Spor Haberleri

Köşe Yazıları

30 Ekim 2013 Çarşamba

Ahmet Kaya'nın Vebali Serdar Ortaç'a mı?

Manisa’da Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri kapsamında düzenlenen Serdar Ortaç konserinde yaşanan Ahmet Kaya krizi, 29 Ekim’e damgasını vurdu.

İzleyicilerden küçük bir grubun Ahmet Kaya posteri açması, arbedeye neden oldu, olay büyüyünce sahneye çatal, bıçak ve birçok sert cisim atıldı. Olaylar yatışmadı, Serdar Ortaç konser alanını terk etti.

Bu istenmeyen olay Serdar Ortaç üzerinde geçmişten beri dolaşan adeta bir lanetin eseri… Popüler müziğin ve magazin dünyasının ünlü bir ismi olan Serdar Ortaç’ın, böylesi politik bir meselenin içinde yer alması ve Ahmet Kaya’yla yersiz husumeti 10 Şubat 1999 tarihindeki Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül törenine dayanıyor. Ahmet Kaya’nın Yılın Sanatçısı Ödülü’nü almak için sahneye çıkıp söylediği sözler sonucu oluşan tepkiler bu ülkede Kürt olmanın ne kadar sancılı olduğunu da gösteriyordu.




“Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klipi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum...” dedi ve şarkısını söyledi Ahmet Kaya.

Toplumun kanına işlemiş bir ırkçı tepkinin kitlesel deneyimiydi yaşananlar. Yaşananlar ya tesadüfen büyüyen bir ırkçı tepki örneğiydi ya da önceden örgütlenmişti. Serdar Ortaç’ın sahneye çıkıp, Ahmet Kaya’ya hitaben o ‘eşsiz eseri’ “Bu Devirde Kimse Şah Değil, Padişah Değil” şarkısını söyleyip peşinden 10. Yıl Marşı’na girince olay tam bir linçe dönüştü. İnsanlar Ahmet Kaya’nın olduğu masaya doğru çatal, bıçak atmaya başladı. Geceyi yılın sanatçısı olarak böylesi bir saldırıyla tamamlamak zorunda kalmıştı Ahmet Kaya. Sonrası da malum… Ülkesini terk etmeye zorlayan linç zaman içinde de devam eti. Ve Kaya’nın ülkesinden uzakta hayatını kaybetmesi ve gurbette gömülmesi de onun canını yakmaya devam etmiş olmalıydı.

Peki, biz bu yaşananların hesabını Serdar Ortaç’a mı sormalıyız? Konjonktür icabı ya da değil, pek çok kez özür dilemiş bir adam Serdar Ortaç. O günlerde bu linçe katılmış olmasını da toyluğuna vermemizi rica ediyor.

Aslında Ahmet Kaya’nın linç edilmesine neden olan süreç resmi ideolojinin Cumhuriyet tarihi boyunca dayattığı “tek millet, tek bayrak, tek dil” dayatmasının sonucudur. Dolayısıyla bu süreci yönetenler Serdar Ortaç gibi kültürel, sanatsal ve fikirsel anlamda kanaat önderi olamaya bir magazin kahramanını yem olarak ortaya atmış, Ahmet Kaya’nın linç edilmesini keyifle izlemişti. Mesela Serdar Ortaç’a gelene kadar, aynı gecede linçi alkışlayan Mahsun Kırmızıgül’e ne demeli?

Hala Serdar Ortaç’a bütün günahı yüklemek, meseleye sembolik tepkiler koymaktan öte bir şey değil… Onu huzursuz edecek eylemler, Kürt meselesine çözüm getirmez. Devletin Kürtlerle ilgili politikasında elle tutulur bir değişiklik var mı? Örneğin özel okullarda anadilde eğitim alma serbestliği, anadilin hak olarak kabul edilmesi midir? Değildir elbette.

Dolayısıyla bugün de birileri çıkıp Ahmet Kaya’nın söylediği gibi şeyler söylerse linç edilebilir. Çünkü değişen bir şey yok. Sokakta Kürtçe konuşup gülüşen insanlara ters ters bakıp “ Kürtçe konuşuyorlar bağıra bağıra” diyen var hala. Bunu söyleyenlerin eline fırsat geçince toplanıp 10. Yıl Marşı’yla birbirlerini gaza getirir hala.


Dedim ya, değişen bir şey yok. Ahmet Kaya’nın başına gelenler, gurbete gidişi, gurbetteki yitişi Türkiye toplumunun boğazında yutkunamadığı bir yumrudur aslında. Onu bu sürgüne zorlaya linçin tohumu, bu toprakta pusuda beklemeye devam ediyor. 

29 Ekim 2013 Salı

İkizler Burcu Bu Haftaya Dikkat Etmeli

İkizler burcu erkeği için yepyeni bir dönem başlıyor. Bir önceki dönemde bitmeyen bazı şeyler de bu döneme sarkınca, karşı cinsle olan ilişkilerde bereketli bir döneme giriyorsunuz. Sarışını gidecek, esmeri gelecek… Sonra hepsi gelecek. Öyle bir dönem yani...

Bir milyon yılda bir olan bir durummuş. Tüm gezegenler İkizler burcunda buluşuyormuş. Öyle olunca çok kısmetli bir dönem oluyor haliyle. Hadi, yine iyisiniz köftehorlar!

Ama tabi suyunu da çıkarmayın. Azıcık yanınızdaki arkadaşlarınıza da paslayın. Sonuçta siz paylaşmayı seven bir karaktersiniz.

Bu dönemin en önemli sıkıntısı karar verme sorunu olacak. Zaten hemen öyle çat diye karar vermemeniz lazım, o ayrı. Sonra bu dönemde güneş gözünüze geleceğinden güneş gözlüğü olmadan dışarı da çıkmamalısınız. Böylece etraftaki kadınları keserken de gözlerinizin yuvalarından çıktığı anlaşılmayacaktır. Bir abazanlık var yine sende. Haydi hayırlısı...

İkizler burcu kadını için de yukarıda söylediklerim geçerli. Ama genel olarak çok yalancı olduğunuz için yaşayacağınız sorunlar var. Terk ediverdiğiniz eski sevgilinizi şu sıralar arayabilirsiniz. Aradığınız eski sevgilinize geri dönebilir, ama sonra mabadınıza baka baka geri dönebilirsiniz. Önümüzdeki üç güne dikkat… Sonra salabilirsiniz yine kendinizi.

Evet ikizler burcu… Şu sıralar biraz tuhaf şeyler yaşayacaksınız. Eee, ne de olsa sizin burç gibisi yok. Çift karakterliler ne olacak?


Melih Gökçek'in Hasetçileri Çileden Çıkaran Ağaçları

Sonda söyleyeceğim başta söyleyeyim. Evet… Çatladık. Çileden çıktık. Ve hatta hasetçinin başkanı olarak seçiyorum kendimi. Ve yazının daha başında çileden çıktığımı ilan ediyorum.

Biz hasetçileri bu kadar çatlatan, çileden çıkaran ne? Efendim, Melih Gökçek’i ağaç düşmanı olarak göstermeye çalışan bizim gibi haddini bilmezler, aslında nasıl bir doğa dostu bir zat olduğunu görünce haliyle çatlamaktaydı. Melih Gökçek’in Twitter’da paylaştığı ağaçlar önünde çekilmiş fotoğrafı ve bunun ne anlama geldiğini anlamamıza yardımcı olan notu, hakkında yazı yazmamaya karar vermemi bir süre daha geciktirecek türde.

Bu geciktirici ve çileden çıkarıcı paylaşım şöyle… Melih Gökçek Twitter'da paylaştığı fotoğrafın altına, 'İşte Ankara'nın yeni ağaçları... Ankaralıyı sevindirecek, gururlandıracak, hasetçileri çileden çıkaracak' 

Öncelikle o fotoğraftakilerin ağaç olduğunu, o notu yazmasa anlamazdım. Ayrıca “acele dikin önünde fotoğraf çektirmeye geliyorum” demiş de ağaçlar can havliyle dikilmiş gibi duruyor. Aman canım, karalamayalım şimdi. Adam ağaç dikmiş, yaranamıyor.

ODTÜ Ormanı’na gece baskını yapan da biziz zaten. Bu bilgiyi saklayıp Melih Gökçek’e suç atıyoruz. Sayın Başkan meğer ağaç dikiyormuş mütemadiyen.

AKP iktidarı zaten yıllardır yüz binlerce fidan dikmiş. Meğer gerçek çevrecilik fidan dikmekmiş sadece.

Fidan da dikeceksin elbette. Güzel bir şey… Ama var olan, yüzyıllarca oluşmuş doğal ortamı yok etmeyeceksin. Ekolojik sistem üzerinde iktidar kurmaya çalışmaktır var olanı yok etmek… Yol uğruna, kışla uğruna, rant uğruna…

Bir ormanı yok ettiğinizde içinde yaşayan birçok canlıyı da yersiz, yurtsuz bırakıyorsunuz. O canlıların ölmesine neden oluyorsunuz. Fidan diktiğiniz yerde o fidanların ağaç olması, canlılara yuva olması ne kadar zaman alacak? “Yaptık, oldu” kafası söz konusu doğa olduğunda işlemiyor işte.

Bir de bu gösteri çabası nedir? Ne yapsalar, insanların gözüne sokmalar… “şiştin miii, çatla da patla” demeler…

ODTÜ’deki ağaçları yok edince doğayı tahrip ettiğiniz gerçeğini ağaçlarla çektirilen hatıra fotoğrafıyla yok etmeye nasıl çalışabilirsiniz? Pek anlamadım. Ama yine de Sayın Başkan’ın gönlü olsun. Çatlayalım fesatlıktan ortalık yerimizden. Twitter’da çatlamış haldeki fotoğraflarımızı hediye edelim. Evet, yapalım bunu.


28 Ekim 2013 Pazartesi

Lou Reed'in Ardından

Lou Reed'in temsilcisi Andrew Wylie, ünlü müzisyenin Southampton'da 71 yaşında hayata veda ettiğini açıkladı.

1960'ların sevilen ve efsaneleşmiş grubu Velvet Underground'ın kurucusu Lou Reed'in karaciğer naklinden kaynaklanan bir rahatsızlıktan dolayı hayatını kaybettiği söyleniyor.

Reed, “Walk on the Wild Side” ve “Perfect Day” gibi şarkılarla tüm dünyaya ün saldı. Lou Reed son zamanlarında Robert Wilson, Wim Wenders, Julian Schnabel, Laurie Anderson ve Metallica grubunun da bulunduğu sanatçı, tiyatrocu ve müzisyenlerle çeşitli projelerde g Lou Reed, verdiği son demecinde, “Zaman nasıl akıp gidiyor hayret ediyorum. Daha dün 19 yaşındaydım” demişti. İşte o yüzden dolu dolu yaşadı. Müziğe gönül verdi ve üretti. Geçen zamana güzel eserler bıraktı. Ve bence mutlu öldü.

Ve müzik dünyasının ünlü isimleri de Reed’in arkasından son sözlerini şu şekilde paylaştı. Kiss grubunun kurucusu Paul Stanley (61), “Lou oyunu kendi kurallarıyla oynayan bir müzisyen, bir sanatçı ve bir öncüydü” dedi. Mötley Crüe grubundan Nikki Sixx, Twitter hesabında, “Karanlık ve güzel şarkı sözlerin, müziğin ve hayat tarzın için teşekkürler” diye yazdı. Rage Against The Machine grubunun gitaristi Tom Morello, “Lou Reed olağanüstü bir yetenekti” yorumunu yaptı.

Ve ben de Perfect Day ve pek çok şarkısında olduğu gibi dinlerken kendimden geçtiğim ustaya güzel duygularımı uçuruyorum.





Whatsapp mı, Viber mı, Tango mu?

Akıllı telefonlarda bildiğiniz gibi mobil internet kullanılarak ücretsiz görüşme yapabildiğiniz üç tane uygulama var.

Whatsapp olmazsa olmaz. Yüklü olmayan telefonu akıllı telefondan saymıyor camia. Sadece mesajlaşabiliyorsun tabi. Fotoğraf gönderebiliyorsun, sesli mesaj gönderiyorsun. Telefon rehberinde aynı uygulamayı kullanan eş dostla görüşüyorsun. Telefonunun kayıtlı olmadığı arkadaşını, akrabanı da hızlıca deşifre edebiliyorsun.

Viber var bir de. Onunla hem mesajlaşıyorsun, hem de sesli telefon görüşmesi yapabiliyorsun. Güzel bir uygulama…

Üçüncüsü de yeni yeni ismini duymaya başladığımız Tango… Bu da aslında Facebook’un mobil hali gibi…Profil sayfana fotoğraf yükle, durum güncellemesi yap…

Mesajlaşmak mümkün, sesli, görüntülü konuşma yapabilmek de… Bu çok faydalı oluyor açıkçası… Uzak bir arkadaşınla anında görüşebilmek güzel bir konfor…

Tango’nun bu belirgin ayırıcı özellikleri dışında bir de arkadaş bulma özelliği var ki bu amaçla kullanacak insan için neredeyse koordinat verecek. Yakınlarda Tango kullananları bulup beğendiğinde iletişime geçebilirsin. Hele bir de yazıyor ki “100 mt yakında” diye? Aman aman…

Şimdi siz soracaksınız ki “sen hangisini kullanıyorsun? Hepsini… Telefonum arkadaşlarından geri kalmasın.





27 Ekim 2013 Pazar

Mısırlı Komedyen Basim Yusuf'un Seçimi

Mısır’da İslam ve eski Cumhurbaşkanı Mursi’ye hakaret ettiği iddiasıyla yargılandıktan sonra serbest bırakılan komedyen Basim Yusuf, dört ay sonra yeniden ekranlara döndü.

Basim Yusuf ilk programında Mursi’yi deviren General El-Sisi’yi eleştirdi. Programdaki bir skeçte, bir pastacı Mısır’daki hemen hemen her dükkânda popüler olan Sisi’nin resimlerinin olduğu paketlerde çikolatalar getiriyor. Pastacı “ne Sisi’yi sevmiyor musun?” diyor. Yusuf ise korkuyla “çikolataların hepsini ver. Kim sevmez ki Sisi’yi. Fakat sevgi her şeyi unutmamıza yol açacak.” Diye karşılık veriyor.

Basim Yusuf bu programla birlikte farklı tepkiler aldı. Kimi ‘vatan haini’ olduğunu söyledi. Kimine göre ise bu demokratik görüntü için güzel bir şanstı. Mısırlı Amr Helal, “Basim Mısır’daki ifade özgürlüğü noktasında bir çeşit turnusol kâğıdı işlevi görmeye başladı. Birçok insan onun Sisi’ye meydan okuyamayacağını söyledi. Fakat o bunu yaptı.”

Muhalif olmanın kaderi dünyanın her yerinde baskıcı yönetimlerle yaşamak zorunda olanlarla aynıdır. İktidara muhalifsen, darbecisin ya hani. Türkiye’deki durum da bu işte… Mısır’daki Basim Yusuf örneğinde de gördüğümüz üzere baskıcı Mursi’yi eleştirdiği için hem İslam, hem de devlet düşmanı ilan edilmiş biri, Mursi’yi deviren generali eleştirince de vatan haini olara görülebiliyor. Bu da bizim coğrafyamızdaki kötü olan seçenekler arasından birini seçmek zorunda bırakılma sorunuyla ilgili. “İktidar baskıcı, darbe de kötüdür.” Bunu söyleyemeyen toplum söyleyen görünce şaşırıyor.

Türkiye’de AKP iktidarına muhalif olduğunuzda nasıl Ergenekoncu ilan ediliyorsak, ulusalcıları ve darbe sevdalıların eleştirdiğimizde nasıl dönek gibi gösteriliyorsak, Basim Yusuf da benzer bir durum içinde.

Oysaki demokratik kültür, bir tarafta yer almak iktidara gelme mücadelesini kazanıp muhalefetten vazgeçmeyi içermez. Demokrasi iktidardaki gücü her ne pahasına olursa olsun kontrol altında tutmak, baskıcı yollara yönelmesine engel olmaktır. Sürekli muhalif olmayı, tetikte olmayı gerektirir demokrasi. Gönül verdiğiniz siyasi partiye bile muhalif olabilmektir.

Bizim iktidar yanlılarının bir türlü anlayamadığı şey de bu. İki satır iktidar eleştirisi yaptığınızda “sizin fikriniz iktidarda değil diye kıskanıyorsunuz” gibi akıldışı sözlerle karşılaşıyorsunuz. Kötü seçenekler arasında seçim yapmaya zorlanırsanız. Ancak tıpkı Basim Yusuf’un yaptığı daha doğru bir seçenek var. Baskıcı Mursi’yi deviren de bir askeri darbeyse o da kötüdür. Mursi kimse Sisi de odur.


Dolayısıyla hepimizin yapması gereken her türlü baskıcı yönetime karşı durabilmektir. Sivil vesayeti askeri vesayete seçmek gibi zorunluluğumuz yok. 

25 Ekim 2013 Cuma

Ölüme Yalpalayan

Sabah erken kalktı. Tıraşını oldu. Saçlarını özenle arkaya tarayıp adeta yapıştırdı kafa derisine. Bunu yaparken de seyrelmeye başlamış saçlarının altından kafa derisinin görünmemesine gayret gösterdi. Saçları seyrelmeye başladığından beri, bu “kafa derisi takıntısı” onu fazlasıyla zorlamaktaydı. “Hepsi dökülünce ne yapacağım?” diye geçirdi aklından bir an. Sonra düşünmesi gereken daha önemli bir şey olduğunu fark etti. Bugün geçen haftadan bu yana planladığı bir işi gerçekleştirmeliydi. Geçen hafta aldığı bu işi, iki gün içinde ‘teslim’ etmeliydi. Ve ilke olarak da en geç bir gün önce bitirirdi işini

     O bir kiralık katildi.

Bu iş onun son işi olacaktı. Bunu bir jübile olarak düşünüyordu. Dünyanın en keskin nişancısı, en iyi gizlenen ve asla yakalanmayan kiralık katili olsa da hayatının bundan sonraki kısmını, buralardan çok uzakta bir ülkenin sahil kasabasında, sakin, huzurlu bir şekilde geçirmeyi, dinlenmeyi, düzenli bir hayat kurmayı, âşık olmayı hak ediyordu. Evet, her şeye rağmen… Bir katil olmayı ve bu suçtan para kazanmayı seçmişti yıllar önce. Seçmiş miydi? Babası o daha küçük bir çocukken annesini döverek öldürmüştü. O sırada bacaklarına yapışan kız kardeşini de tutup yere fırlatmış, kız kardeşinin felç olmasına neden olmuştu. Bütün bunlar olurken o korkudan kanepe altına saklanmış, o kısacık aralıktan olanları görmeye çalışmıştı. Korkmuştu. Kız kardeşi kadar cesur olsaydı, belki annesi hayatta olacaktı. Kız kardeşi de… Felç olan kız iki sene sonra geçirdiği bir kalp hastalığı sonucu yaşamını kaybetmişti. Annesi… Ne kadar güzeldi… Ve canı, kardeşi… Ne kadar tatlıydı…

Onu dayısı yanına aldı olanlardan sonra. Ama o kısa bir süre içinde evden kaçarak sokaklarda büyümeyi tercih etti. İlk cinayetini bir cep harçlığı karşılığı on beş yaşındayken işledi. Ve bir süre sonra fiyatını yükseltmiş ve ufak bir servete kavuşmuştu. Hiç yakalanmadı. Şehrin karanlık suç örgütlerinin ve elini kana bulamak istemeyen zengin iş adamlarının gözdesi haline gelmişti. Adeta bir ‘ölüm meleği’ haline gelmişti. İşleri kabul ederken bir ilkesi daha vardı. O da kadınlara ve çocuklara dokunmamak… O yüzden tüm kurbanları erkekti.

Mesleğini sorgulamayı bırakalı uzun yıllar olmuştu. Vicdan muhasebesini bırakalı da… Peki, bu kadar rahatlamayı nasıl başarmıştı? Kim rahattı peki? Şirketlerin yüksek maaşlı çalışanları mı? Silah üreten fabrikaların işçileri mi? İnsanları tüketim çılgınlığıyla paralar kazananlar mı? İşte bir kiralık katil olarak o da en az onlar kadar rahattı. Eğer bir silahınız varsa, gönül rızasıyla hayatlarını tüketen insanların olduğu bu dünyada mutlaka o silahı ateşlersiniz. Hatta defalarca…   Bir dakika, bir dakika… Sadece kendini kandırıyordu. Elindeki kanı bu avuntuyla temizleyemezdi. Kendini kandırsa da asla pişman olmazdı. Garip bir paradokstu bu.

Ömürlerin tüketildiği bir dünyaydı burası. Geçenlerde bir gün içerisinde gördüğü ve duyduğu ölümleri hatırlıyordu evden çıkmak için son hazırlıkları yaparken. Arabasıyla sokakları dolaşırken, yol kenarında bir sarhoş görmüştü. Şişesindeki son yudum şarabı, son bir güçle kafasına diken, sonra da biten şaraba lanet edip, bol salyalı bir küfürle şişeyi caddeye fırlatan adamı izlemişti. Adam ölmekteydi. Katili kimdi? Sessizce ölen bu adamı kim öldürüyordu; kendisi mi? Dün köprüden atlayan genç adamın ve bu sabah üçüncü sayfa kahramanı intihar kurbanlarının katili? “Yoksa ben miyim?” diye düşündü adam. Kendini her cinayetin katil zanlısı olarak gördüğü, vicdan muhasebesi dakikalarıydı. Ancak kendi öldürdüklerine karşı duymazdı bunu. Peki, kendini suçlu hissederken neden sorumlu olduğu ölümleri düşünmezdi? Bilemedi. Bilemeyecekti.

Hazırlanması bitmişti. Çantasını bir kez daha kontrol etti. Silahını, yedek şarjörlerini yokladı. Öldüreceği adamın gizli çekilmiş fotoğrafına bir kez daha baktı. Bir hafta içinde onu takip ederek yeterince tanımıştı. Yine de fotoğrafın yanında durmasını tercih etti. Daha da önemlisi yine bir başka ilke olarak, müşterilerinden talep ettiği mektubu kontrol etti. Zarfı kapalıydı. Cinayetten sonra açacaktı. Cinayet öncesi öldürme sebebinin ne olduğunu bilmemeyi tercih ediyordu. Kim bilir, belki de vicdanının devreye girmesinden korkardı. Sebebinin bir önemi yoktu öldürmesinin. Kurbanın bir erkek olması yeterliydi. Böyle bir mektup talep etmesi de tamamen koleksiyon amaçlıydı.

Yola çıkmak için hazırdı. Dışarı çıktı. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırmadan önce son bir kez yüzüne bakmak için dikiz aynasına uzattı kafasını. Saçlarını kontrol etti. Derisi gözükmüyordu. Hafifçe gülümsedi. Kahverengi gözlerindeki ışığı sönmüş ifadeye takıldı bir süre. Göz çevresindeki hafif kırışıklıklara ve yüzünün düzgün tıraşına… Bu gözlerle güzel bir kadına doyasıya bakmamış olmanın verdiği hüznü yokladı içinde. Kısa sürdü ve kendine geldi. Arabayı çalıştırıp yola koyuldu.

Kurbanın kim olduğunu, nerede oturduğunu ve günün hangi saatinde, nerelerde dolaştığını kısa takiplerle daha önce tespit etmişti. Kurban bu anlamda kolay lokmaydı. Çünkü her gün belli saatlerde, belli yerlerde olurdu. İşi gücü yok muydu bu adamın?

Öğleden sonra saat üçte işini bitirmeyi planlıyordu. Ama yine de erken gidecekti. Saat konusunda bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Kurban saat iki sularında Taksim’de Gezi Parkı’ndaki çay bahçesinde oturur etrafı seyrederdi. Güzel kadınları süzer, göz göze geldiğine gülümser, kimine göz kırpar ve hatta onlara yaklaşmaya çalışırdı. Çapkındı anlaşılan. Bekâr da olmalıydı. Burada oturduktan bir süre sonra kalkar, gazete bayiinden gazetesini alır, meydana doğru yürürdü. Orada bekleşen genç kızları görebilecek bir nokta bulup oturur, gazete okurken arada onlara bakışlar atardı. Yine böyle bir rutin gün olacaktı onun için bugün de. Ama bir dahaki günleri yaşayamayacaktı.

Trafiği de göz önünde bulundurarak erken çıktığına memnun oldu. Çünkü bir kaza sonucu en az yarım saat boyunca her gün o saatte akıcı olan bir yolda bir konvoyun arasında kalmıştı. Kazada yaralananlar ve belki de ölenler, ambulanslara bindirildi. Ve bir süre sonra yol tekrar trafiğe açıldı. Kaza yerine baktı geçerken. Ve yerlerdeki taze kan birikintilerini fark etti. Hiç yabancı olmadığı kanlı görüntüler, onu bu sefer rahatsız etmişti. Dolmabahçe’den Taksim yoluna doğru döndüğünde kaldırım kenarında bir adamın bir kadını dövdüğünü gördü. Kaldırımdan geçen herkes son hızla oradan uzaklaşıyordu. Bir kurşun da ona sıkmak istedi. Duraksadı. Sonra işini hatırlayıp beyninden ateş fışkırtarak tekrar hızını arttırdı. “Keşke bu adam olsa bugünkü kurbanım” diye mırıldandı.

Sonunda otoparka varmıştı. Arabasını kolay çıkabileceği bir yere park edip arabadan indi. Yolda gördüğü acıları düşündü. Bugün biraz daha kinliydi her şeye. Gezi Parkı’na doğru yürüdü. Çay bahçesine geçti. İşte, adamı oradaydı. Yine insan trafiğinin kıyısına oturmuş, etrafı izliyordu. Bakışları rahatsız ediciydi. Katil hiçbir şeyden habersiz orada günün tadını çıkaran adama kısa bir acıma hissetti. Ama sonra bu acıma duygusundan nefrete doğru hızlı bir geçiş yaptı. Güneşli bir hava vardı bugün. Yakıcı… Ama sert bir rüzgârla bu yakıcılık çok hissedilmiyordu. Rüzgâr kurbanın kulağına o gün öleceğini fısıldıyordu. Adam tınmıyordu bile.

Katil de tıpkı müstakbel kurbanı gibi etraftaki güzel kadınların varlığını fark etmişti. Ama bakamıyordu. Bir kadının gözlerine uzun uzun bakmak onun için hep zor olmuştu zaten. İçine bir acı çöktü. Saatine baktığında iki buçuğu biraz geçmekte olduğunu fark edince tekrar işine odaklanmaya başladı. “Ölmek ne kolay” diye düşündü bir an. Sessizce geliyordu ölüm. Hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir sokakta, hiç ummadığın ve hatta tanımadığın birinin namlusunda olabiliyordu ölümün. Tıpkı bu adam gibi, belki de dünyada on binlerce insan farkında olmadan ölümü bekliyordu. “Hepsine yetişemem” diye düşündü ve belli belirsiz gülümsedi. Tekrar saatini kontrol etti. Zaman geliyordu.

Tahmin ettiği gibi adam, gazete bayiinden asla okumadığı halde gazetesini aldı. Meydana doğru yürüdü. Işıklarda beklemeden pek çok İstanbullu gibi yola atlayıp karşıya geçti. Katil endişelendi. Onun bir arabanın altında kalmasından korktu. Ne garipti! Öyle, ama kurban son dakikasına kadar onun sorumluluğundaydı. Sessizce arkasından yürümüştü katil. Ama o ışıklarda beklemeyi tercih etmişti. Adam meydan da kalabalık ve gölge bir kenara çöktü. Pek çok insan oradaydı ve birilerini bekliyordu. Kimi de bekliyormuş gibi yapıyor olabilirdi. Bazısının elinde çiçekler vardı. Kimisi kulaklarında kocaman kulaklıklarla hafif sallanarak müzik dinliyordu. Kimileri de havadan sudan birbiriyle konuşuyordu. Bir iki sarhoş adam da ortalıkta yarı ölü bir şekilde dolaşıyordu. Anneler, babalar, çocuklar keyifli ve sakin yürüyordu meydanda. Katil de şimdi o meydandaydı.

Kaç kişinin bir amacı vardı bu şehirde? Kaç kişi mutluydu? Belli değildi bu. Tüm istatistikler, herkesi mutlu ilan etse de bu mutluluklar bir şaşkınlığın, belki de bir boşlukta salınmanın ürünüydü. Peki, katilin mi amacı daha değerliydi? Katil bunları düşünürken yakaladı kendini. Saatine baktı. Biri için hayatın son bulmasına aşağı yukarı on dakika kalmıştı. Sakin bir köşe buldu. Güneş gözlüğünü çıkarıp, onun yerine kablosuz dürbün ve nişan alma cihazı olarak kullandığı gözlüğü taktı. Dışarıdan bakıldığında bu şık bir güneş gözlüğünden farksızdı. Kalabalıklar içinde çalışması gerektiğinde bunu kullanırdı. Oysa kalabalıklarda çalışmaya genellikle çekinirdi. Müşterisinin özel talebiydi bu. Herkesin olduğu yerde, herkesin gözleri önünde can vermeliydi ölmesi gereken adam. Müşterisi de oralarda bir yerlerde olacak ve olan biten izleyecekti. Ve şu an otellerden birinin üst katında bir yerlerde ‘manzarası iyi’ bir yer seçmiş olmalıydı. Peki, bu şekilde ölmesini ve gözleri önünde can vermesini isteyecek kadar, ne yapmış olabilirdi adam? Bunu işini bitirdikten sonra açacağı zarftakileri okurken öğrenecekti. Ve buna sadece iki dakika kalmıştı.

Gözlüklerine gelen görüntüyü netleştirdi. Silah, koluna taktığı spor görünümlü çantasının üst kısmında özel bir bölmede ileriye nişan almış şekilde bekliyordu. Mermileri şarjöre vermeden önce kablosuz kumandanın çalışıp çalışmadığını kontrol etti son defa. Çalışıyordu. Şarjörü kimse görmeyecek şekilde doldurdu. Henüz elindeki teknoloji bunu otomatik olarak yapamıyordu. Belindeki yedek silahını da kontrol etti. Artık her şey hazırdı. Adamı çok net görüyordu. Tetiği çekecek kumandanın düğmesine bastı. Susturucu iyi çalışmıştı. Ancak hedefin önüne üç yaşlarında bir kız çocuğu geçmişti. O sırada fark etmediği şey, adamın küçük bir kız çocuğunu yanına çağırıp onu sevmek istemesiydi. Her şey birkaç saniye içinde oldu. Küçük kız hedefin önüne geçmiş, farkında olmadan adamın önüne siper olmuştu. Kız yerde yatıyordu. Ve olanları dehşet içinde izlemekteydi katil. Zavallı küçük kızın annesi de oraya koşmuş, kızının başında feryat etmekteydi. Bir mermi daha sıkmalıydı. Bu adam ölmeliydi artık. Adam annenin yanında kızı yerden kaldırmaya çalışırken katil bir an sendeledi. Ve ikinci kurşun da anneye isabet etti. Bu sefer kurban silahın nerden ateşlendiğini fark etmişti. Katil hayatında ilk defa panikledi. Adamla göz göze geldi. Ona doğru koşmakta olduğunu gördü. Belindeki silahı çıkardı. Çantası kolundan düşmüş, çantadaki silah şarjörde kalan son üç mermiyi kendi kendine ateşlemiş, iki kişiyi ayaklarından yaralamıştı. Katil elindeki silahı kontrolsüzce ateşlerken birkaç kişinin de ölmesine neden oldu. Bunlardan biri burun buruna geldikleri kurbanı oldu.

İnsanlar panikle etrafta koşturuyordu. Kimileri çığlık atıyor, kimileriyse yerde yaralı yatan insanları kaldırmaya çalışıyordu. Kalabalık bir polis ekibi olay yerine geldi. O sırada katil yerdeki açılıp içindekilerin yere saçıldığı çantasının dışına düşmüş mektubu açtı. Kısa bir nottu: “Kızıma tecavüz eden adam o. Tahrik indirimi denen bir saçmalıkla yatması gerekenden çok az yattı. Kızım onun yüzünden intihar etti. O bu meydanda, herkesin içinde ölmeli”


Garip bir paradokstu. Bir tecavüz suçlusu, şu an bir kahraman olarak ölmüştü. Katil ise pek çok insanın, o annenin ve o küçük kızın ölümüne neden olmuştu. Annesini ve kız kardeşini düşündü. Onları, öldürdüğü anne ve kızın yerinde hayal etti birden. Polisler etrafını sarmak üzereydi. Katil silahı şakağına dayadı. 

Hafta Sonu Trafiğe Dikkat!

İstanbul'da Salı günü kutlanacak Cumhuriyet Bayramı için bugün Vatan Caddesinde prova yapılacak.

Sabah saat 07:00 ile 16:00 saatleri arasında; Vatan caddesi, Vatan Caddesi'ne çıkan bütün yollar: Topkule, Mahmutbey Köprüsü, Vatan Caddesi, Oğuzhan Caddesi, Millet Caddesi, Topkapı, Edirnekapı Kavşağı, Vatan Caddesi Kesişim Noktası, Mahmutbey, Topkule. Topkule, Mahmutbey Köprüsü, Vatan Caddesi ve bu yollara çıkan bütün yollar ile Mahmutbey Köprüsü - Habipler Yolu trafiğe kapalı olacak.

Alternatif yollar ise şunlar:

Vatan Caddesini kullanacak sürücülerin; D/100 Karayolundan Vatan Caddesine gidecek olan sürücülerin; Haliç Tüneli, Edirnekapı, Fevzipaşa Bulvarı, Aksaray şeklinde veya Haliç Tüneli, Ayvansaray ışıklardan Balat yolunu takiben Unkapanı ve Sirkeci istikametini, E/80 Karayolunu kullanacak sürücülerin, Hürriyet Gazetesi karşısından TEM istikametini, SahilYolunu kullanacak sürücülerin sahil güzergâhından, Yenikapı - Kumkapı - Sirkeci istikametini, Fatih istikametinden aynı gerekçelerle hastanelere intikal edecek sürücüler Atatürk Bulvarı, Aksaray ve Millet Caddesi güzergâhını kullanmaları gerekiyor.

Ambulansların ise sahil yolunu kullanmaları daha faydalı olacak. 

Aynı uygulama pazar için de geçerli...

İstanbul'daki trafik uygulamaları bununla sınırlı kalmıyor. 27 Ekim Pazar günü ve 29 Ekim 2013 Salı günleri 08.00 ile 13.00 saatleri arası Kadıkö'de trafiğe kapatılacak yollar şöyle;Hulusi Behçet Caddesi, Doktor Faruk Ayanoğlu Caddesi , Bağdat Caddesi ( Bostancı MeydandanKızıl Toprak Meydana kadar olan kısım, ayrıca Bağdat Caddesine çıkan tüm ara sokaklar), Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi ( Fahrettin Kerim Gökay Caddesi BP ışıklardan Bağdat Caddesi Göztepe ışıklara kadar olan kısım, ayrıca Bağdat Caddesine çıkan tüm ara sokaklar), Fahrettin Kerim Gökay Caddesi, Ethem Efendi Caddesi kavşağından Bağdat Caddesine kadar kapalı. Cemil Topuzlu Caddesinden Bağdat Caddesine çıkan tüm ara sokaklar kapatılacak.

Tavsiyem ise şu: Trafikte delirmeden bir hafta sonu keyfi yapmayı düşünüyorsanız, bunu toplu taşımalarda yapın. Ben öyle yapacağım.

Balon Balıklarının Seks Hayatından Rahatsız Olmak

İngiltere’de haftalardır halkın uykusuz kalmasına neden olan uğultunun, kasaba yakınlarındaki halice yerleşen balon balıklarının çiftleşme döneminde çıkardıkları ses olduğu ortaya çıktı.

Her gece 22:00’dan sonra başlayan uğultunun erkek balon balıklarının çiftleşecek dişi balıkları bulabilmek için çıkarttığı belirtildi. Öyle şiddetli bir uğultu ki bu pek çok kasabalı kısa süreliğine de olsa evlerini terk ediyor.

Bu yüzde yüz gerçek olay, başkalarının seks hayatından rahatsız olan bir topluma mensup bir birey olarak beni ziyadesiyle meraklandırdı. Ne çelişkidir ama? O memleketlerde komşusunun seks hayatından kimse rahatsız olmaz. Ama işte buradan vuruluyor oradaki insanlar. Balon balıkları aradaki farkı kapatıyor. Bizim apartmanda mesela çok hareketli bir seks hayatı olan komşu için imza kampanyası düzenlenmişti. Ya komşuya da ikram edeceksin, ya da kovulacaksın. Ben imza vermemiştim. Ama kimse yanlış anlamasın, ikram falan olduğundan değil yani. Bize ne canım, gibilerinden yaklaşmıştım meseleye.

Neyse… Ne diyorduk? Balon balıklarının seks hayatı… Adamlara bak, bağıra bağıra arıyorlar hatunu. E bizim buradaki İstiklal Caddesi abazanlarından pek bir farkı yok aslında. Hafta sonu, yol ve bira parasını cebine koyan orada. Bir uğultu, bir uğultu… Balon balığı neyse, onun olayı o. Ama arkadaş insan deyince bir sürü kur yöntemi var. Dahası konuşabiliyoruz yahu.

İşin bir başka yönü de şu: Batı toplumlarında her türlü canlının seks hayatına saygı duyuluyor. Bizim memlekette öpüşen çift görüldü mü kolluk kuvvetlerine haber salınıyor da orada balon balıkları rahat rahat çiftleşsin diye baş başa bırakılıyor. Tabi, burada hayvanların çıkarttığı kulak paralayıcı uğultunun etkisi büyük… Ama olsun. Sonuçta öpüşen, sevişen görünce ahlak polisliğine soyunmuyorlar da.


Bu İngiltere’deki balon balıkları mağdurları arasındaki kadınlar Türkiye’ye tatile gelirlerse o balon balıklarını öpüp başlarına koyarlar. Ama çiftleşme mevsimi dışında.  Hayvancağızlara boşu boşuna ümit vermeyelim lütfen. Piliys!

Serdar Ortaç'la ilgili bu haber niye gizlendi?

Serdar Ortaç’ın Bulgar popçu Emanuela ile yaptığı düet sonrasında Bulgaristan ile Türkiye arasında diplomatik krizin eşiğine gelindi. (Royters) Serdar Ortaç sessizliğini bozmazken, Emanuela sadece bizim mikrofonlarımıza yaptığı açıklamada şöyle söyledi: “15 yıldır bir ülkede müzik yapıp da halen dinlenebilen birinin iyi bir şarkıcı ve müzisyen olacağını düşünmüştük. Ekip olarak Tibet’e gidip üç beş sene kalmayı planlıyoruz”

Bu kriz Bulgaristan’a yönelik darbe söylentilerini de meydana getirdi. Darbeyi kimler planladı? Şimdi tüm dünya bu sorunun cevabını arıyor. Savcılık harekete geçti ve açtığı soruşturmada üç muvazzaf subay ve bir emekli generali gözaltına aldı. Hükümet kanadından yapılan açıklama, “ Serdar bizim çocuktur. Biz bu ülkeyi onun güzel şarkıları sayesinde yönetebiliyoruz. O şarkılar olmasaydı biz seviyeyi anlayamazdık” şeklinde kaydedildi.

Krizin büyümesiyle devreye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül girdi. Abdullah Gül’ün Bulgar hükümetine “Demet Akalın var, bir de onu deneyin” dediği ve bunun üzerine iplerin kopma noktasına geldiği sızan haberler arasında.

Son dakika… Serdar Ortaç sessizliğini bozdu. “Ben bu ülkenin yetiştirdiği çok önemli bir şahsiyetim. Kim yapar benim yaptığım gibi şarkılar?” diyerek serzenişte bulunan Serdar Ortaç “kimse yapmaz” şeklinde yanıt alınca biraz olsun rahatladı. Tırına binip gözden kaybolmadan önce “yeni albümüm çok yakında” diyerek meydan okudu.

Serdar Ortaç’ın her albümünde aynı parçaları farklı sözlerle piyasaya sürdüğünü iddia eden gazetecinin kimliği halen gizli tutuluyor. Bu iddiayı inceleyen kurul üyeleri Serdar Ortaç albümlerini dinlerken fenalaşıp hastaneye kaldırıldı.

Flaş gelişmelerle gün içinde tekrar karşınızda olabiliriz de olmayabiliriz de.

Kama Sutra ve Seksin Önemi

Kama Sutra




Kama Sutra diye bir kitap bile var Hint Kültürü’nün bir parçası olarak… Kimine göre bir yaşam tarzı, kimine göre felsefe… Ancak çok sayıda seks pozisyonu öneren ve bunu şekillerle anlatan bu kitap, Hint kültürünün seksi bir ritüel gibi yaşadığını ve ne kadar önemsediğini gösteriyor.

Kama Sutra’daki seks pozisyonları, kimilerine göre oldukça zor… Çünkü esneklik gerektiriyor. Denge gerektiriyor. Aslında denge, gerçek bir cinsel ilişkinin ruhsal hazzı açısından da oldukça önemli… İlişkiniz ne kadar dengeliyse ruhsal olarak da o kadar rahat olursunuz. Seks de çok başarılı ve oldukça keyifli hale gelir.

Kama Sutra, adı üstünde “Zevkin Kitabı” anlamına geliyor. Dolayısıyla Kama Sutra’yı salt bir felsefe olarak görmeye gerek yok. Bir seks kitabı, ama içinde felsefesi ve her pozisyonuyla anlamı olan bir kitap Kama Sutra…

Tavsiye… Vücudunuzun ısındığının ve kondisyonlu olduğundan emin olmalısınız. Çünkü örneğin, ‘köprü’ pozisyonunu gerçekleştirirken tutulabilirsiniz. Ancak kendinize uygun, zevkinize göre çok pozisyon var.

Bütün bunlardan bahsederken utanmamak gerekiyor. İnsanlar seksten konuşmaktan utanıyor, yaşamaktan çekiniyor. Oysa yaşamın döngüsü içinde en önemli eylemlerinden biridir seks. Hatta o olmasaydı, olmazdık. Dolayısıyla seksi daha zevkli hale getirmek ve kendi felsefesini keşfetmek, onu sadece bir boşalma eyleminden çıkartmak, hayatın pek çok alanındaki sorunlarımızın da çözümü demektir. Başarılı bir cinsel hayat, yaşamın pek çok alanında başarıyı beraberinde getirir. Geceyi mutlu bitiren, mutlu uyanır sonuçta.


Sevin ve sevişin… Hayattan zevk almak için kendimizi de o zevke dahil etmemiz gerekiyor çünkü.


Cehenneme Hoş Geldin FEMEN!

Yaptıkları dikkat çekici eylemlerle ses getiren kadın grubu FEMEN Türkiye’de de faaliyete başladı. Ukraynalı grup FEMEN Türkiye’deki kuruluşunu Twitter'dan şu mesajlarla duyurdu: “FEMEN Türkiye şubesini açtığını anons ediyoruz! Güntülü'ye katılın! Ülkenizdeki demokrasi için savaşın!” Güntülü ise grubun Türkiye’deki üyesi…

FEMEN Dünya’da pek çok ülkede çeşitli sorunlara dikkat çekmek için çok sayıda eylem gerçekleştirmişti. Türkiye’de de daha önce THY grevine ve Gezi eylemlerine destek verdi. FEMEN Türkiye’nin Türkiye’deki kuruluşuyla birlikte verdiği ilk destek mesajı ODTÜ’ye oldu. “Yalnız değildin, yalnız değilsin ve yalnız olmayacaksın #direnodtü FEMEN TÜRKİYE YANINDA.”

Ancak FEMEN’in Türkiye’de işi çok zor… Çünkü daha ilk günden tacizler, cinsel içerikli sataşmalar, küfürler… Ve grubun Türkiye’deki Twitter hesabı bir süreliğine askıya bile alındı. Sebebi ise çok sayıda spamlenmiş olması…

FEMEN’in işi zor… Çünkü hem kadın, hem muhalif, hem de kimilerine göre ‘müstehcen’ bir grup… Öncelikle kadın başına muhalif olduğunda iktidar yanlılarının her türlü tacizlerine maruz kalacaklardır. Muhalif olmasa da kadının bu ülkede tacizden kaçması çok zor… Neresinden tutarsan tut. Taciz, hep taciz… Bütün bunları kenara koy. Yarı çıplaklar bir de… Tüm Dünya’da dikkat çektiği konular neyse o konuya odaklamayı başaran FEMEN, Türkiye’de göğüslerden başka yere odaklayamayacak gibi görünüyor erkeklerimizi.

Sonra devlet nezdinde muhalif olmak, hükümeti protesto etmek bile ahlaksızlık sayılıyorken, bunu yarı çıplak yapınca el daha bir güçlenecek. Bu da başka bir mesele… Zaten mevcut protesto kültürümüz bile henüz gelişmemişken FEMEN bize fazla gelecek gibi görünebilir. Ama yine de bir kazanımdır. Neden mi? Bazı toplumsal gelişimler için bir parça iteleyici mekanizmalara ihtiyaç duyarız. FEMEN de öyle işte.

Bir kadının yarı çıplak olarak protesto ettiği konuyu ön plana çıkarabilmesi önemli bir başarı… Ama toplum olarak ilk günden sınıfta kaldığımız söylenebilir maalesef. Yine de FEMEN’in bu güne kadar eylem yaptığı konulara odaklanmayıp, cinsellik üzerine odaklanmak ve saldırmak bir 3. Dünya ülkesine yakışır bir davranış olunca çok şaşırtıcı değil bu. Daha da öteye gidip Twitter’dan uygunsuz olduğu gerekçesiyle göndermeye kalkanlar da olunca Türkiye’ye kaç gömlek fazla olduğuna siz karar verin.

Daha protesto konusuna bile yeni yeni alışan ülkemiz, garip ahlak anlayışı da devreye girince çok kez hata verecektir. Kaldı ki bugün cansız mankenden bile tahrik olunurken bu algı nasıl değişir o da ayrı bir mesele… Bir resim eserinin, bir heykelin sansürlendiği düşündüğünüzde gidilecek daha çok yol olduğuna karar verebilirsiniz.

Şunu söylemek gerekiyor. Bu ülkede eylemcinin cinsel kimliği, giyim tarzı ve eylemin şekli yerine eyleme neden olan konuya ilgi duyulduğunda pek çok yönden normalleşmiş olacağız. Bunun için de birinin arkadan ittirmesi gerekiyordu. O yüzden hoş geldin FEMEN! Şimdilik her ne kadar cehennemeyse de…




23 Ekim 2013 Çarşamba

İran'da Kuleden Kalkış İzni İstemek

İran'da tüm toplumsal yaşam, siyaset, dine bağlı olarak şekillenmiş vaziyette. Mesela, her ne kadar yalanlansa da Buşehr Nükleer Santrali'nde çalışan Rus kadınlara örtünmeleri için ek para ödendiği bile söylendi.
Şimdi sıkı durun. Bir Zaytung haberi gibi duran, ama gerçeğin ta kendisi bir haber. İran'da uçuşlar ezan saatlerine göre ayarlanıyor! Özellikle uçakların sabah ezanı sırasında kalkması yasak... Böylelikle yolcular namazlarını da kılabilecekler. İran'daki bu 'örnek' uygulamada beni en çok düşündüren, "ya inişler ne olacak?" oldu. Neyse ki inişlerde sorun yok. Şimdilik.
Bir açıdan baktığınızda kınanacak bir olay da değil aslında. Bu uygulama o ülkenin şartlarını düşündüğünüzde "e daha ne olacaktı?" türden. Beni ürküten bizimkilerin canının çekmesi ihtimali. Zaten başbakan görmesin diye havaalanındaki reklam panolarından 'müstehcen' afişler kaldırılabiliyorsa, geçmiş olsun! Uçak kalkışları bizde ezana göre ayarlanmıyor da zaten 'kutsal' hükümetin bakanlarına göre ayarlanıyor zaten. Az uçak bekletmemişlerdir muhteremler.
Hatta geçen hafta fırlatılan Göktürk-2'yi de bekletmişler, sağ olsunlar!
Din denen olgu, kesinlikle sorgulanmayan, sorgulanması dahi teklif edilemeyen, çok ciddi bir tabu. Dolayısıyla orada, burada İran'ın ezan saatine göre uçak kalkış saatlerini belirlemesini eleştirdiğinizde, "e ne yapsın insanlar, namaz kılmasınlar mı?" denebiliyor.
İran'da böylelikle belki de herkesi namaz kılmaya sevk etmek istiyorlar belki de. Ah şimdi bizimkilerin hayalindeki gençlik tanımlarını hatırladım nedense. Öyle ya, tinerci mi olalım?
Madem o kadar dine düşkün adamlar bu İran'daki yönetici kişiler, "seferi" ve "kaza namazı" kavramlarını biliyor olmalılar. E biliyorlar tabi. Maksat dinin baskısını toplumun her alanında hissettirmek.
Bizim hani 'özgürlüğün yılmaz savunucularının' din özgürlüğü ekseninde dönmeleri var ya. İnsanların dinini özgürce yaşaması değil istedikleri. İnsanlara tek bir dini, burunlarına soka soka dayatmak. Öyle ki tiyatro, bale ve opera salonlarına mescit yapılacak artık. İşte görün o zaman. Bırakın uçak saatlerini bir tiyatro oyunu veya herhangi bir temsil, ezan saatlerine göre ayarlanıyor mu, ayarlanmıyor mu? Bir belediyenin düzenlediği konser sırasında ezan okunurken şarkının ortasında ses sistemi kapatılıyor bu ülkede. İran'daki uygulamaya şaşırmadığım gibi, günün birinde Türkiye'de uçuşların da buna göre belirlenebileceğini düşünüyorum.
Dinin bir yönetim biçimi haline gelmiş ülkelerde, bireysel olan tüm dini aktivitelerin toplumsal hale getirilmesi hep dayatılır. Allah'la kandırılan tüm toplumların başının beladan kurtulmamasının başat sebebidir bu. Din bireyin hayatında bir aydınlanma sebebi olabilir tabii ki. Bunu sorgulamam. Ancak bir devlet düzeni olarak din, toplumun geri kalmışlığının tek sorumlusudur. Sorgulanmayan din de takdir edersiniz ki dönemin şartlarına göre güncellenemez. İslam toplumunun en önemli sorunu da bence bu. Güncellenmeyi bir kenara bırakın, görüldüğü gibi var olan da geriye götürülür.
Namazdan sonra uçuşlar bizde de uygulanabilir. Kuleden kalkış izni isteyen pilot "ezan okunuyor" cevabını alınca bekler de ya bu kural iniş izinlerini de etkilerse. Kuledekiler namazdayken, bizim pilot kuleyi tavaf mı edecek yani öyle olursa? Tövbe! O kadar da olmaz canım, daha neler?!

Hayata Dokunmak İçin

2010 Mayıs'ında antropolog Evrim Gözener'in girişimleriyle kurulan bir sosyal sorumluluk projesi olan Hayata Dokun bir yıla yakın bir zamandır da dernek... Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığını yürüttüğüm derneğimiz, toplumumuzda kadınların daha bilinçli bir noktaya erişmesi mücadelesinde önemli bir rol üstlenmeyi hedefliyor. Bunun için de bir web gazetesi olan www.hayatadokun.net sayfasında haftanın beş günü kadın sorunları öncelikli olmak üzere yazılar yayınlanmakta. Web üzerinden yürütülen bu hizmet ile kendi sorunlarına daha çok eğilen, daha politik zeminde hak mücadelesi veren bir kadın varlığı hedefliyoruz. Öyle ki pek çok kadın Hayata Dokun gönüllüsü olurken, sorunlarının erkek egemen toplum kaynaklı olduğunu, dolayısıyla tamamıyla bu sorunların politik bir sonuç olduğunu daha iyi idrak etmeye başlıyor. Ve bu kadınların bir kısmı evlerindeki, iş yerlerindeki, sokaklardaki sessiz çığlıklarını, Hayata Dokun yazarı olarak daha canlı bir tepkiye dönüştürüyor.

Elbette ki sadece makalelerden ibaret değil site... Yine web sayfası üzerinden kadınlara hukuki, psikolojik ve insan kaynakları alanında danışmanlık hizmetleri yürütülüyor. Ücretsiz olarak sunduğumuz bu hizmetlerle şiddete uğrayan kadının, iş yerindeki ayrımcılık yaşayan kadının, tecavüze veya tacize uğrayan kadının hukuki haklarının elde edilmesine veya psikolojik rehabilitasyonun sağlanmasına destek vermiş oluyoruz. Dolayısıyla kadın hakları mücadelesinde en önemli unsur olan kadınların bilinçlendirilmesi aşamasında önemli bir noktaya yerleştiğimize inanıyoruz.

Hayata Dokun'da internet üzerinden gerçekleştirdiğimiz hizmetlerimiz devam ederken geçtiğimiz yılın Şubat ayında bir proje gerçekleştirdik. Bu projede rahim ağzı kanseri hakkında bilinçlendirme etkinlikleri ve toplantıları gerçekleştirdik. Bir virüsle bulaşan tek kanser türü olan rahim ağzı kanseri, kadına cinsel yolla bulaşıyor. Yani erkek, taşıyıcı. Tedavisi kolay olsa da maddi durumundan dolayı sağlığına dikkat edemeyen kadınlarda teşhisin geç kalması öldürücü olabiliyor. O yüzden ilk rahim ağzı kanseri bilinçlendirme toplantısını "Hayata Parmaklıklar Ardından Dokunuyoruz" diyerek Bakırköy Kadın Tutukevi'nde gerçekleştirdik.  Mahrumiyet altında yaşayan ve böyle bir hastalığın varlığından habersiz olan tutuklu kadınların hayatına dokunduk. Kendilerine değer vermesini sağladık. Pek çoğunun erkek egemen toplumun şiddetine maruz kalarak beden işçisi olması, bir de üzerine bunun için devlet tarafından cezalandırılmasıydı başlangıcı burada yapma sebebimiz. İşte bu yüzden bu hastalığa yakalanma riskleri fazlaydı. Proje üniversite toplantılarıyla devam ederken cezaevinden kopmadık elbette. Tutuklu kadınların cezaevi kreşindeki çocuklarının da hayatına dokunmamız gerektiğini fark ettik. Kreşte yaşayan çocukların mamaya, bebek bezine ihtiyacı vardı. Bunu sağlamak için Temas müzik grubunun katıldığı yardım konseri düzenledik. Bağış kampanyaları başlattık ve bu kampanyalar halen devam ediyor.

Hayata Dokun yaşamın her alanında kadının ve elbette ki çocuğun yanında olmaya devam ediyor. Fransa'da yaşayan Türkiyeli kadınların sorunlarını irdelemek ve bu sorunlara çözüm yolları bulmak adına Paris'te ilgili kadın derneklerinin ve pek çok Türkiyeli göçmen kadının katıldığı toplantılar gerçekleştirdik ve araştırmalar yaptık. Bu yöndeki çalışmalarımıza devam edeceğiz.

Projeler üreterek sokakta ve kadının hayatında etkin bir şekilde yer almaya devam etmek en önemli amacımız. Her kesimden kadının görüşlerine önem verip yazar kadromuzda fikirlerini dile getirebilmesini sağlayarak özgüvenlerini ayakta tutmaya çalışıyoruz. Hayatın her alanındaki kadın varlığının desteklenmesine önem veriyoruz. Diyoruz ki, "başın açık ya da kapalı olsun, sisteme başkaldır!"

Derneğimizin diğer faaliyetleri ve projeleriyle ilgili Hayata Dokun  adresine giderek bilgi alabilirsiniz.

Hayata Dokun olarak pek çok televizyon kanalında, çeşitli tartışma ve sohbet programında yer alarak, kim olduğumuzu ve ne yaptığımızı sık sık dile getirmiştik. Biz, demokratikleşme mücadelesi veren toplumumuzun, demokratikleşebilmesi için sağlıklı, özgür ve bilinçli bir kadın varlığının en önemli gereklilik olduğuna inanıyoruz.

Hayata Dokun bunun için var.

Öldüresiye Sevme Terörü

Her sabah gazeteleri aldığımda seni görüyorum kadın. Üçüncü sayfada adın ve soyadın baş harfleriyle yazılmış halde karşımdasın. Bir zamanlar sevdiğin kişi olan bir erkeğin seni boğazlayarak öldürdüğü yazıyor kimisinde. Bir başka gazetede de tek kurşun, tek celse cezanı kesmiş bir diğer erkek. Ne yaparsan yap! Sevsen de sen suçlusun, sevmesen de.
Ve sen adam. Katil olmak hayat gayen miydi doğduğunda seçtiğin? Âşık olmuştun... Nasıl? Güzel bir duygu muydu? Ama seni, senin onu sevdiğin kadar sevemeyebilirdi kadın. Üstelik yaşı küçüktü onu gördüğünde. Sandın ki, gözünü açıp seni görecekti ve sen olacaktın hep onun hayatında. Onun hayallerini süsleyecektin. Ne yaparsan yap, hep seni sevecekti. Bir işe girip çalışmayacaktı. Etrafında başka erkekler olacağını bilip seni 'üzmek' istemeyecekti. Küçüktü ya seni tanıdığında, aşkın ne olduğunu ona sen öğretecektin.
Onu sevmek çok zordu, değil mi? Seni sevmesini sağlamak da öyle. O yüzden, aşağılık komplekslerinle egolarının savaşında sen kaybettin. Kabalaştın. Erkek gücünü kullandın zaman zaman. Sandın ki yine de yanında olacaktı. Ne de olsa kimse onu senin kadar sevemezdi!
Yanında olmadı. Seni istemedi. Çünkü sevgiyi sen, esir etmek olarak algılardın. Geldiğin yerler sana, 'ya benimsin ya toprağın' demeyi öğretmemiş miydi? Silahın yoktu. Onu kemerinle boğdun. İşte şimdi sen bir katilsin!
Ve yine sen. Onu tanıdığında yağız bir delikanlıydı. Seni koruyup kollardı. Seni filmlerdeki jönler gibi severdi. Senin adını göğsüne bıçakla kazımasından hiç işkillenmedin mi? Oysa sevmenin bu demek olmadığını anladığında çok geç olacaktı. Sevmek denen şey, iki kişinin özgürlüğü birbirinde bulmasıydı aslında.
O seni sarmalayıp kollamaya çalıştığında fark edecektin ki aslında kolladığı kendi erkekliğiydi. Seni de bu erkekliğin bir sembolü olarak gördüğünü geç de olsa anlayacaktın. Nereden bilecektin? Sana aşkı öğreten kimse olmadı yıllar boyu. Erkeğe de öyle.
Kadın ayrılmak istediğini söyledi sana. İçine sindiremedin. Tıpkı bir eşyaya sahip olmak gibi kolaydı onunla olmak, değil mi? Çocukluğundan beri sana öğretilen 'kadının itaat etmesi' gerekliliğiydi çünkü. Sen erkektin! Kadın, sen olmadan var olamazdı! Önce babandan gördüğünü uyguladın belki. Eşya olarak görürdü belki o da kadını, önce bozulan bir eşyayı yumruklayarak tamir etmeye çalışır gibi, ona bir tokat attın. O sırada fark ettin sen de kadının, duyguları olan ve kararlarını hür iradesiyle alabilecek bir birey olduğunu. Ama dönüşü yoktu, değil mi? Çünkü sen onun efendisiydin! İki kurşun vardı silahında. Birini onun kalbine, diğerini kendi başına sıktın.
Şiddeti öğreniyoruz toplumdan. Sevmeyi değil. Çünkü sevmek maazallah 'günaha davet' sayılır. O yüzden daha platonik aşk aşamasında bile, sevdiğimiz kadını kendi malımız sanırız. Onun diğer erkeklerle selamlaşmasını daha bizden haberi bile yokken ihanet sayarız. Öyle büyütürüz içimizde sevgiyi. Şiddetle harmanlarız. Hastalıklı cümleler üretiriz. Bir gün ilan-ı aşk ederken bunları itiraf ederiz üstelik. Çünkü biz ölesiye ve öldüresiye sevmeyi ideal olan biliriz. Sevdiğimiz kadının başını kaldırıp şöyle bir etrafına bakmasından korkarız. Korkarız, çünkü kendimizden emin de değilizdir. Kimimiz de çıkar, ya onu benden daha 'öldüresiye seven' çıkarsa diye düşünür, ilk anlaşmazlığı yaşadığında kadına öyle olmadığını kanıtlar. Kemerle, tabancayla, bıçakla.
Kadınlara. İlişkilerinize başlamadan önce, sevgi kavramını iyi tanımlıyor olmanız şarttır. Çünkü yanlış tercihlerinizi geç fark ettiğinizde, tanıştığınız erkeklerin önceden ruhunuzu okşayan tavırları, sizin için bir işkenceye dönüşebilir. Şiddet eğilimlerini önceden de fark edebilirsiniz. Böylece her şey kötüye gitmeden önce, hayatınıza yön verme şansınız olacaktır. Erkeğin sizi olur olmaz kıskanması ruhunuzu okşayabilir. Yanınızdaki erkek "ne bakıyorsun lan?" diye size bakan adamın üzerine yürüyebilir. Bu da ruhunuzu okşayabilir. Ancak günün birinde bu şiddete eğilimli davranış, ruhunuzu bedeninizden ayıracak kadar ilerleyebilir.
Sevginizi güzel duygularla inşa edin. Güven, anlayış ve aşkla örün ilişkinizi. Sevişerek, gülüşerek, konuşarak. Sevişmeyi yasaklayanlara inat. Şiddeti yok etmek için, inadına sevişin! Ölesiye, öldüresiye değil; yaşatarak sevin.

Kızlı Erkekli Davul ve Gitar Çalmak

13 Ekim Pazar günü Radikal’deki Mesut Hasan Benli’nin haberini okuduğumuzda kendimizi bir tür Aziz Nesin öyküsü içinde buluyoruz. Gitar ve davul çalmak suç unsuru olarak görülürken ülkenin içinde bulunduğu duruma rağmen demokratikleşmesini beklemek ne kadar beyhude, değil mi?

Mersin’de Gezi eylemlerine de destek için gerçekleşen protestolara katılan 54 kişi hakkında Mersin Cumhuriyet Başsavcılığı dava açtı. Bu çok rutin artık… Vatandaşın anayasal hakkını kullandığı için gözaltına alınması bile yeterince absürtken, Mersin’deki bu 54 kişi arasındaki şüphelilerin ‘suç’ dosyasında ‘davul ve gitar çalarak grubu motive etmek’ var.

Resmi ideolojinin güzel olana yönelik baskıları, müziğin içini boşaltmakta, sanatın insanlık yararına yapılmasına engel olmakta… Öyle ki müziğin barışçıl bir eylemde kullanılması kadar doğal bir şey olmadığı halde, zaten doğal olanı yok etmeyi politika haline getirmiş sağ ideolojinin müziği bir suç unsuru olarak görmesine şaşırmıyoruz maalesef.

Ve aklıma Victor Jara geliyor birden. Şili’de askeri darbe olduğunda Santiago Stadı’nda cuntanın işkence ettiği insanlara gitar çalıp şarkı söyleyerek moral vermeye çalışan Victor Jara… Onu orada işkenceden gitar çalmasın, diye öldüren cuntanın kafasıyla bugün gitar ve davul çalarak eylemciyi motive etmeyi suç unsuru sayan kafa arasında çok bir fark göremiyorum.

Grup Yorum konserinin İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından ‘bölücülük yapılması ihtimali’ olduğundan iptal edilmesine ne demeli? Bir konserde bölücülük nasıl yapılır? Bu konuda da o ‘ileri demokrasinin’ söyleyecekleri var mıdır?

Görüldüğü üzere devlet, tüm kurumlarıyla istikrarlı bir çizgi izliyor. Üstelik müzik konusundaki bu iltimaslarının dinsel sebepleri de olabilir. Kafa bulandırmak gibi olmasın. Çünkü müziğin günah olduğunu kabul eden bir dinin hâkim olduğu bir coğrafyadan bahsediyoruz. Yoruma açıktır. Ancak pek çok ilahiyatçıdan, cami imamından, müftüden bu konuda benzer görüşler alabilirsiniz.

Müziğin ‘kışkırtıcı’ bir özelliği olduğunu savunurlar. Cinsel duyguları canlandırırmış. Günaha davet edermiş. O yüzden sadece Allah sevgisini anlatacaksa, dine ters düşmeyecek şeylerden bahsedecekse belki bir parça caiz sayılabilirmiş.

Sonuç itibariyle başkaldırmak da dine terstir. Devletin dine dayalı hale gelmesine o yüzden iştahla bakıyor bu coğrafyanın yöneticileri… Devlete başkaldırmayı, Allah’a küfür saymaya kadar gider bu anlayış…


Devletin müzik konusunda öncelikli bir tavrı yok diyelim. Fakat mevcut duruma bakar mısınız? Bir eylemde davul ve gitar çalmak suç unsuru… Taksim Meydanı’nda piyano resitali veren sanatçı piyanosuyla birlikte gözaltına alınmıştı. Bir konser bölücülük yapılacağı şüphesiyle iptal oluyor. Sadece türban söz konusu olduğunda özgürlük çığlıkları atanların yasak koyma potansiyeli elbette ki gözlerimizi yaşartıyor. 

İnek Şaban'a Bile Suç Duyurusunda Bulunan Var!

Efendim çok sayıda muhteremin kol gezdiği bir memlekette yaşıyoruz. Geçtiğimiz aylarda, sanıyorum ilkbahardaydı, Hürriyet'te çıkan haberden aynen alıntı yapıyorum. Sıkı durun!

"Antalya'da işçi emeklisi Orhan Erezkaya, mübarek ayların isimlerinin önlerine ve arkalarına takılan lakap ve yakıştırmalar sebebiyle aşağılandığı ve insanların çocuklarına özellikle Şaban ismini koyamadıkları gerekçesiyle Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulundu.

Yıllarca yurt dışında işçi olarak çalıştıktan sonra Türkiye'ye dönen emekli Orhan Erezkaya,(55), mübarek isimlere yapılan ve hakarete varan yakıştırma ve tiplemelerle itibarsızlaştırılmaya çalışıldığı gerekçesiyle soluğu Cumhuriyet Savcılığı'nda aldı."

Buyurun, buradan yakın! Bizim buradakiler yetmiyor, bir de yurda dönen gurbetçiler sanki büyük bir gereksiz hassasiyet sahibi açığı varmış ki 'göreve' soyunuyor. Orhan Bey kutsallık atfedilen isimlerin bu yolla alaya alınmasına son derece karşı. Daha doğrusu o isimde bir karakterin komik duruma düşmesi, söz konusu ismin kutsallığına hakaret sayılıyor. Hızını alamayıp bir de demez mi "İnek Şaban tarihe karışmalı" diye.

Recep İvedik'i de atlamıyor tabi. Suç duyurusundan o da payına düşeni alıyor. Hatta Tatar Ramazan da. Tüm üç ayların itibarı korunuyor(!)  Bütün bu çaba, ülke insanının içinde bulunduğu can sıkıntısı mıdır? Yoksa bir tür kafa karışıklığı mı?

Bu karakterler insanları dinden mi çıkarmış? Oruçtan mı soğutmuş? Dinsiz mi yapmış?

Aman aman dinsiz olmasın da ne olursa olsun insan. Mesela dinsiz olacağına hırsız olsun yahu. Değil mi ama?
Naçizane bir öneri... Kötülük yapan Şabanları, Ramazanları, Recepleri bir bir toplayıp meydan dayağından geçirelim. Baktık olmuyor isimlerini Arda, Berke ve Baturalp gibi isimlerle değiştirelim. Bir oh çekelim. Bir tık ötesinde ise toplayalım o adamları zindana atalım. Şaka değil ha, sakın öyle film karakterleriyle sınırlı kalmasın bu. Ne demek canım, üç aylar bunlar. Komik ve kötü duruma düşürülür mü? Ayıp.

Buna cesaret edecek gücü nereden alıyor bu insanlar? Bir sormak gerek. Gayet normal tabi. Ortam müsait. Zincirinden boşaldı bir kere muhafazakâr reaksiyonlar.  Dini hassasiyet duyguları hata veriyor aslında toplumun bildiğiniz. Bir sinema fenomeni olmuş "İnek Şaban" bu kadar zaman kime zarar vermiş de bu insanların gücüne gitmiş? Bıktık yahu bu içi boş inanç savunucularından? İnanca nasıl bir saldırı olmuş da karakter isimlerine taktınız? Ve size bir sanat eserinin ölümsüz karakterine böylesi saldırma hakkını kim veriyor?

Sonra sakin olmamız bekleniyor. Her şeye müdahale edeceksiniz, yaşam tarzlarını ancak hepsini tek tip hale getirince önemseyeceksiniz. Sonra hayatımızı nasıl yaşayacağımızı, işimizi, üretimimizi nasıl yapacağımızı sizin özgürlük karşıtı kurallarınız belirleyecek, sakin olacağız sonra öyle mi? Canımıza ot tıkamadığınız kalmış. Sinemanın en değerli karakterini ortadan kaldırmayı teklif etmeye bile cüret etmişsiniz. Sakin olalım ama değil mi?

Eminim ki bu suç duyurusu bu ülkenin mahkemeleri tarafından ciddiye alınacaktır. Bu üçüncü dünya ülkesinin böyle kalmakta direten, çağdaşlığa karşı azami direnç gösteren toplumunun gereksiz hassasiyetleri tepe noktalarda da karşılık bulacaktır.

 Kanal 7 ve Samanyolu TV bile İnek Şaban filmi yayınlıyordu. Onlar da Şaban adı her söylendiğinde sansürler. Şu ana kadar bu 'önemli' meseleyi atlayarak ne büyük günah işlemişlerdir kim bilir!

Yukarıda bir yerlerde bahsetmiştim. Recep gibi isimlerin kutsal değerlere aykırı yerlerde kullanılması sizi rencide ediyor da bu isimdeki insanların ettikleri sayısız kötülükler hiç mi gücünüze gitmiyor?


İçkiye, sarhoşluğa karşısınız ya. Bu kafayı ne içerek elde ettiğiniz, arada sırada değişik içkiler denemeyi seven biri olarak beni merak içinde bırakıyor ziyadesiyle.

Tarihin Arka Bahçesi

Bilgesu Erenus'un kapitalizmin tarihsel gelişimini konu aldığı "Arka Bahçe" isimli oyunu, şu sıralar Şehir Tiyatroları'nda oynuyor.

Amerikan tarihinin kan ve katliamlar üzerine kurulu olduğunu ifade eden bu tiyatro oyununda, Amerika'nın dünyaya medeniyet dağıttığına inanan yaşlı kadının Noel gecesi öncesi evinin arka bahçesini düzenleme çabası anlatılıyor. Arka bahçe iyi bir metafor olarak, kapitalizmin tarih boyunca yok ettiği halkları ve kültürleri işaret ediyor.

Yaşlı kadın, Noel gecesini yalnız geçirmemek için tuttuğu hizmetçiye, her saçmalayışında kendisine daha çok katlanması için daha fazla para teklif ederek, onun kaçmasını engellemeye çalışıyor. Oyun hizmetçiyle ev sahibi kadın arasındaki diyaloglarla ilerliyor. Ancak arka bahçede Amerika'nın tarih boyunca katlettiği halkları temsil eden karakterler de var. Sessizce hareketsizce duruyorlar. Kadına bakıyorlar. Onun egoizmiyle dalga geçiyorlar.

Yaşlı kadın okumakta olduğu "Karşı Tarih" kitabında, ülkesinin savaş açıp öldürdüğü halkların, köklü tarihini öğreniyor. Bunu öğrendikçe sinirleniyor. Gerçeklere karşı direniyor. O kitap, o halkları kendi ülkesinin katlettiğini yazıyor. Ama o, 'demokrasi' için savaşan ülkesine, diğer halklarca minnet duyulması gerektiğine inanıyor.

Elbette izlerken iğneyi biraz da kendimize batırmamız gerekiyor. Çünkü her şey aslında temel bir insan hatası olan, sadece kendini düşünme eğiliminden kaynaklanıyor. Bu eğilim, bencil ve kendi üstünlüğüne inanan toplumları oluşturuyor. Ve tarih de böylece 'yüzde yüz haklılık ilkesi' çerçevesinde yazılıyor.

Dolayısıyla, milli tarih kavramı, özünde hatalı bir insan eğiliminin sonucu. Ve ABD'de bu nasıl bir 'şanlı' tarih inancı yaratıyorsa, bizde de durum aynen böyle. Örneğin, Amerika'da Kızılderilileri katlederek topraklarına kavuşanların yaptığının aynısını, 1071'de de Türkler Anadolu'ya girerek yapmadı mı? Çok mu sert oldu? Anadolu'ya giren Türklerin önüne gül serildiğine inanmıyorsak, gerçek bu. Ama elbette o tarihleri değerlendirirken de dönemin şartlarını göz önüne almak gerek. Ama bu bakış açısı da tehlikeli. Toplumların kendini haklı çıkarmak için mazeretler üretmesine yarar çoğunlukla. Sözün kısası tarihi doğru okumak için, karşı tarih bilincine fazlasıyla ihtiyacımız var.

Oyunda, işte bu tek taraflılığa karşı bir tepkiyi izliyorsunuz. Amerikan tarihinin kanlı sayfalarını aralarken, yaşlı kadının sorguladıkça inkâr edişini izliyorsunuz. Tipik bir milliyetçi duruşun önemli bir sembolü oluyor bu kadın.

Oyun, sadece Amerikan emperyalizmi karşıtlığınızı diriltmeyecek, kendi sorgulamanızı yapmanızı da sağlayacak. Eğer böyle olmayıp sadece uzaktaki bir ülkenin emperyalist saldırılarını lanetlemekle yetinilecekse, bunun oyundaki yaşlı kadının inkârcılığından pek bir farkı olmaz.

Gerçeğin önündeki en önemli engel olan taraflı tarih yazıcılığı, önümüzdeki nesillerde kuvvetle muhtemel var olmayacak. Çünkü artık tarihe ve bilgiye ulaşacak çok fazla yol var. Örneğin bir Roboski katliamının tarihin karanlık odalarında kaybolma ihtimali yok. Toplumlar bundan uzun yıllar önceki kötülüklerinden dolayı yargılanmayacak olsa bile, bugünkü davranışlarına dikkat etmeli.

"Arka Bahçe", daha önce de belirttiğim gibi, bir Amerikan emperyalizmi ve kapitalizm eleştirisi. Ama aslında sistemin eleştirisi olarak, bu sistemin çarkında olan tüm ülkelerin suçlarını masaya yatırıyor. Eğer iğneyi kendimize batırırsak, bunu görebiliriz.

Bilgesu Erenus, kimileri için artık klişe haline gelmiş anti-emperyalist söylemi kullanarak çok başarılı ve sağlam bir tiyatro metni oluşturmuş. Oyun, iyi bir dramda olması gereken mizahi öğelerle de zenginleşmiş. Dünya barışının ve barışın dilinin nasıl olması gerektiğiyle ilgili de çok sayıda ipuçları veriyor.


"Arka Bahçe" oyunu mutlaka izlenmeli. Ve elbette doğru okunmalı.

Televizyonlarda Anti Kahramanlar Tarih mi Oluyor?

İşler Güçler, Leyla ile Mecnun gibi dizilerle televizyonlarda anti kahraman dediğimiz karakterler türemişti. Anti kahraman dediğimiz kavram, o alışıldık ‘mükemmel’ başrollerin yerini, hata yapan, komik duruma düşen karakterlerin almasıydı. Yani alışıldık olanda yakışıklı erkekler ve güzel kadınlardan seçilen başrol oyuncuların karizması hiç çizilmiyordu. Anti kahraman dizilerinde ise karizmanın pek bir önemi yoktu. 

Bu iki dizi de bitti. Leyla ile Mecnun kadrosu “Ben de Özledim” ismiyle yeni bir projeye başladı. Leyla ile Mecnun’un fenomen oluşuna benzer bir durum oluşur mu bilinmez. Ama artık televizyon dünyası genel aile yapısına uygun karakterleri yeniden hayata geçiriyor. Aile dizileri, genel aşk öyküleri, zengin-fakir ayrımlı hikâyeler… Sonuç itibariyle genel izleyici dediğimiz tip izleyici için artık karmaşık kurgular veya dolambaçlı zeki espriler yerine genel, düz, derinliksiz öyküler ön plana çıkartılıyor.

Bu dönüşümün sebebi ne peki? Bu aslında bir önceki dönüşümün sonuçlarında gizli… Leyla ile Mecnun ve sonrasında İşler Güçler gibi yapımlarla ortaya çıkmış yeni televizyon izleyicisi profili, beklentisi yüksek, aklı ön planda tutan izleyiciydi. Oysaki pek çok yapım, insanların akıl, bilgi, fikir gibi ‘zararlı’ unsurlardan uzak tutmaktaydı. Bu istenen vatandaş profiliydi. Ancak tam tersi profil ‘zararlı’ idi.

İşte o yüzden yeniden aile dizileriyle sakinleşmeliydik. İçi boş aşk öyküleriyle, zengin ve fakir çekişmeleriyle uğraşmalıydık.


Anti kahramanlar televizyondaki ezberi bozunca, bütün ezberler sorgulanmaya başlamıştı. Ezbere dönmek işte bu yüzden gerekmişti. Ve anti kahramanlar tarihe karıştı.