Dışarıda lapa lapa kar yağıyordu.
Ve ben bu karlı günün gecesinde ilham gelmesini bekliyordum. Bir şeyler
çizmeliydim. Yeni başlamıştım zaten bir şeyler yazıp çizmeye. Sık
gelmeliydi ilham. Oysa ilk zamanlar çıkmazdı benden. İki cümle söyler,
kurtarırdı bir haftayı. Yerdi, içerdi; ses etmezdim. Niye gelmiyordu ki şimdi?
En sonunda sokağa çıkıp hava
almaya karar vermiştim. Çıktım. Evin arka sokağı yokuştu. O yokuşu inerken
sürekli düşmekteydim. Bir yandan da yağan kar görüş mesafemi kısaltmaktaydı.
Ama abartılacak bir şey yok. Sonuç itibariyle Moskova'ya iniş yapan bir uçağın
pilotu değildim. Ancak bir süre sonra öyle bir kaydım, o kadar sert düştüm ki,
popomdaki ağrıyı sana tarif edemem, göstermek gibi olur. "Ahhh ulaaaaan!
Ah veletler bütün gün kaydınız, buz pisti gibi yaptınız, neredeyse doksan
derece açılı bu yokuşu." diye mahallenin çocuklarını gıyabında azarladım
bunun üzerine. Hızımı alamayarak gözüme gözüme yağan kara da sağlam bir fırça
çektim. "Siz de yağacaksanız yazın yağın be. Kışın dedem de yağar."
Kar tınmadı bile. Ancak yaptığım gürültünün neticesinde birileri rahatsız
olmuş, içlerinden biri bir yerlerden bağırmaya başlamıştı. Hemen yanındaki eski
evin camından, en az ev kadar eski bir adam sesleniyordu. "Ne bağırıyorsun
oğlum? Manyak mısın? Saat kaç biliyor musun?"
Adam gerçekten saati merak etse
herhalde sokaktan birinin geçmesini hatta gürültü yapmasını beklemezdi, diye
düşündüm. Aklıma da oturaklı bir laf gelmeyince sadece özür diledim. Ah ulan
ilham... Gelseydin, bunu yaşamak zorunda kalmayacaktım.
Neyse... Artık yürümenin mümkün
olmadığını fark etmiştim. Ve yuvarlanmaya karar verdim. Ancak kısa bir süre
sonra yokuş bitmişti. Yeni bir yokuş başlıyordu ama işte. O da doğal olarak
çıkış gerektiriyordu. Yukarı doğru yuvarlanamayacağımı, o güne kadar edindiğim
fizik bilgisi sayesinde biliyordum. Ancak sürünebilirdim. Süründüm de. Neyse ki
tırmanış bitmiş, Karadeniz'in azgın sularına bakan tepeye ulaşmıştım. "Hey
gidi, Kazım Usta hey..." dedim şöyle içli içli. Sonra da "Kazım Usta
da kim? Tanımıyorum ki böyle birini." diye kendimi yalanladım. Soğuktan ve
yorgunluktan ne dediğimi, ne düşündüğümü şaşırmıştım. Saat de çok geç olmuştu.
Ben diyeyim; iki, siz deyin; iki yirmi beş, onlar desin; saatimiz yok, biz
bilmeyiz… Uzar gider.
Biraz başımı kaldırıp etrafı
izlemeye başladım. Rus klasikleri gibi yetmiş beş sayfa betimleme yapmaya
niyetim yok. Zaten çok soğuktu. Öyle böyle değil... Çişim gelse (idrar çok
bilimsel bir ifade, bu da çok amiyane... Ne yapayım arada
kaldım.) yapamazdım. Güney bölgelerim buzul çağ yaşıyordu; o kadar
söyleyeyim. Daha açık olamam.
Birden bir farklılık oldu
etrafta. İçimi korku ve endişe kapladı. Beyaz bir ışık gökyüzünden aşağıya
iniyordu. Uzaylılar
gelip, beni kaçıracaktı. İçime bir yaratık cenini yerleştireceklerdi. Taşıyıcı
anne olacaktım. Zor bir doğum olacaktı. Yaratık doğacak, doktor, hemşire
demeden telef edecekti koca doğumhaneyi. Ne yapalım? Evlattı, candı... Dur
be, dedim kendime. Aklıma kötü fantastik senaryolar getirme, diye kendimi
azarladım. İçimdeki ben çok paranoyaydı.
Işık yavaş yavaş yaklaşık 3 metre önümde yere
inmişti. "Ulan, yoksa kayıp düştüğümde öldüm mü ben?" diye içimden
geçirdim. Sonra birinin sesini duydum. "Tırsma, tırsma! Bekliyordun ya,
geldim işte."
İlhamdı bu!
İlham, kendini yere indiren
ışığın küçülmesini bekledi. Yerden alıp cebine koydu ışığı.
"Ne bu hal? Bir havalar var
sende. Özel ışıklarla geliyorsun." dedim
"Eeee oğlum, karşında hayal
dünyasının en büyük ilham şirketinin yönetim kurulu başkanı duruyor." dedi
gururla ceketini düzelterek.
Çok sevinmiştim bu habere. Ama
bir yandan da üzüldüm. Gelmezdi artık bu adam bir amatörün ayağına. Anlamıştı
İlham derdimi.
"Sakın endişelenme. Seni
bırakmam. Hayat boyu yanında, gelişimini takip edeceğim.
Sevindim bu habere. Ama asıl
mesele biraz da bugünkü üretim kabızlığımdı. Ona ne çizeceğimi sordum. Fikri
neydi, acil almalıydım. Çünkü donuyordum kardeşim!
"Güç, içinde... Ne
yapacağını içinde bulacaksın..." Daha birçok şey söyledi. Aslansın, koçsun, şusun,
busun.
Gülümsedi, omzumu kavrayıp beni kucakladı ve
ışığına binip uzaklaştı. "Hoşça kal" diyebildim. "Ne oldu şimdi?
Bunun için mi aidat ödüyorum ben bu hayal dünyasına?" diye içimden
söyleniyordum. Geri dönmek için yola koyuldum. Ne yapacaktım? Tabii ya... Bu
olayı yazacaktım işte. Ondan gelmiştim buraya. Beni buraya ilham çekmişti. Ah ilham... Yine yapmıştı yapacağını. Çizeyim
diye çıktığım yolda yazacağım malzemeyi vermişti işte. Bu yönetim kurulu meselesi
de kolpadandır şimdi. Neyse...
Eve geldim hikâyeyi yazdım. E bu da o zaten. Hala
yazıyorum. Uyudum. Rüya gördüm. Rüyamda rüya görüyordum. O rüyada ne gördüğümü
görecek kadar derin uykunun adı ölüm olabilir. Neyse ki görmedim.
Ama bu hikâye bitmeli artık, sıkıldım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder