Yıllardır şiir yazarım. Gecenin
bir yarısı uyanır, az önce terk edilmişim gibi birkaç satır karalarım. Sonra
uyurum. Her yazdığım aşk şiirinde bildiğin aşk acısı çekiyor gibiyim. Kara
sevda yaşarım şiirlerde.
Hal böyle olunca okuyanlar sorar.
“Hocam hayırdır?” Bu sorunun altında “ne oluyoruz, anlayalım” laubaliliği
yatar. Hatta akrabalarda da “kemiklerini kırarım” tonlaması vardır. Eşim de
tatlı sert sorar. Güya şaka yapar. Ama bunların ilham kaynağının kim olduğunu
içten içe merak eder. Evli barklı insansın, yakışıyor mu? Bunu soracak bir
babayiğit henüz çıkmadı neyse ki…
Önce bir aşk şiiri ya da öyküsü
yazmak için hâlihazırda bir aşk yaşıyor olmak gerekip gerekmediğine karar
verelim. Kimi zaman gerekir; kimi zaman gerekmez. Her sabah âşık olup her akşam
terk edilmeyeceğime göre daha net ve mantıklı bir sebebe doğru yelken açalım
şimdi.
Ben cinayet öyküsü yazdığımda
kimse, “hocam hayırdır?” diye sormaz. Kimse “kaçın adam bizi kesecek” diye
ortalığı velveleye vermez. Üstelik cinayet konusu daha reeldir. Aşksa iç
dünyada olan karmaşık duygu sağanağıdır. Dur, dur… O konuya girmeyeceğim.
Sonuç itibariyle, bir cinayet
öyküsü yazmak için az önce birini öldürmüş olma şartı olmadığına göre aşk şiiri
yazmak için de mütemadiyen âşık olmak gibi bir gereklilik yok.
Ya da vardır. O zaman cinayet
öykümü okuduğunuzda beni ihbar edersiniz.
Şimdi bu kadar yaşanmışlık kokan
şiirler nasıl ortaya çıkıyor peki?
Kısaca anlatayım, bu
gereksizlikler içeren yazı bitiversin aniden.
Bir sürü insanla tanışıyoruz. Bir
sürü hikâye dinliyoruz. Bir sürü aşka şahitlik ediyoruz. Gözümüzün önünde bir
ayrılık yaşanıyor. Ağlayan bir kadın görüyoruz. Bir bankta düşünceli bir
şekilde oturan adam görüyoruz. Ne oluyor? Al sana şiir… Ne oldu âşık mı olduk
da yazdık? Laf…
Evet, bitti yazı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder