakmalar, sen daha iyilerine layıksınlar…

Hiçbiri de düşünmedi ki kadının ıssızı yok mudur? Vardır hocam… İşte onlara gelesiniz emi! Onlar daha fenadır hem de. Diğer kadınlardan farklıdırlar. Gelirler, aşık ederler seni kendilerine. Onlar da aşık olurlar tabi. Sonra bir bağlanma korkusu hasıl olur. Bu ıssız adamlardakine benzer, ama daha kadınsıdır. Ne demekse?

Sonra bir bakmışsın elinde kapısının önünde bir gülle kalakalmışsın. Yaaa…

Bir başka modeli de uzaklarda yar sevenlere gelsin. Sen başka bir şehirde yaşayan bir kadına mı aşık oldun? Issız kadın olabileceği ihtimali üzerinde de durmadın tabi. 24 saat içinde telefonla olsun, internet üzerinden olsun bütün iletişimini keser. Üstelik bundan önce en son söylediği sözse “seni seviyorum” olur. Hatta kimisi de öyle laflar eder ki kendini dünyanın en harika erkeği zannedersin. Oh…

O sırada öyle bir düşersin ki terk edildiğine mi yanacaksın, aslında sıradan bir erkek olduğun gerçeğiyle yüzleştiğine mi?

Arkadaşım, bir de bu kadınlar ıssız adamlara denk geldi mi daha çabuk toparlarlar. Çünkü giderler arkadaşlarıyla dertleşirler. Erkekler ise “hani çok seviyordu ulan kız seni?” diyen şüpheci arkadaşları yüzünden atlatamazlar.

Dolayısıyla erkeğin ıssızı kadının ıssızından daha iyidir atlatılabilirliği açısından. Ve her ölümlü erkek kadının ıssızını tatmalıdır. Yoksa aşk acısı nedir bilmez. Bilsin ki akıllı olsun. Aşkı içselleştirsin.

Hiç beklemiyordum böyle bir önerme çıkacağını. Hay yazı, sen nerelere kadirsin!

Benim Beş Karım Olsa

Başlığa bakarak bunu bir temenni bir dua olarak algılamayın. Amerika’da TLC isimli bir kanalda “Benim Beş Karım” başlığıyla bir program yayınlandı. Program ülkedeki poligami yani çok eşli evlilikleri tanıtıyor.

Programda Utah Eyaleti’nde yaşayan ve 5 karısı olan Brady Williams ve ailesi tanıtıldı. 5 eşinden 24 çocuğu bulunan Williams, programda evdeki herkesi mutlu etmeye çalıştığını anlattı.

24’ün üstünde yıldızlar patlatın. Havai fişekler atın. Dikkat çeksin. Birileri bu 24 çocuk meselesine çok özenecek. Ancak ben işin başka bir boyutundayım.

Hacı, bu kadar kadınla evli olmak için çok planlı, programlı bir adam olmak gerek bir kere… Karar verme sıkıntısı yaşamamak lazım. Ben bir açık büfeye girdiğimde kararsızlıktan kendim aç kaldığım gibi, bu kararsızlığı pek çok insana bulaştırma özelliğine sahibim.

Hacı hangi odada yatacağım ben? Daha doğrusu hangi hanımla yatacağım? Çok daha önemlisi kimle yapacağım o kadar çocuğu?

Düşüncesi bile sırtımı tere buladı.

Kararsızlık çok yorucu bir şey sevgili okuyucu… O yorgunluk sonra uyku yapıyor. Gider kanepeye kıvrılırım öyle olunca.

Bence sıkıntı hepsinin aynı evde olması… Bir tanesi evde olacak. Gerisini de gizlice yürüteceksin. Sonra bak nasıl plan program yapıyorsun.(Niyeti bozmak üzereyken)


Yok yahu… Yapmam öyle şeyler… Ama bu çok eşlilik bizde yasal olursa bir bakmak lazım ucundan yürüyor mu, diye. Tamamen sosyolojik amaçlı yani… Yoksa her şekilde kararsızım ben aga. Kafayı yerim. Aldatırım ben beşini de. Hem de ayrı ayrı. 5 kadın için 5’er kadından 25 kadın eder. Topla… 30 kadın… Evet…

Sen Gelmeseydin Ruhum Giderdi Yanına

Yalan olamazdı. O kadar aşk sözcüğü… Dil söylerdi de yalanı, yürek söyleyemezdi.

O yüzden inanamadım gittiğinde. Vardır bir sebebi dedim. Hiç sorgulamadım. Birden bire kesilen selamın… Sabah beni öperek uyandıran sözcüklerin uğramaz oldu birden yatağımın kıyısına.

Gözümü sabahın, kimsenin görmediği karanlığına açmak nedir bilir misin? Ben burada bu acıyı yaşarken sen ne yaşıyordun? Bilemezdim. Sorgulamadım da… Sen o kıyıda ben bu kıyıda… Ayrı duygularda olabilirdik. Ben deniz şehrimin yalnız kıyılarında denizi gözyaşlarımla beslerken sen o kıyıyı ışıltınla aydınlatıp kumları dokunuşunla onurlandırıyordun belki.

Bilemezdim…

Bir şeyi çok iyi biliyordum. Sen gitsen de bir gün… Hatta şimdi… Şu an gitmişsen… Benim sevgim sonsuza kadar olacaktı.

Sonra uzak ve eşsiz güzellikli iklimlerin rüzgârları eser gibi çorak coğrafyamda, sesin geldi. Tanrısal bir aşk gibi… Dua gibi… Sesin geldi. Yüzünü görmek gibiydi. 3 dakikalık bir zamandı.

Kimseye söyleyemediğin bir dertti yokluğun. O acı ölümüm gibi… Kimsenin öldüğünü bilmemesi bir yalnızlıktı. Senin sesin… İşte yeniden doğuştu o yüzden.

Sen gelmeseydin, ruhum giderdi yanına bedenimden ayrılıp. Ölüm de olsa sonunda o ruh bir kere olsa sana uçardı.

Ben O Kavuşmasız Aşklarımı Bile Yitirdim

Tanımsız bırakılmış kavramları, dertleri çaresiz, aşkları kavuşmasız ve hüzünlere gark edilmiş umutları bir adamım tarihin çizgisinde. Tarihim şimdi... Tozları göğe savrulmuş, kayıp... Parçaları toprağına gömülü eski coğrafyaların. Sonsuzda saklı...

Nerede bulacağımı bilmediğim yüreğim, hangi rüzgâra açılacağını bilmediğim yelkenleri teknelerimin... Hangi savaştan zaferle çıkmışım ki, şimdi sevilsin bedenim?

Aşkı satır satır yazan, cayır cayır yanan yokluğunun alevindeyim. Ben yine toplamayı seviyorum hayatın matematiğinde.İnsanlığı reddedermiş gibi gelir o yüzden gidişin. Düşleri biriktirdiğim gözlerim, her sabah açılır da amaçsızca, sen başka bir kentte çoktan uyanmış olursun. İşte ondan her sabah terk edilişim...

Mantıkla çözülemeyen bir problemim. Tüm değerlere seni verdiğimden midir bilinmeyenliğim? Ve ben, o kavuşmasız aşklarımı bile yitirdim.

Apayrı Bir Ayrıntı

Bugün yine sensizlikle uyandım. Üstüme kalın bir sessizlik giydim dışarı çıkarken. Yollar, kâğıtlar dolusu cümleler gibi ayaklarımın altından geçti. Geride çamurlu kalıntılardı kalan. Sanki tüm güzel duygular, kirletilmişti yaşanırken. Giydiğim sessizliğime ise bir yağmur havası siniyordu. Sessizliğim, hüznü biriktirdikçe içinde, inceliyordu sanki.

Apayrı bir ayrıntıydı bu. Uzaktan anlaşılmaz. Ya da yaşamak gerekli...Zamana bırakmıştım her şeyi. Sonra da zamanı bıraktım. Yaşamak gerekli...

Yürümeye devam ettim. Gün hüzünleri işaret ediyordu her köşe başında. Kalın çizgilerle, altı çizili çığlıklar gibi
İsyan ediyordu gün. Apayrı bir ayrıntıydı bu. Ben bile görmeyebilirdim belki. Seni sevmeseydim...

Dönüş yolu eskimişti. Gece olmuştu bir çırpıda. Aç köpekler havlıyordu uzaktan adımlarımı hızlandıran.

Sokak aralarında, bitmiş aşkları topluyordum. Hüzünlerini kazıyınca üzerinden yaşanabilen... Kimse bilmezdi.
Apayrı bir ayrıntıydı çünkü. Geceyi de gündüzmüş gibi yaşayanlar bilirdi ancak. Koyu esmer bir gecenin tüm soğuğunu sineye çekebilenler bilirdi. Yaşamak gerekli...

Eve gelince, sessizliğimi soyunup sensizliği çekerim üstüme. İnce bir sensizlik... Sessizlik kadar üşüten... Uykusuz rüyaları sabaha taşırken tüm ağır işçiliğiyle hayatın ve aşkın, gelmeyeceğini bilerek senin, bir hayal kırıklığına engel oluyordum en azından.

Sen bilmesen de bunu, kimse bilmese de  seviyordum seni ve sen gün gibi geçiyordun üzerimden her gecenin sonunda. Apayrı bir ayrıntıydı bu.

16 Eylül 2013 Pazartesi

Güneşin Bildiği

Kimse bilmedi suskunluğunun yansıdığı soğuk geceyi. Bilmemeliydi belki. Başkalarının yaşadığı sabahların dünsüzlüğünü kıskandı. Rahatça unutulurluğunu kıskandı dünlerinin.

Yine uyandı sabah olunca. Gözleri umutsuz bir ana açıldı yine. Gece daha yaşanmadan, sabaha olacaktı ansızın.

Gün aydınlıktı. Gizli bir yağmur tehdidi savuruyordu rüzgâr. Zamansız bir saldırı gibi... Aniden vuracak gibi...

Güneş bulutları delmekten vazgeçmiş gibiydi. Ölüm bıraktığında peşini, Yaşam mı takılacaktı sanki ardına? Güneş biliyordu. Kimse bilmedi. Bilmemeliydi belki.

Yollar çamurlu ayak izleriyle doluydu. Birçok kaçışın, terk edilişin; kaçan ve terk eden izleri... Yol biliyordu bir tek bu izlerdeki telaşı...

Kaçan, yılana sarıldı. Terk eden, terk etmenin dayanılmaz bulunmazlığını yaşadı. Terk edilense uyandı bir sabah yine. Kutsanmış hayatların, bir yanı ısırılmış yasak elması gibi... Utandı yasaklığından.

Ve güneş gibi boş verdi ölümü. Ölüm bıraktığında peşini, yaşam mı takılacaktı ardına? Güneşin bildiğini, o da bildi.

Poyrazında Üşümek

Hava soğumadan tüm şehri zapt etmeye hazırlanan bir rüzgâr sarmış etrafımı. Yürümek için yanlış bir saat...
Ama uyumama engel bir duygu gürültü yapıyor içimde günlerdir. Bunu ancak, benim gibi üşüyecek bir şehirle kucaklaşarak giderebilecektim.

Gecenin en başıboş saati... Ve sessizliği yararcasına bir ses duyuluyor uzaktan.Rüzgârın sesi... Uzaklarda yiten bir aşkın ya da başlayamamış bir aşkın acısı haykırılıyor sanki.

Hava soğuyacak. Üstümde gecenin gözleri... Sanki bulutların ardından yıldızlar, sinsi bir plan kuruyorlar. Ve rüzgâr şehri iyice zapt ediyor. Şehrin sokaklarında soğuk yağmur suları akıyor oluk oluk.

Gecenin en acımasız saati... Ve nereye gitsem peşimi bırakmayan, kötü huylu bir poyraz Bedenimi dar bir elbise gibi sarıyor. Kalınlaştığı an bu yeni elbise, daha da çok üşüyorum.

Ömrümü düşünüyorum. Gönlümü saran, acı yüklü ve umudu derinliğinde kayıp bu aşkı... Yüzeye... Şehrin tam ortasından yüzeye fışkıran duygularım, şehrin tüm caddelerini sarıyor. Evlere sızıyor kapı ve pencere aralıklarından...

Şehir yeniliyor soğuğa. Yağmur değil sadece caddelerde akan. Ve bu saf duygularım, evcilleştiremediğim aşkım şehrin tüm pisliklerini yıkarken coşkuyla, kayboluyor mazgallardan içeri akıp.

Ve yine suçsuz yere yargılanan ben oluyorum. gece tüm soğuğunu bana işliyor. Poyraz gerçekleştiriyor infazımı. Baltayı her indirişinde sessizliğim sancıyor.Her ağlayışımda daha da acıyor bedenim. Yüreğime öykünen...

Yaşam Başka Yerde

Bu ihanetin bir parçasıydım artık. Hayatın kırık bir parçası olan yüreğimse, ihaneti tamamlıyordu sanki. Söylemiştim ya sana; 'Hayatım tüm acıları ve kötülükleri bile kapsar' diye... Bilerek atladığımız bir girdaptı aşk. Şaşkın birer ceset olana kadar savruldu duygularımız. Acıyla ve kötülükle beslenen her güzelliğin sonu gibiydik artık.

Artık sen benim içimde, ben senin içinde ayrı kıyılara vurmalıydık. Ciğerlerimize soğuk ve ince kumlu su, beynimizde ölmüş duygularımız kalmalıydı. Başkalarını sevmeliydik, birbirimizden aldığımız güçle.

Çünkü artık yoksun. Birden sustu dilin. Sessizliğin benim de dilsizliğim oldu. Çünkü bu zor aşkın gönüllü parçası olan ben, çoktan kaybettim yüreğimi. Senin içinde ya da her şeyin dışında...

Neydi peki bu hüzün hala? Neydi kimsesizliği kollarımın?

Öylece uzandım kumlara senin geçtiğin. İçime, ta yüreğime soktum onları kucaklayarak. Artık tüm dünyayı, ayaklarının altında çiğneyişini hissedeceğim. Artık tüm ihanetini bu dünyaya, dünyayla birlikte ağlayacağım sanki.

O yasaklığına sarılışım, beni nasıl bu ihanetin parçası yaptıysa, ancak sesin uyandırırdı beni bu hain aşktan. Bunu bilmeyen yoktu. Sevişirken bedenimize tanık olan tek bir yeryüzü parçası, gözünü kapayamazdı bu ihanete. Her kahkaha, acıları ağlatmıştı. Ve kumlara dökülmüştü yüreğim parça parça.

Nerede kaybettiğimi bilmiyorum. Hangi sahilde savruluyor kim bilir yüreğim? Ama nerede bulacağımı biliyorum yaşamı. Yaşam başka yerde... Senle ya da sensiz... Her şekilde başka yerde...

Kendine Ağlıyorsun

Nice yalancı baharlar gördün. Aldandın, kırıldın. Şimdi ise sonbaharın ortasındasın. Çekinerek bakıyorsun gökyüzüne. Hatta isteksizsin perdelerini açarken bile sabah saatlerinde. Korkuyorsun.       Yalnızlığınla bilediğin sevdan artık bir hüzün... Ve ayaklarının altında biriken bir nefret oluyor döktüğün her bir gözyaşın.

Her buluttan kaçıyorsun. Uçurumlara atıyorsun kendini. Düştüğün yerde derin hırçın bir nehir. Kaçtığın yağmurların beslediği zaman zaman... Hem ıslaksın artık, hem de kayıp...

Oysa yağmurda ıslansaydın en fazla üşüyecektin. Şimdi neredesin? Nereye akıyor kaybolmuşluğun? Belki de kanıyorsun. O kıyılarda yükselen kırmızı kayalar senin bitişinin rengi belki de.

Belki de nehirler her kuruduğunda sen kurtulmaya çalışıyorsun. Çoktan pes etmiş de olabilirsin. Her nehir kuruduğunda sensindir aslında bir bir yok olan.

Nice yok oluşlar gördün. Gerçekti. Yüreğin nicelerine tazelendi ne zahmetlerle. Şimdi bir ağacın gölgesinde, Kendine ağlıyorsun.

Sistemin Tek Taraflı Savaşı

Günümüzde insana dair her şeyin çıkar ilişkisi üzerine kurulduğunu varsaydığınızda, nasıl bir dünyada yaşarız, hiç düşündünüz mü? Duygusal bağ, yardımlaşma, toplumsal sorumluluk edinme gibi kavramların ortadan kalkması demek, belki de masallarda anlatılan kötü kalpli yaratıkların kurmaya çalıştığı dünyayı ortaya çıkaracaktır.

Sadece çıkar ilişkisiyle, aldığın kadar vermekle, bir şeyler alamadığını yok saymakla, insani değerleri bir kenara itip; güçlünün hayatta kaldığı bir dünyayı kurmaya, hazırlık yapıyoruz git gide. Kapitalizmin öngördüğü hayat biçimi de bu olsa gerek ki; sistem, insanlarına popüler kültürü pompalamaya devam ediyor. İşte tam da bu noktada ilişkiler, insani vasıflar, kültür, geçmiş, gelecek kısaca her şey yozlaşıyor. Akla gelebilecek her şey bir kirlenme içine giriyor. Peki, bu kirlenmeyi hangi yollarla sağlayabiliyor sistem?

Burada iğneyi kendimize batırmalıyız, çünkü sistemin popüler kültür saldırıları, saldırıya uğrayanların gönül rızasıyla yapılır. Ve savaş alanı da öncelikle televizyonlardır.

Televizyon, çekirdek gibidir; bir kere başladınız mı, bırakamaz ve sonunda konuşamaz, hatta düşünemez hale gelirsiniz. On bölüm sonra, nelerin olabileceği tahmin edebileceğiniz televizyon dizilerinde, bir dakika sonraki seneler öncesinden bildiğiniz kaçınılmazlığa şaşırırsınız. Günün gelişmelerinin aktarıldığı haber programlarında, her şeyin ‘yolunda’ olduğunu öğrenir, televizyonun bitmek bilmez eğlence dünyasına geri dönüverirsiniz.

Televizyon dizileri bir tarafa, çıkar ilişkisinin ön plana konulduğu reklamlar, televizyon programları, saçma rekabete dayalı yarışmalar tam da istenen insanı ortaya çıkararak, sadece çıkarları uğruna dayanışmayı bilen bireylerle, tamamen en güçlü ve en şanslısının kazandığı adil olmayan mutlak dünya kurulacak. Oyunları kaybeden ise kimi yarışmalarda olduğu gibi suya fırlatılacaktı. Kimi formatlarda ise “kim gitsin? yiyin birbirinizi, gönder sevmediğini” yöntemi işleyecekti.

Bir eve yemek yeme için toplanan insanların ev sahibinin yaptığı yemeğe ve masa düzeni gibi teknik konudan, yüzeysel başka birçok şeye kadar laf sokma yarışının yapıldığı ve hatta “e zıkkımın kökünü ye” ana fikriyle yapılan programlar var ki yarışmacıları, gerçekte var olmadığına inanmak istediğim insanlardan oluşuyor. Ben hiç kimsenin sırf az pişmiş et sevdiğini kanıtlamak için, dolaptan çıkmış çiğ bir dana etini (az yağlı koyun eti de olabilirmiş) bütün insanların huzurunda yiyebileceğini tahmin bile edemezdim. Yüce Yaradan bana o günü bu program vesilesiyle göstermiş oldu.


Bizlerse bütün bunları gerçek sanıp günlük siyasi, ekonomik sorunları düşünmeyi ve bu konularda kafa yormayı ötelemiş oluyoruz. Yazının başında bahsettiğim kavramların önemi, işte bu dertlerin çözümünün toplumsal boyutunu ifade ediyor. İnsanlar, şikâyetçi oldukları toplumsal sıkıntılara toplumun desteğiyle çözüm bulabilir. Toplumsal yardımlaşmayı, ayakta kalma güvencesi olarak görmesi önem kazanabilirse kişi ancak birey olarak bir değer kazanır. Yoksa hayatımızın her değerin, çıkar ilişkisi üzerine kuran, tamiri imkânsız bir yola dönüşeceğini görebilmek çok da zor değil.

"Ben Onu Çok Sevdim" Analizi

ATV ekranlarında bu sezon başlayan “Ben Onu Çok Sevdim” isimli televizyon dizisi, bir Adnan Menderes güzellemesi… Adnan Menderes’i Mehmet Aslantuğ oynuyor. Dizi yayınlandığı şu dönem itibariyle çok da önemli… Çünkü Gezi Direnişi sırasında iktidarın Adnan Menderes, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan’ın benzerliğine vurgu yaptığını çokça gördük. “Astınız, zehirlediniz, yedirmeyiz” üçlemesini hatırlarsınız…

Elbette ki cunta tarafından idam edilen sivil bir başbakana bu ülkenin manevi borcu büyük… Ama burada yapılan da sadece bu değil… Usta’nın Hikâyesi ile yapılmaya çalışılanın, Adnan Menderes ayağı gibi duruyor.

Dizinin fragmanında Menderes’in vatanperverliğine vurgu yapılırken, siyasi rakibi İsmet İnönü de kötü, asık yüzlü olarak önümüze sürülüyor. Üstelik İsmet İnönü’yü son dönemin kötü üvey baba karakteri üzerine yapışmış Şemsi İnkaya oynuyor. Bunun da siyasi bir amacı var tabii. Elbette İsmet İnönü de eleştirilmeli… Ancak bu Adnan Menderes’i sütten çıkma ak kaşık yapmaz.

Dizi Adnan Menderes döneminin kara lekelerinden olan 5-6 Eylül olaylarına değinmeyecek gibi görünüyor. Ya da değinse de bugünkü anlayışın geçmişteki versiyonu olarak dış güçlerin oyunu, iktidarı yıpratma planı olarak değinilecek. Günümüze çağrışım için bu uygulanacaktır.

Aslında dizi daha çok Adnan Menderes’i bir baba, onurlu bir insan, hatta kahraman olarak gösterecek. Büyük ihtimalle tarihi olaylarla kafayı çok ‘bulandırmayacak.’ Usta’nın Hikâyesi’nde olduğu gibi iktidardaki adamın hatalarını görmezden gelmemizi gizlice talep eden bir dram yaratılacak.

Adnan Menderes için hazırlanan bu güzelleme, tek parti dönemini henüz atlatamadığımızın göstergesi… Tek adam sevgimizin sonu yok. Demokrasi kahramanı ve kurbanı olarak lanse edilen Menderes’le ilgili şöyle objektif bir çalışmaya henüz rastlamadık.

Menderes’in dizginleri Amerika’nın eline vermesi, gelen para yardımlarıyla sözde ekonomik büyüme yaratması, ancak sonra yine paraya ihtiyaç duyması sonrasında Amerika ile ilişkilerin bozulması süreci anlaşılmadığında, 27 Mayıs’ın da aslında bir Amerikan destekli darbe olduğunu anlayamayız. Çünkü Amerika’daki para yetmeyince Sovyetler Birliği’ne yönelen Menderes’in bu yakınlaşması Amerika için iyi bir şey değildi. Olan biten Amerika’nın tipik ‘işten çıkarma’ yöntemiydi. İdamla sonuçlanıp sonuçlanmayacağını hesaplamamış olsa da bunu umursaması da beklenemezdi.

Menderes’in askeri darbe sonucu idam edilmiş olması, onun siyasi iktidarı boyunca yaptıklarını haklı çıkarmaz. Siyasi hatalarının idamı haklı çıkaramayacağı gibi…

Dizinin amacına dönelim. AKP’nin son dönemdeki muhalif hareketleri karalama yöntemi olarak kullanıp, bu ‘karanlık planın’ ne kadar uzun bir geçmişe dayandığını kanıtlama çabasına destek vermeye çalışıyor dizi. Çok geçmeden Recep Tayyip Erdoğan’ın bu diziye atıfta bulunup gözyaşı dökeceği bir televizyon programı hazırlanabilir. Bekleyin.

Sonuç itibariyle bugünkü siyasi iktidarı aklamak için, Başbakan’ın geleneğini sürdürdüğü Menderes dönemini de aklamaya devam etmek gerekiyor.

Cuntanın katlettiği bir başbakan olarak duygusal bir çerçevede yer alması gayet normal Menderes’in. Kendisiyle strateji gereği bir bağ kuran Recep Tayyip Erdoğan’ın kefenini giydiğini söylemesi, “astınız, zehirlediniz, yedirmeyiz” sloganı bu duygusallığı kullanma çabası… Bu dizi de gerekli duygusal ortamı hazırlayacağa benziyor.


Twitter'ın Şirinlik Muskası Kadıköy Belediyesi

Kadıköy Belediyesi Twitter'da ilginç bir kıvam yakaladı. Takipçileriyle kurduğu yakın arkadaşlıkla şikâyet-çözüm mekanizmasını güzel bir şekilde işletebiliyor. Öyle ki şikâyet tweetinin ardından şikâyet eden vatandaşın kısa süre sonra gönderdiği teşekkür mesajı hızlı bir şekilde çözümün sağlandığının göstergesi.

İlgili, eğlenceli, esprili bir kafa hâkim. Bu şekilde gri renkteki devlet dairesi imajı ortadan kalkıyor. Kadıköylüleri memnun eden, başka ilçelerdeki vatandaşları da özendiren bu durum kamu kuruluşları için örnek de teşkil edebilir. Keşke etse.

Vatandaşlarla gerçekleştirilen bu samimi Twitter yazışmaları, şikâyetçi vatandaşın agresifleşme ihtimalini de ortadan kaldırıyor. Kurulmuş olan bu dostluk, en agresif şikâyeti bile tatlı sert forma sokuyor. Dolayısıyla halk halinden memnun...

Kaldı ki direnişin Anadolu Yakası şubesi haline gelmiş Kadıköy'de, belediyenin yaralanan ve zor durumda kalan eylemciler için Süreyya Operası'nı revire çevirmesi de görmeyi istediğimiz bir hareketti. Bu şirin Twitter hesabı da eylemler sırasında vatandaşına hizmeti sürdürdü.
Gerçek ilgi, çözüme odaklılık, düzeyli espriler.

O Twitter mesajlarına biraz örnek vereyim.

Bir takipçi Kadıköy Belediyesi'ni sevdiğini söylediğinde cevap olarak "biz de size karşı boş değiliz" cevabı alıyor. Hatta bu güzel ilişki iki arkadaşın birbiriyle anlaşamadıkları bir konu yüzünden ara ara atışması, ama yine de bir arada olmaktan vazgeçmemesi gibi oluyor. Bitmeyen yol çalışması yüzünden ara ara atışsalar da kendilerini sevdiğini söyleyen takipçisine, "bunlar diyalogumuza zarar vermesin" diye karşılık verebiliyorlar. Hal böyle olunca negatif durumları pozitife çevirmek daha da kolay oluyor.
Aslında hepsinden bahsetmek isterdim. Ancak zaten pek çoğunuz biliyorsunuz. Bir belediyenin, vatandaşla aradaki kalın perdeleri kaldırması, "dilekçe verin" soğukluğundan kurtulması ve bütün bunlarla beraber sosyal medyayı nasıl kullanması gerektiğini sonuna kadar idrak etmesi, sadece İstanbul'daki belediyeler için değil tüm Türkiye'de yerel yönetimler, hatta pek çok devlet kurumu için örnek teşkil etmeli.

Elbette eylemler sırasında zor durumda kalan vatandaşa destek olarak da bir başka örnek model oluyor. O da anlayana.

14 Eylül 2013 Cumartesi

Nielsen ve Twitter Ortaklığı Neye Yarayacak?

Televizyon reyting ölçüm kuruluşu olan Nielsen, Twitter ile birlikte ortak bir reyting ölçüm sistemi oluşturmaya başladı. Daha önceden iki başlı olarak işleyen sistemde, Socialguide kuruluşu tarafından sosyal TV analizleri yapılıyordu. Bu şekilde de reklam verenler bilgilenmiş, hedef kitlesini belirlemiş oluyordu.

Yeni sistemde sosyal TV analizleri tamamen Twitter üzerinde belirlenecek. Böylelikle televizyon programlarının sosyal medya ayağı da güçlenecek. Yavaş yavaş televizyon izleyiciliğinden, internet kullanıcılığına kayan potansiyel bu şekilde yeniden kazanılmış olacak.

“Bu yeni sistem neden bu kadar önemli?” sorusunun çok basit bir cevabı var. Klasik sistemde belli sayıda izleyiciden alınan izleyici analizleri, manipülasyona çok açık… Bu yüzden “halk bunu istiyor” bahanesi yüzünden tatsız, kalitesiz programlar ortaya çıktı. Ancak günümüzde de görüldüğü gibi izleyici kaliteli bir yapımı, eğer televizyon kanalı ve programın yapımcıları idealist davranırsa, izleyip beğenebiliyor. İşler Güçler, Leyla ile Mecnun bu duruma iki iyi örnek olabilir.

Yeni sistem, işte bu eğilimin anında analiz edilmesini sağlıyor. Twitter’dan alınacak verilerle izleyicinin gerçekten ne istediğini anlamak daha mümkün olacak.

Türkiye’de de televizyon dizileri yayına başladığında ekranın altında bir tabelayla Twitter üzerinden izleyicinin katılımını sağlamaya çalışıyor. Böylelikle dizi yapımcıları kendi ölçümlerini yapabiliyorlar. Örneğin Leyla İle Mecnun dizisinin “#arabeskyasaklanirsa” tabelası “trend tweet” olmuştu. Bu dizinin o günkü reytingine de ciddi oranda yansıdı.

Twitter’da yine çok fazla aktif olmuş bir televizyon dizisi de “Kuzey Güney” idi. Diziyi izlerken karakterlerin Twitter’da paylaştığı gönderiler aynı anda gerçekten Twitter’a da düşüyordu. Bu gerçek zamanda meydana gelince izleyicinin heyecanını da arttırıyordu. Bol bol retweet de görüyorduk. Bunu en iyi kullanan da “Bir Kadın Bir Erkek” dizisiydi. Dizinin bu denli sosyal medyanın kurdu olması, Star TV’ye transferinde de büyük ölçüde etkili olmuş olabilir.

Sistem Türkiye’de de uygulanmaya başlarsa Türkiye’deki televizyon programı yapımcısı kafasında da ciddi değişiklikler olacak. En önemli değişiklik, yukarıda bahsettiğim her seferinde ısıtılıp önümüze konan “halk bunu istiyor” pilavı artık yenmeyecek.

Kontrolü tamamıyla RTÜK’te olan reyting ölçümleri AGB tarafından yapılıyor. Peki, bu sonuçlara ne kadar güvenebiliriz? Mesela devlet istemediği bir televizyon programın reytingleriyle oynayarak yayından kalkmasına neden olabilir mi? Bu komplo teorisi gibi görünse de gelinen noktada çok da hayal değil.

Bu sistemin Türkiye’de de uygulanma şansı bulabilmesi, sosyal medyanın gücüne karşı koymakta zorlanan televizyonun tek kurtuluş yolu… Zaten izleyici izlemek istediğini internette bulabiliyor. İşte o zengin içeriğin televizyonlar tarafında da kazanılması önemli.

Ayrıca izleyici kalitesiz, içeriği sıfır yapımları önüne sunan yapımcılara, bu yolla anında cevap da verecek. Asıl önemli faydası da bu olsa gerek…

Seni Parçalayamam Kalbimden

Moleküllerini parçaladım ulaşılmaz denilen dağların, seni parçalayamadım kalbimden. Ve sol yanımdan köyler boşaltıldı bir gece, ansızın… Bir seni sürmediler içimden.

Sonunda göğsüme ilişmiş bir sancı oldun. Başka aşkları almasın diye gözlerim açılmaz perdelerle çevreledim zihnimi. Sen yoktun. Ebedi tadilattaydı, giderim, dediğin yollar.

Ama git artık yolculuğuna Dönülmezliğinde kaybol. Git artık. Gitmezsen sancırım. Sancırım da kurtulamam perdelerinden.

Git artık. Gitmezsen yürüyemem. Şimdi diyeceksin ki bu ne tutarsızlık… Yanımdayken tutmadığın ellerim soğuktan titreyen bir serçe gibi… Ne kadar dayanır? Karşımdayken bakmadığın gözlerim nasıl görür önünü? Git artık. Gitmezsen kanarım.


Seni parçalayamam kalbimden.