Spor Haberleri

Köşe Yazıları

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Masaldan Gerçekler

Masallara İnandın hep değil mi? Oysa masallardaki gibi değil hayat… Gökten üç elma düşse üçü de yasak…

Ve Rapunzel bile günün kısa saç modasına kapılmış; o yüzden tırmanamayacağız kuleye artık. Pamuk Prenses’in kaybolacağı bir orman, Kırmızı Başlıklı Kız’ı kandırıp midesine indirecek bir kurt da yok. Onun yerine “insanlar mutlu olsun” diye ormanları yiyen ve yerine kocaman şehirler kuran kurt adamlar var artık.

Bir dakika, bir dakika… Masallara inandın, diyordum. Ve şimdi ise beni terk ediyorsun. Hem de bu kadar acının ortasında, ellerimde bir gülün kurumuşluğunu bırakıp, daha hamken bile cayır cayır bir yüreğin girdabında bırakıveriyorsun bedenimi. Bense yollara dökülüyorum. Yokluğunu öğrenme çilesi çekmeye, bilgeleşmeye bu uğurda… Her acı kendi masalına ihtiyaç duyarmış meğer. Ve yolculuğun tek gayesi de buymuş.

Sen kendi masalının yolculuğuna çıkarak, beni sırılsıklam bir gerçeğin ortasında çırılçıplak bıraktın. Kendi masalına muhtaç bir berduşa çevirdin bir bakıma. Daha hamken cayır cayırdı yüreğim. Yanarken nice olurdum? Bilemedim. Göremezdin. Toprağına yabancı gece çiçekleri açardı kuytuluklarımın koynunda da… Koklayamazdım.

Toprak demişken… Bu topraklar başkaydı sevgili. Bu coğrafya sanki deneme sürümü gibi… Diğerlerinden farklıydı. Burada her şey, bir kâbustaymış gibi, tam tersiydi olağan olanın. Burada katil, kahramandı. Burada insan hayatı değersizdi. Onun yerine olmayan, hayali şeylere değer verilirdi. Ama gariptir ki, burada güzelliklerle yüklü tüm hayaller yasaktı. İşte bu yüzden buraya düşen tüm hayali kahramanlar kendini bozardı bir defa. Zenginden alıp fakire vermesiyle ün salmış Robin Hood bile fakiri alıp zengine yedirecek hale gelirdi. 

Yel değirmenleriyle savaşan Don Kişot, nükleer santral işine girerdi. Bir Uyuyan Güzel bozmazdı kendini. Herkese örnek bir model gibi sunardı onu ‘büyük adamlar.’

Dedim ya, farklıydı burası. Yine de direnmiştik. Çarkların arasında kalmayalım diye hep yer değiştirmiştik. “Çarklara Dişli Aranıyor” diye yazan tüm ilanları görmezden gelmiştik.


Ve sen gittin. Onu diyordum, değil mi? Ellerimde kuruyan gülün unutulmuşluğuydu yokluğun. Ellerim toprakları susuz bırakılmış, unutulmuş bir vatandı. Masalını arayan sen… Bensiz çıktığın yolculuğunda… Bense masalımı ararken, gerçeklerin acı girdabında, uzaydaki kara deliklerin keşfindeyim. Yokluğunu öğrenirken bilgeliğim…

Gezi Eylemcileri Müebbetlikmiş!

İnsan sormaz mı? Hani üç beş çapulcuydu diye? Ciddiye almaya değmezdi. Küçümsüyordunuz?

Bu arada bu üç beş takıntısını anlamış değilim ya neyse… 3-5 çocuk, 3-5 çapulcu, 3-5 vandal… 300-500 diye oynatacağız; o esnada keçilerden de olacağız.

Evet, ne diyorduk? İnsan sormaz mı?

Neden böyle dedim?

AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu Üyesi Mehmet Ali Şahin, TRT Haber ’de yayınlanan İnce Çizgi programında gündeme ilişkin soruları yanıtladı.

Çözüm sürecinin ardından Gezi olayları ile birlikte dış kamuoyunda Hükümet’i yıpratıcı, itibarsız kılıcı çabaların de başladığını söyleyen Şahin, eylemlerin müebbet hapsi öngören TCK’nın 312. Maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.

“İzlenimim, bu eylemlerin Hükümeti düşürmeyi amaçlayan eylemlere dönüştüğü yönünde. Çünkü İstanbul ’da Dolmabahçe’yi işgal etme, Başbakanlık Konutu’nu işgal etme, Sayın Başbakan’ın konutunu bile işgal etme şeklinde eylemcilerin bir takım hedefleri zorlamış olmaları, hatta sabahlara kadar zorlamış olmaları, bu amaca yönelik tavırlardır diye değerlendiriyorum. Bu eylemleri başlatıp yönlendirenlerin Hükümeti devirmeyi ve görevden uzaklaştırmayı amaçladıklarını düşünüyorum. Ancak, devletin güvenlik güçleri ve Hükümetin basiretli davranışı bu heves içinde olanların amacına ulaşmasını engellemiştir. Bundan sonra bu tür eylemlere tevessül edilebileceğini de düşünmüyorum.”

  1. Gezi Direnişçilerinin hedefi hep Taksim olmuştur. Dolmabahçe’nin, başbakanlık konutunun işgal edileceğine yönelik komplo teorileri hayal mahsulüdür.
  2. Hükümetin değişmesini istemek ve bunun için demokratik hakları kullanarak eylemler düzenlemek darbe demek değildir. Bu yanılgı değil elbette. Bilinçli bir yönlendirme…
  3. Basiret derken?
Hükümetin yaratmaya çalıştığı şey demokratik eylemlerin darbecilik olarak algılanmasına neden olmak… Bunun için ne gerekiyorsa yapacak gibi görünüyorlar. 




Betonlaşmayı Kalkınma Sanmak da Nedir?

Çizim: Doğan Özcan
Renklendirme: Paint sağ olsun
Sahi; nedir?

Toplumumuzun kentleşme ve kalkınma anlayışının gökdelenlerle ve alışveriş merkezleriyle sınırlı olmasının sonucunda, kendini müteahhit sanan iktidar kişileri devlet yönetimine geçiyor.

Bu hedeflere betonlaşmayla, binalar dikmekle, yol yapmakla ulaşacağını sananların bu düşünceleri yanılgı mı yoksa bilinçli bir göz boyama taktiği mi?

Yeşil bir alanı yok edip yerine bir bina yapan herhangi bir müteahhidin en çok başvuracağı yeşil alan katliamı savunması şudur. “Buralar it-kopuk yuvasıydı. Vatandaş rahatsız…” İşte bu bilinçli bir yönlendirme… Ve hatta bu sektörde rant peşinde koşan tüm diğer beton kişilerin de benzer savunmaları vardır.

Kentleşme, kenti var eden kültürel değerlerin ön plana çıkarılmasıyla kentin simgesi meydanların meydan olarak kalmasıyla, parkların park olarak kalmasıyla mümkün… Kentleri zenginliğin simgeleriyle, yapay yaşam merkezleriyle doldurmanın tek kazancı o binayı yapan ve buna izin verenin cepleri arasında paylaştırılacaktır. 

Kentin insanı ne olacak peki? Önemli bir kısmı bu kentleşme olgusuna ikna olacak. Bir zamanlar sanatın yuvası olmuş binaların yerindeki yapay kent merkezleri içinde içi boş hayatları satın alacak. Yani bir nevi köleliğini kabullenecek.

Kentleşmeyi böyle gören bir toplumu da haliyle ülke yönetmeyi emlak simsarlığı gibi gören iktidar kişileri varlığını korumaya devam eder elbette. Ne olacaktı?

Lüks hastane binaları yaptıklarında ise halk hizmet geldiğini sanacak. Hiç içeriğine bakmayacak tabii. Çünkü o baktığında muhteşem bir hastane binası görecek. Ta ki acil servise girmesi gerektiğinde acil servis personelinin, ekipmanının yetersiz olduğunu görünce isyan edecek belki. Anadolu’da pek çok şehirde buna benzer örnekler görebilirsiniz.

Yani asli hizmetlerini yerine getirirken ambalajı özenle düzenliyorlar. Kalkınma hedefinin de aslında bir “kalkındırma” hedefi olduğunu anlamamızla kamuya ait hiçbir yaşam alanı kalmamasının aynı zamana denk gelmemesi gerekiyor.

Çünkü kentleşme ve kalkınma adı altında bir doğa ve yaşam alanı katliamı yapan bu üst düzey müteahhitlere karşı duracak bir gençlik ayağa kalktı. Özgürlüğünü yeşilin birleştirici tonunda birleşerek talep edebiliyor artık.

Hem yaşadığı yerin hem de yaşamının müteahhitliğine soyunanlara diyecek sözü var artık.



Modern Zamanların Salgını Vampir Sevdası

1816 yılı Dünya’nın yaz mevsimini göremediği bir yıldı. Volkanik patlamalar sonucu oluşan külden bulutlar nedeniyle, dünya olağan dışı bir şekilde soğumaktaydı. Bu da küçük çaplı bir kıtlığa sebep olmuştu. İşte böyle kasvetli bir ortamda, birkaç yazar arkadaş, Cenevre Gölü yakınlarında bir villada bir araya gelip, en korkunç canavar yaratma konusunda rekabete başlama kararı aldılar. Bu rekabet sonucunda da iki ölümsüz eser ve karakter çıktı ortaya. Bunlardan biri Dr. Frankenstein’ın yaratığıydı.

Mary Shelley’in eseri olan Frankenstein, aslında ciddi felsefi saptamaları olan bir roman… Bir korku romanı olmanın ötesinde, empati kurma, çok yönlü düşünme, farklı olanı anlama gibi kazanımlar elde edilebilir okurken.

Dr. Frankenstein ölümsüzlüğü bulma ümidiyle, simya ve kimyanın ve fizik biliminin harmanıyla, tıbbı bir araya getiriyor ve mezardan topladığı ceset parçalarıyla bir yaratık üretiyor. Yaratığın çirkinliği ve korkutuculuğu, yaratıcısının ondan nefret etmesine neden oluyor. Ve onu ‘özgür’ bırakıyor Frankenstein. Yaratık babasının karşısına bir kez daha çıkıyor. Ve ondan kendisine bir eş yaratmasını istiyor. Kabul görmeyen bu istek, Yaratık’a bir intikam yemini ettiriyor. “Etrafında sevdiğin herkesi senden alacağım. Onları öldüreceğim.”

Yaratık, yaratıcısını sorgulayıp onunla kavga ederken, bize toplum hayatındaki itilmişliğin, yok sayılmanın, ötekileştirilmenin güzel bir klasik örneğini sunuyor hikâyesinde. Ancak Frankenstein, bu derin mesaja rağmen, 1816’daki diğer rakibi “The Vampyre” günümüzün idol hayal karakteri oluyor.

John William Polidori The Vampyre’i yaratırken, romantik kahraman ve ölümsüz canavar gibi iki ayrı vampir kolunun günümüzdeki karşılığını da meydana getirmiş oluyordu. 1897 yılında yeni bir vampir, saltanat koltuğunu yeni sahibi Dracula, Bram Stoker’in yaratımıyla sahneye çıktı. Vampir böylelikle romantik ve korkunç olarak çoklu kişiliğinin bir göstergesini sundu. Dracula’nın tarihin zalim ismi Kazıklı Voyvoda’dan ilham aldığı da söylenegeldi hep.

Tıpkı diğer rakibinde olduğu gibi, insanın, bitmek bilmeyen ölümsüzlüğü arama çabasının sonucu olan Vampir, diğer canavar karakterlerinin aksine, parçalayıp öldürmek için insanı kovalamaz. İçimizdeki ilkel şehvetleri, genç kalma, ölümsüz olma duygularına hitap eder. Bize kanımız karşılığında bu ödülü sunar. İşte belki de günümüzde vampir vazgeçilmezliğin en önemli tetikleyicisi bu ödüldür.

Vampir ayrıca, ilkel insanın bastırılmış hafızasındaki “leşçilik” hatırasının bir sonucu da olabilir. Bilinçaltındaki kodlamalardan gelen mesajlar, günümüzdeki vampir sevdasının nedenlerini işaret ediyordur belki.

Fantazya üreticileri, bilimsel gelişmeleri kullanarak yeni fantastik karakterler üretirken, bilim de üretilen ölümsüz canavarların sahip olduğu sonsuz yaşamı araştırmaya devam ediyor. Her yeni bilimsel değişime ve gelişime göre yeni karakterler de hep çıkacak. Ancak vampir içimizdeki ölümlüyle oynayan diğer canavarlardan farklı olarak, bize ölümsüzlüğün muhteşem hazzını fısıldarken, elbette hep en başı oynamaya devam edecek.

Günümüzdeki “Twilight” filminin çok ilgi görmesinin, karakterlerinin genç oluşu, romantikliği ve elbette ki ölümsüzlüğü gibi çok önemli sebepleri var. Serinin final filminin çılgınlar gibi beklenmiş olması, yukarıda anlattığım, ölümsüzlük iksiri arayışının bilinçsizce yönlendirmesinden ibaret gibi geliyor bana.

Frankenstein’in yarattığı canavar değil de neden vampir, diye soracak olursak, kimse ezik, itilmiş, çirkin ve sevilmeyen biri olmak istemez de ondan, diye kendi kendimizi cevaplayabiliriz.

Bitmek bilmez gençleşme, aslında ölümsüzleşme arzusunun sonucu olarak, bugün bir gençlik idolü haline gelmiş olan vampir karakterleri, sinema, edebiyat ve televizyon dizileriyle, bilindik ve üzerine koyulacak yenilikleri artık tüketmiş hikâyeler sunmaya devam ediyor. Her an bir vampir hikâyesi okuyup, izleyip ya da dinleyip bilinçaltımızdan ısırılabiliriz.





30 Temmuz 2013 Salı

Örümcek Adam'ın Namazı ve Diğer Devşirme Önerileri

Tüm dünya mizahına ilham olabilecek kadar ilginç gündem maddeleriyle dolu bir ülke Türkiye…

Çizgi roman âleminin en gözde kahramanlarından Örümcek Adam din derslerinde namaz öğreticiliğine atanmıştı(!) hatırlarsınız. Peter Parker’ın Örümcek Adam olma hikâyesi dinle nasıl bağdaştırılmış olabilir ki? Adamı örümcek ısırıyor. Genetik mutasyonla Örümcek Adam’a dönüşüyor. Bir tür evrim aslında… Sen evrim yok de, sonra gidip Örümcek Adam’ı namaz hocası yap.

Ankara’da Çankaya Timur İlköğretim Okulu’nda din dersi için hazırlanan test kâğıtlarına Örümcek Adam figürü yerleştirilmiş ve üst kısmına “Spiderman” yazısının üzerine de “namaz öğreniyorum” yazılmıştı. Eğitimde eğlendirici olarak akılda kalmak gibi yöntem uygulanabilir elbette. Ancak burada takıldığım nokta şu.  Devşirme dönemi bitmemiş miydi?

Bir de dini öğretirken yapılan önemli bir hata var. Dinin gerekliliklerini yerine getiren, ibadet eden herkesin iyi insan olduğu varsayımı… İşte bu Ortadoğu İslam coğrafyasının (Türkiye de dâhil) önemli bir yanılgısı… Böyle olduğu için “Allah” diyen kötülüğünü yapacak zemin bulabiliyor. İşte o yüzden bu coğrafyada dini istismar eden insanlar baş tacı oluyor.

Bir diğer husus, Anadolu İslam tarihinin önemli isimlerinden Yunus Emre sansürlenirken, neden namazı Örümcek Adam’la öğretmek istediler? Çünkü bizim yüzde yüz gerçek halk kahramanlarımızla şekle dayalı bir din eğitimi gerçekleştiremiyorlar da ondan. Sonra ne oluyor? Gelsin devşirmeler, öğretsinler namazı, oluyor.

Daha 6. sınıftayken, (bizim zamanımızda bu sınıfın adı orta–1 idi) din dersi öğretmenimiz Muhsin Yaşa’ya bir soru sormuştum. Eminim ki birçok kişinin konuyla ilgili sorduğu benzer sorular vardır.

Soru hatırladığım kadarıyla şu: “ Müslüman olmayan biri var. İnsanlığa yardım ediyor. Can kurtarıyor. Kötülükle savaşıyor…” Muhsin Hoca araya girip gülümseyerek soruyor. “Süper kahraman gibi mi?” “Evet aynen öyle… Şimdi o adam ölünce cehenneme mi gidecek yani?” Muhsin Hoca’nın cevabı ise çok bilindik. “Müslüman olması gerekiyor. Yoksa cehenneme gidecek tabii.”

İşte bu anekdotta da olduğu gibi, Müslüman olmayan herkesin cehennemlik ilan edildiği İslam toplumu bakış açısında, Örümcek Adam’a hidayeti erdirerek bu soruların önüne geçilmiş oluyordu. Görmüyor musun? Namazı öğretiyor sana adam. Örümcek Adam’ın din hanesine de İslam yazdık ya. Helal olsun bize! Başka taraftan bakarsak da Müslüman olmayanı ötekileştirmeyi engelleyebilir Örümcek Adam'ın namazı. Bak, neredeyse haklı çıkaracağım adamları. Bu kadar yazdık. Elbette o iş de tarihe karıştı. Soruşturma açıldı, test kağıtları toplatıldı. Ama ağzımız torba mı ki büzelim? Aklımızdan çıkmadı başka devşirme süper kahraman fikirleri.

Süpermen de hacca gidip gelsin mesela, şeytan taşlasın, o kadar kozmik güç boşa gitmesin! He-Man’in yanına Atılgan yerine eti helal bir hayvan konulsun. Kurban’da kessin onu He-Man. Ha bir de Fantastik Dörtlü yine Kurban’da ortak olarak danaya girsin. Conan da cihat için savaşsın, olsun bitsin.

Bütün bunlar benim naçizane önerilerim. Konu içeriği bakımından mizaha güzel bir malzeme bu değil mi?

Öte yandan da din eğitiminin tek tipliği gözler önünde… Sadece İslam’ın öğretildiği bir din eğitimi anlayışı, laikliğin eğitim alanında olmadığını gösteriyor. Zaten hiçbir alanda olmamıştı, dediğinizi duyar gibiyim. Cumhuriyet tarihine baktığınızda yarısı Anadolu’yu Türkleştirmeyle, yarısı da Sünnileştirmeyle geçti. Nasıl olsun?


Geçtiğimiz yılın sonlarında Simpsons isimli çizgi filmin aldığı RTÜK cezasını hatırlarsınız. Homer ve Marge Simpson’ın hacca gönderilmesini mümkün kılacak mevcut bir durum içindeyiz şu anda gerçekten. Çünkü mizah olsun diye yazdığımız kısa bir cümlenin gerçek hayatta karşılık bulması bu ülke sınırları içinde gayet normal bir sonuç…

Bir Zamanlar Şile

Şimdi sizi bir yolculuğa çıkaracağım. Çocukluğumun önemli bir kısmının geçtiği, ilk gençlik yıllarımın tüm heyecanlarına sahne olmuş, hüznü de sevinci de çokça yaşadığım bir sahil kasabasına gidiyoruz. Yani Şile’ye…

Elbette ki Şile, sadece benim kısa tarihim için önemli değil… Bu coğrafya için ve hatta belki de Dünya için de önemli bir tarihi özelliğe sahip… M.Ö. 12000–6000 yıllarını içine alan uzun bir döneme ait tüm kalıntılar, Şile’nin Cilalı Taş ve Yontma Taş Dönemi’ndeki yerleşimlerinin varlığını kanıtlıyor. Farklı uygarlıkların yaşama şansı bulduğu bu küçük coğrafya, ismini eski Yunancada bir yaban çiçeğinden almaktadır. Kylia, Aşil, Fhilee ve Artena gibi isimler de almıştır.

Şile çok sayıda mağarasıyla da gizemli bir tarih kaynağı… Öyle ki Maşatlık denen alanın altında çok sayıda pencereden oluşan mağaraların olduğu söyleniyor. Bu mağaralar gizli bir yerleşim olduğunu da gösteriyor. “Maşatlık” gayrimüslim kişilerin gömüldüğü yer anlamına geliyor. Orada etrafı duvarlarla çevrili mezarlık kalıntısı bunu kanıtlıyor. Bu bize Şile’nin yerli halkına ilişkin bilgi de veriyor.

Şile’deki mağaraların Doğu Roma İmparatorluğu zamanında, o dönemin ilk Hıristiyanları tarafından bir gizlenme yeri ve sığınak olarak da kullanıldığı biliniyor. Ayrıca yine dönemin imparatorlukları tarafından bu mağaralar zindan olarak da kullanılmış. Ancak biz yine de her gidişimizde Zeki Müren Mağarası’nın romantizmine kapılırız.

Şile’nin tarihçesine kısa bir Zeki Müren molası vermeliyim şu an. Zeki Müren Bodrum’dan önce bir Şile müdavimiymiş. Şile’ye geldiği zamanlarda annemin halası Mediha Ağva’nın evinde kaldığını da övünerek söylemek isterim. O evin bulunduğu caddenin ismi, Zeki Müren Caddesi’dir hatta.

Zeki Müren’in Şile’ye her gelişinde hayranlarının akınına uğrayan evde yaşanmış bir anekdot aktaracağım şimdi. Annemin yalancısıyım. Zeki Müren hayranlarının yoğun ilgisinden zaman zaman sıkılırmış. Öyle ki insanlar kapıda yatar, camdan onu görmek için sıraya dizilirmiş. Kadın hayranları kapıyı çalmış ve Mediha Hala’ya onu görmek için yalvarmışlar. O sırada banyoda olan Zeki Müren, hışımla banyodan çıkıp kadınların karşısına ıslak ve bornozlu olarak dikilmiş. “Alın size Zeki Müren” demiş tatlı, sert bir üslupla. Bunun üzerine utanan kadınlar bir süre kapıya gelmemişler.

Seyfi Dursunoğlu, nam-ı diğer Huysuz Virjin bir programında o evi ve Mediha Hala’yı uzun uzun anlatmıştı Zeki Müren’le ilgili bir anısını aktarırken. O evin bir odasının duvarında boydan boya bir Zeki Müren posterinin olduğunu da bilirim.

Zeki Müren’in damgasını vurduğu Şile yıllarından, tekrar daha eski Şile dönemine dönelim. Şile’de çok sayıda kale kalıntısı da mevcut… Ancak en bilinen ve günümüze kalabilmiş olan kale Ocaklı Ada’dır. Cenevizliler tarafından yaklaşık 2000 yıl önce denizden gelebilecek saldırılara karşı savunma amaçlı olarak yapılmış olan kale, Şile’yi egemenliği altına almış pek çok uygarlık tarafından da kullanılmıştır. Şimdileri ise Ocaklı Ada, bir restoran olma yolunda. Üzüleyim mi, sevineyim mi karar veremedim. Buna siz karar verin.

Şile’nin bir diğer önemli yapısı Şile Feneri ise 1860 yılında Fransızlar tarafından inşa edildi. Dünya’nın ikinci, Türkiye’ninse birinci büyük feneri olan bu yapı, büyüklüğünü ışığının ulaştığı uzaklıktan alıyor. Bu noktada bir anekdot daha geldi aklıma. Bir arkadaşım bana ısrarla bu fenerin aslında Şili’ye yapılacağını yanlışlıkla Şile’ye yapıldığını söylemişti. Şaka mı yapıyordu, gerçekten inanıyor muydu buna, bilemiyorum hala.

Şile demişken, Ağlayankaya’dan da bahsetmek lazım… Üzerinden durmaksızın sular süzülen bu kayaya adını yine Zeki Müren’in verdiği söylenir. Pek çok coğrafyadaki benzerleri gibi bunun da efsaneleşmiş, hüzünlü bir hikâyesi vardır. Oraya gittiğinizde etrafındaki ağaççıklara bez parçaları bağlanmış halde görebilirsiniz. Bu da efsanenin başka bir boyutu…

Şile’nin tarihinden bahsederken değinmem gereken başka bir söylenti daha var. Söylenti diyorum, çünkü tarihi kanıtları yok. İstanbul’un işgali sırasında Şile’de bir katliam düzenlemek üzere olan bazı çetelerin işlerine balta vuran iki Rum gencinin hikâyesi... İngiliz kuvvetlerine haber salan gençler, katliamı engellemiş. Eğer bu gerçekse Şile’nin insanlarının geçmişiyle ilgili çok önemli bir detay. Pek çok insan belki de o gençler sayesinde var. Bence araştırmaya değer. Her ne kadar bir iki kişiden dinlediğim bir hikâye de olsa…

Şile’den bahsediyorum madem, Şile Bezine de değinmek lazım. Nazım Hikmet ustanın sırtında paralanan son mintanı Şile Bezindendi ya… Şile Bezi Şile’nin festivaline de ismini verir. Her ne kadar son yıllarda “olduğu kadar” çizgisine gelse de bir gelenek olarak devamını koruyor.

Beni her gün daha çok yanına çağıran Şile’nin tarihçesine ilişkin kişisel ve genel bir özet sunmaya çalıştım size. Denizinin kıyısı, hem ilk aşkıma, hem de son aşkıma tanıklık etmiştir. O kıyı evlenme teklifi etmeme de ilham olmuştur işte o son aşkıma. Bol eğlenceye, hüzne, sevince mekân olmuştur kayalıkları. Gün batımı kaç türkü çağırmıştır, kaç şarkıya altyapı olmuştur dalgaların sesleri… İşte yaşamaya değer Şile’nin tarihi bu yüzden anlatmaya değerdi.




Lost Diye Bir Fenomen Vardı

Lost, Avustralya’dan Los Angeles’e uçan ticari bir uçağın, Güney Pasifik yakınlarına düşmesi sonucu, kazadan sağ kurtulanların tropikal bir adada verdiği yaşam mücadelesini anlatıyordu.

Amerikan yapımı olan bu dizi, Türkiye’ye geldiğinde de izleyicinin gözdesi haline gelmişti. Hafta sonu eve kapanıp, üst üste bir sürü bölümü izlemiş tanıdıklarım var. İtiraf etmeliyim ki, “ne varmış yahu bu kadar Lost’ta?” diyerek, popüler olana yönelik, kronik ön yargı hastalığıyla yaklaştığım diziye ben de kendimi fena kaptırmıştım. Ama maymun iştahlılığımın sonucu bir sezon izlemiştim tabi.

Lost, bitmek bilmez gizemlerle, bulmacalarla ve sürprizlerle dolu bir diziydi. İzleyicinin bulmacayı çözdüğünü sandığı teorilerini yeni bir gizemle çürütür, izleyiciyi yeniden bilmecelerin ortasına düşürürdü. Karakterlerinin her birinin gizemli öyküsü de zenginliği arttırıyordu. Her biri bir düğüm çözebilecek yetenekte ve yeni bir soruna neden olacak kadar da problemliydi. İşte bunlar sayesinde çok sevildi Lost. İzleyicilerin, televizyon ve sinemalardan kopup, internet içeriklerine yöneldiği bir dönemde, televizyon ve yapımcılığını yeniden diriltme adına başarılı bir adımdı. Peki, sadece böyle bakmak yeterli mi?

Lost, tarihten aldığı ilhamla ilgili de yer yer ipuçları vermişti. Karakterlerin isimlerine rastgele yerleştirmiş tarihi kişilikler dikkat çekmişti. Bu kişiler, aydınlanmacı teorinin[1] savunucuları, kabala öğretisinden[2] isimler ve İbrani dininin ruhani isimlerinden oluşuyordu. Daha da önemlisi sular altında kaldığına inanılan efsanevi iki uygarlığı temel alan bir kurguya sahipti. Biri Mu Uygarlığı,[3] diğeri ise Atlantis’tir. Dünyada varlığı kanıtlanmış iki gizli uygarlık olan Agarta ve Shambala uygarlıkları bu iki efsanevi ve gizemli güçlerle donatılmış uygarlıkların uzantısı olarak görülür. Lost işte bu iki uygarlığı esin kaynağı olarak belirlemiş, ama bunu yaparken, Mu ve Atlantis’e atıfta bulunmuştur.

Yapmak istediğim, bir diziyi sahne sahne analiz etmek değil. İzlediğim dönemde aldığım notlarla yeniden karşılaşmamın verdiği heyecanla kendimce bir Lost irdelemesi bu sadece. İşte bu anlamda sadece giriş sahnesi ve bir iki gizemli karakter, diziyi bir tutku haline getirmeye yeterli…

Lost bilinçaltına yönelik mesaj gönderiminde de çok başarılıydı. Daha ilk bölümün ilk sahnesi, bizi Jack’in gözüyle karşılıyor. Bu dizinin ilham aldığı öğretilerden dolayı, bizi Hermetik inanç sisteminin[4] sembol skalasına yöneltiyor. Göz, bu skalaya göre selamlama, aydınlanma, tanınma anlamına geliyor. Ve birçok eski Mezopotamya uygarlığında tanrıyı sembolize edecek kadar önemli bir sembol göz sayesinde, dizide pek çok insanı peşinden sürükleyecek önder karakter Jack’i işaret ediyordu. Jack’in yüzündeki yaranın tek çizgi şeklinde oluşu ve arkadaşlarını da bu yara izinin aynısına sahip olanlardan seçmesi ayrı bir gizem konusuydu. John Locke karakteri ise bizi ayrıca bir mistik sembollerin içine batırıyor, diziyi içinden çıkılmaz hale getiriyordu.

“Karanlık güçlerle” “Işığın oğullarının” savaşını anlatmış olan Lost,  “Nehir Dünyası” ve benzeri pek çok filme de ilham verdi. Ve verecek. İçinde, Mu ve Atlantis gibi gizemli ve efsanevi uygarlıklar olan her şey merakla takip edilip, heyecanla izlenmeye devam edecek. Bilinmeyene yönelik içimizdeki bu ateş hep var olacak çünkü.





[1] İlluminati olarak bilinir.
[2] Kabala öğretisi, Yahudi coğrafyasında geleneklerle gelmiş bütün dini öğretileri içinde barındıran bir öğretidir.
[3] Kayıp kıta olarak bilinir. Amerika Kıtası ile Asya Kıtası arasında bulunduğu ve sular altında kalıp kaybolduğu varsayılır.
[4] Tek tanrı inancında olup yine de yer yer panteist eğilimler taşıyan inanç sistemidir.

Ayran İyidir, Rakıdan Sonra İyi Gider

Burada yazacağım yazıdan benim bir akşamcı olduğum sonucu çıkabilir. Değilim. Ama zaman zaman keyifli zamanları içkiyle taçlandırmak gerekebilir. Muhabbetine göre şaraba yatırılır gece. Rakı da olabilir, bira da…

Bu üç ana içkidir muhabbetlere ortak olan. Hava koklanır. O kokuya en uygun içki masaya gelir. En uygun meze ve yemek hazırlanır. Dolayısıyla içki içmek, aynı zamanda güzel bir iletişim kültürü parçasıdır; yemek kültürünün zaman zaman tamamlayıcısıdır.

Rakının kültürel bir değeri vardır örneğin. Öyle ki Dünya üzerinde ilk üretim Osmanlı Devleti sınırları arasındadır. Dolayısıyla ‘ecdadın’ kültürüdür rakı.

Örneğin bira… Mezopotamya’nın içkisidir. Binlerle ifade edilecek yıllar önce bu topraklarda üretilmiştir. Tek tanrılı dinlerden de eskidir. Ve Dünya’nın en köklü içkileri arasında ikinci sırada olarak sayılmasında hiçbir sakınca yoktur. 

Ancak içkilerin en köklüsü şaraptır. Bu köklülüğü onu kutsal da yapar, günah da.

Aslında İslam’a göre tüm içkiler günahtır. Sağlığa zararlı oluşu gerekçe gibi görünse de işin özünde çakır keyif ya da sarhoş olmak vardır. Kabul etmekte fayda var. İçki çok içildiği zaman vücuda ciddi zararlar verir. Ama her şeyin fazlası zararlıdır tabii. Günde bir kilo portakal yediğiniz zaman da vücudunuz hasar görür. Karaciğerleri bitirecek helal yollar da mevcuttur.

Başbakanın rakının milli içki olmasına gösterdiği tepki, alkolle mücadele konusunda kararlı olan AKP’nin içki konusundaki birçok düşüncesinden sadece biri. Başbakanın “milli içkimiz ayrandır” çıkışı, kuvvetle muhtemel iki beyaz arasında seçim yapma gerekliliğinden doğmuştu. Milli içkimiz şarap olsaydı, karşısına getirilecek içecek şalgam suyu olacaktı. Bira olsaydı milli içkimiz ki kültürel olarak bu toprakların Dünya’ya kazandırdığı en önemli miraslardan biridir, yerine turşu suyu konabilirdi(!)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın o sözlerinden sonra sosyal medya hemen karşılık vermeye başladı. “Milli içkimiz ayransa, milli kokteylimiz de cacıktır” bunlardan en başarılısıydı bence. 

Ayran sayısız faydaları olan bir içecek… Doğrusu hemen hemen hiçbir zararı yok. Hatta aklınıza gelebilecek pek çok şeye faydası var.

Ancak “pek değerli hükümetimiz içki ve sigarayla savaşırken toplum sağlığını düşünerek mi hareket etmiş oluyor?” diye soracak olursak, “keşke olsaydı, ama değil” diye cevap verebiliriz. Çünkü toplumun sağlığını düşünen bir devlet, nasıl olur da nükleer santralden söz edebilir? Bunu düşünelim.

Ayran güzel bir içecek… Rakıdan sonra da iyi gider. Sodalısı da makbuldür. Başbakan da buyurmuşken hazır, belirtelim dedik.

Ayranın tek yan etkisi uyku yapmasıdır. Uyku yapan her şey iktidar için iyidir. Bak, geldim nereye bağladım. Adamlar sağlığımızı düşünsün, biz nankörlük edelim. Yazıklar olsun bize!



Aldatan Erkeği Buna Teşvik Eden Kadınsa

Öncelikle belirtmek istiyorum ki burada aldatma gerçekliğine bir güzelleme yapmayı hedeflemiyorum. Aldatmaya meyilli olan erkeği, ne olursa olsun, dünyanın en harika kadınıyla birlikte olsa dahi, aldatmayı tercih eden erkeği haklı çıkarmak gibi bir niyetim yok.

Ancak bir şeyi de göz ardı etmemek gerekiyor. Erkeğin birlikte olduğu kadını aldatmasında kadının da teşviki olabilir.

Bu olgu bağlamında ele almak gerekirse iç tip erkek olduğunu görebilirsiniz. 1. Her şartta aldatacak potansiyele sahip erkek 2. Aldatmayı aklından bile geçirmeyen erkek 3. Aldatmayı düşünüp aldatmamayı tercih eden erkek…

Gerçekçi olmak gerekirse 2. tip erkeğe çok fazla rastlamak mümkün değil… Çünkü erkek doğası gereği çok eşlidir. Ancak vicdanı ve aklıyla tek eşliliğe yönelebilir. Hal böyle olunca yaradılış faktörünü göz ardı etmeden olaya bakmak gerek…

Erkek neden aldatır?

  1. Doyumsuzdur. En çok karşılaşılan vakadır. Pek çözümü yoktur. 1. tip erkek modelinde görülür.
  2. İlgisizlik sonucu arayış halindedir. 3. tip erkekte görülebilir.
  3. Onu heyecanlandıran ve sevindiren şeylere kadının küçümseyişi 2. tipi bile 3. tipe kaydırabilir.
  4. Kadının gereksiz aldatılma şüpheleriyle aldatma fikrini düşünürler. 3. tiptir.
Bir şeyi söylemek gerek… Bir kere aldatan erkek, eğer pişmanlık duymuyorsa 1. tip erkek adayıdır.

Kadının nasıl bir teşviki olabilir ki? Kadın, genel kanı ve önceden bilinçaltına yerleşmiş bazı bilgiler ışığında erkeğe karşı bir güvensizlik içindedir. Erkek bir kadınla ilgili güzel şeylerden bahsettiğinde, Facebook’ta her ikisinin de tanıdığı bir kadının fotoğrafını beğendiğinde ya da hoş yorumlarda bulunduğunda eşinde bir kıskançlık nöbetine neden olabilir. “Onun fotoğrafını neden beğendin? Dışarıda niye samimi bir şekilde sarıldın? Sana niye isminle bahsediyor, senden küçük değil mi? Neden hanım ya da abla demiyorsun, senden büyük değil mi? Evli değil mi? Eşinden niye ayrı?” gibi bazı sorularla sorgulamaya başlayabilir kadın. İşte o zaman 3. tip erkek için 1. tip olmaya doğru bir teşvikte bulunursunuz. Neden mi? Çünkü bu şekilde hiç aklında yokken bir erkek sizin şüphelendiğiniz kadınla ilgili bazı düşüncelere dalar. “Yoksa bu kadın beni beğeniyor da bunu eşim mi fark etti?” gibi. Bu sihirli bir sorudur. Peşinden lüzumsuz bir özgüvenle erkeğin eşi tarafından belirlenmiş hedeflere yönelmesi mümkündür.

Ne de olsa erkek aldatmaya meyilli bir canlıdır. Ayrıca aldatmak için de çok komplike sebepleri yoktur. Ergence duygularla yaşar bunu. Şayet kadın aldatacaksa daha derin sebeplere ihtiyacı olacaktır. Ama erkek sığdır. Çocukça yaklaşır.


1. tip bir erkekle birlikteyseniz yapacağınız bir şey yok. O bir kadın müptelasıdır. 2. tip erkekle birlikteyseniz dünyanın en şanslı kadınısın, kıymetini bilin. 3. tip erkekse eğer sevdiğiniz adam, işte en karmaşık olan tiptir bu. Onu 1. tipe kaymaması, hatta 2. tipe yerleşmesi sizin sevginize bağlı… Sevmiyorsanız da hiç uğraşmaya değmez. Bırakın kelebek misali yaşasın. 



Nick Altınıza Zeval Gelmesin!

Teknolojiyle çok geç tanıştığımı söyleyebilirim. Cep telefonları ilk çıktığında bugünlerde “takoz” olarak nitelenen cihazlardan ibaretti. Tuşları parmak kası yaptırabilecek türdendi. Sonra telefonlar küçüldü. Gömlek ceplerine girecek kadar hem de. İşte o zaman teknolojiyi geriden takip edişimin bir göstergesi olarak başta bahsettiğim takozlarla iletişim kurma dünyasına adımımı attım. Yanlış yere gönderilen SMS facialarını saymazsak sorunsuz bir dönemdi.

Bilgisayar da geç girdi odama. İnternetle tanışmam da çok geç oldu. Sonra sosyal paylaşım sitelerine de hep mesafeli durdum. O dönemler işim olmaz gibi geliyordu.

Teknolojiyi geriden takip etmiş oluşum, sanal ortamları da geç tanımama ve onu da geriden takip etmeme neden oluyordu. Halen de alıştığım ve etkin kullandığım söylenemez Daha pek çok uygulamayı bilmiyorum.

Ancak daha lisedeyken edindiğim, gördüğüm her boşluğa yazı yazma arzusu bugünkü sosyal medya ile ilişkimi oluşturuyor. Lisedeyken özellikle son sınıfta bir alışkanlık haline getirdiğim bir çalışmam vardı. Sabah okula erken gelip tahtaya çeşitli duvar yazıları ve ufak mizahi metinler yazmak… Sonra bir de öğleden sonra postası yapardım. Öyle tuttu ki sabah ilk derse gelen hoca o yazılara bir göz gezdirmeden tahtayı sildirmezdi.
O dönemde sınıftaki arkadaşlar da ikiye bölünmüştü. Bu çalışmayı destekleyenler ve desteklemeyenler… Hatta kavga ettiklerini bile hatırlarım. Desteklemeyenlerin ortaya attığı argüman, tebeşirleri boşa harcıyor oluşumdu. Okulun malına zarar veriyormuşum. Ama o tebeşirleri ben satın alıyordum. Okulun tebeşirlerine elimi sürmüyordum. Sonra “toz yutuyoruz” dediler. Tamam, burada haklıydılar. Ama en garibi şuydu. “Üniversiteye hazırlanıyoruz. Dikkatimizi dağıtıyorsun, test çözemiyoruz.” İşte bu gereksiz eleştiri sahipleri sosyal medyanın yükselişte olduğu bu dönemde de varlar.

Dedim ya, her şeyle geç tanıştım. Bloglarla, sözlüklerle… Geriden gelişimin en büyük göstergesi de “nick altındaki entry” kavramını yeni öğrenmiş oluşum… Ne kadar önemliymiş bu meğer… Oraya herhangi bir şey yazılmadıysa yokmuşsunuz gibi… Ancak ben daha liseden talimliyim. Benim nick altım aslında çeşit çeşit yorumla doludur.

Bir de şu bloglar var. Kendi bloğumu yıllar önce açmış olmama rağmen son iki haftadır üzerinde eğilmeye başlamadan önce, yani geçen yıl Radikal Blog ve Milliyet Blog’daki bir blog açmıştım. Özellikle Radikal Blog’da en çok okunanlar arasına giriverdim. Popüler bir blog yazarı olmak güzeldi. Ancak güzel olmayan ve kaçınılmaz bir başka sonuç vardı. Lisede karşılaştığım o gereksiz eleştiriler gibi pek çok gereksiz eleştiri alıyordum. “Bu yazı zaman kaybı, okuduğuma pişmanım, yazmayın, bu yazıyı kaldırın” gibi yorumlar, lisedeki “toz yutuyoruz, test çözemiyoruz, okulun tebeşirlerini harcıyorsun” yorumlardan pek farklı değil. Öyleyse benim her şeyi geriden takip etmemden daha vahim olan başka bir sorun var. Geride kalıp bugünde var olmaya çalışmak… Ayrıca madem yazılarım, paylaşımlarım rahatsız edici, okumama ve yok sayma özgürlünü sonuna kadar kullanabileceğin bir ortam burası Artık toz yutmak gibi bir sorun da yok üstelik.

Bugünün sosyal medya sakinlerini şöyle kategorize edebiliriz. 1.Bir şeyler üretenler, 2.Üretilenleri tüketenler, 3.Yapılanı reddedip saldırarak popüler olmaya çalışanlar, 4. Hiçbir şey yapmayıp “neden olmuyor” diyenler…

Bütün bunlar internet öncesi toplumlarda da görülür. İlk sıradakiler ise her ortamda öyle ya da böyle de var  
olurlar.

Sözlükte bir nick altı ortamı olduğunu yeni fark ettiğimi söylemiştim. Orada az yorum gören bir arkadaş da alay etmiş benle. Radikal Blog’daki popülerliğimi de torpilli oluşuma bağlayan başka bir adam var mesela. Zaman zaman yazmaya ara vermeme de takmıştı o arkadaş. Bunu da Radikal’e şantaj olarak yorumlamış.

Görüldüğü gibi bu insanlar hep var. Olacak. Popülersen de popüler değilsen de uygun bir saldırı metni düzenlenecek.

Ne olursa olsun, iyi veya kötü üretmeye devam etmek gerek. Çünkü böylesi bir ortam var olduğu müddetçe iyi olan ve kötü olan kendini belli edecek, diyorum ve ekliyorum. Bu süreçte nick altınıza zeval gelmesin. 

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Çocuğa Yönelik Cinsel Suçlar ve Somaly Mam

Çocuk pornosu ve çocuğun seks köleliği, erkeğin hastalıklı şehvetinin geldiği son noktadır. Evet, doğru… Ancak bu sonuçlardan biri sadece… Asıl mesele vahşi kapitalizmin ve hastalıklı ayrımcılığın varlığı…

Çocuğun cinsel yönden istismarı vakaları son yıllarda ciddi artışlar gösteriyor. Çocuğu bir cinsel obje haline getiren süreçte, ilkokullardaki kız öğrencilere başörtüsü dağıtılıyor! O yaşta tecavüze uğruyorsa kapanmalı mı deniyor acaba? Nasıl bir ruh halidir bu? Kız çocuğunu başını örtme eğilimi gizliden gizliye onu cinsel bir obje olarak görmek değil midir?

Ve erkeğin azgın cinsel duyguları… Etek giyen bir kız çocuğundan tahrik olup ona tecavüz eden çok sayıda erkekle onu başkalarını ‘tahrik’ etmesin için kapatmaya kalkan erkeklerin sapkınlık yönünden bir farkları var mı sizce? Buradaki yazılarımda çok kez bahsettiğim gibi, cinsel suçların en önemli sebebi zaten cinsel baskılarken, yeni bir baskılama metodu nasıl karşılık bulur?

Çocuğu nasıl koruyacak acaba bizim ‘büyük’ adamlar? Merak ediyor musunuz? Çocuğu nasıl olması gerektiği gibi görecek? Devletin polisine taş attığında ‘terörist’ ilan ederek mi? Sayıları artan çocuk işçiliğini durdurmak için politikalar geliştirmeyerek mi? Tecavüze uğrayan kız çocuğunun buna ‘rızasını’ sorgulayarak mı? Bakımını üstlendiği kimsesiz çocukları, din eğitimine yönlendirerek mi? Çocuğun cinsel istismarının dini eğitimle engelleneceğine inanmak büyük bir yanılgı değil midir? Kapanıp ‘dini bütün’ hale gelen kadını erkek şiddetinden koruyabiliyorlar mı bu şekilde?

Okutulmayıp evlendirilen çocuklar? Çocuk gelinler? Küçük yaşta evinin ‘kadını’ olmaya itilen, kucağına bebeğini alıp anne olmaya zorlanan çocuklar? Sırf cinselliğini bir an önce örselemek için, aşkı tanımaması için ve ‘gelir’ elde etmek için evlendirilen o kızlar, sistemin bir kurbanı değil mi? Sistem, her şeyi para olarak görüyorsa, insanı değersizleştiriyorsa, siz aynı sistemi savunup bu soruna nasıl çare bulacaksınız? Sistem nasıl önce fakirleştirdiği Afrika’ya, bağış kampanyalarıyla göz boyayarak kendini ak gösteriyorsa, çocuğun istismarına karşı adım atacak devlet de aynı yolun yolculuğundadır. Çünkü sistemden kopmadan, onun kurban ettiği çocuğu koruyamazsınız.

Vahşi düzen çocuk tanımaz. Egemen güç olma mücadelesi verenler, bunun karşısındaki çocuğu dahi ‘terörist’ ilan edecektir. Sistemin kirli çarkları, (bu kirini bizzat sistemden alır) çocuğu ekonomik anlamda da cinsel anlamda da yani aklınıza gelecek pek çok dalda sömürülecek sınıfın içine koyacak, savunmasızlığından sonuna kadar faydalanacaktır.

Çocuk istismarının en acı türlerinden biri olan çocuğun seks işçiliğine zorlanmasına karşı, uluslar arası bir mücadele örneğinden ve bunun mimarından bahsetmeden geçemeyiz. Somaly Mam…

 70’lerde Vietnam sınırında bir köyde doğan Somaly Mam, daha 14 yaşındayken bir askerin tecavüzüne uğrayarak tanıdı cinsel şiddeti. Ve onunla evlendirildi. Ve bir süre sonra adam bir sürü borç bırakarak ülkeyi terk etti. Yakın bir akrabasının bakımını üstlendiği Somaly, borçların altından kalkamayan bu akrabası tarafından seks işçiliğine zorlandı. Bildiğiniz anlamda feleğin sillesini yiyerek çocuk yaşta kadınlığın acısını tadan bu kadın, Fransalı biriyle tanışıp onunla evlendi. Ve Fransa’ya yerleşti. Artık kurtulmuştu. Ancak kurtulması onu rahatlatmaya yetmedi. Küçük yaşta çalışmaya zorlandığı ‘genel’ evlerde çalışan çocuk seks işçilerini tek tek kurtarmaya başladı. “Kötü Koşullardaki Kadınlar İçin Hareket” isimli derneği kurarak çalışmalarını sürdürdü.

Somaly Mam’ı durdurmak isteyenler oldu. Ciddi bir pazar haline gelmiş kadın ticaretinin patronlarının tehditleri, kızının kaçırılıp tecavüz edilerek gözdağı verilmesine kadar dayandı. Ancak o yılmadı. Kendisi gibi kızının da cinsel şiddeti tatması anne-kızın mücadeledeki safları sıklaştırma azmini daha da arttırdı. Sayıları yüzleri bulan kız çocuğunu seks ticareti çarkından kurtardı.

Görüldüğü gibi tüm dünyada çocuğun cinsel istismarı olayları ve buna karşı mücadelenin sembolleri var. Halen Kamboçya’daki ‘genel’ evlerde bir kız çocuğuyla cinsel ilişkiye girmenin karşılığı 15 sent! Yani bir kız çocuğunun hayatının değeri de işte en fazla bu kadar…

Türkiye’ye baktığımızda çocuk seks işçiliğiyle ilgili ciddi verilerle karşılaşmasak da yukarılarda bir yerlerde bahsettiğim gibi, kız çocuğunun para karşılığı evlendirilmesi gerçeği söz konusu… Dolayısıyla çocuğun masumiyeti bütün geri kalmış toplumlarda olduğu gibi bizde de yok edilen bir değer…


Çocuğun istismarı sorununun çözümü için buna karşı oluşacak kitlelere ve kararlılığa ihtiyacımız var. Çünkü bu sorun suni gündem maddeleriyle unutturulmayacak kadar hassas ve hayati derecede önemli... Kendi kendimize ah edip vay etmemiz, “insancılık” oynamaktan ibaret olacaktır. 

Naif ve Zarif: Kelime Oyunu

Televizyonlarda çok sayıda yarışma programı var. Bunların çok büyük kısmı, yeteneğe dayalı… Aslında burada algılanan yetenek kavramını da kısaca masaya yatırmak gerek… Ticari olarak bakılan, gösteri dünyasında iyi para getirecek işler, bizdeki yetenek algısının temelini oluşturuyor. Zekâ denilen kavramda yaptığımız hata ise ukalalıkla eşdeğer tutulup, ukala ukala konuşan insanları ‘zeki’ olarak adlandırmak... Dolayısıyla zekâ ve yetenek doğru algılanmadığından, gerçekten zeki ve yetenekli insanlar da çok şanslı olmadıkları müddetçe ortaya çıkamıyor.

Bilgi yarışmalarının çoğunda ise sistem tarafından itelenen bir konsept görülüyor. Bencillik, gerekirse ekip üyelerini satma gibi durumlar söz konusu… Kişisel hırslar ön plana çıkarılıp bu eğilim normalmiş gibi sunuluyor. Hatta hayatın gerçeği gibi lanse ediliyor.

Yarışmacılar da özellikle ilginç karakterlerden seçiliyor ya da ajanslardan temin ediliyor. Bir televizyon programının izlenirliliğini arttırmak için illa ki bu tip küçük oyunlara ihtiyacı var. Ama bunların hiçbirine ihtiyaç duymadan izlenebilen, hatta tutkuyla takip edilen programlar da yok değil. İşte geldik yazımın konusuna. Buyurun aşağıya…

İşte bu program “Kelime Oyunu” isimli yarışma… Bloomberg TV’de her gün saat 20.00’da yayınlanan program asla bıktırmıyor kendinden.  Kelime bilgisiyle yarışan yarışmacılar, bir hırs değil, gerçek bir yarışma rekabeti sunuyor. Çünkü öyle yapay konsept kaygısı yok.

Programın sunucusu İhsan Varol ise televizyonda görmeyi özlediğimiz bir karaktere sahip… Bir yarışma programını, istenen ve yüklenen role bürünüp sunan diğer meslektaşlarına baktığınızda, tamamen kendisi olduğunu anlayabiliyorsunuz İhsan Varol’un. Bir kafede oturup sohbet eder gibi sunuveriyor programı. Yarışmacıların yüzünde onunla konuşurken oluşan hayranlığı da sonuna kadar hak ediyor.

Televizyon izlemeyi boşa vakit geçirmek olarak gören pek çok insan için “Kelime Oyunu” bir tutku haline gelmiş durumda. Bulmaca çözmeyi seven bir toplumun bu damarını yakalamayı başarmış olması dışında, bir bilgi yarışmasının tam da yapması gerekeni yapıp bilgilendirmek, öğretmek amacının dışına asla çıkmadan izleyiciyi eğlendirebiliyor.  

Dediğim gibi sunucunun payı büyük… Sanki yarışma bitiminde birlikte çorba içmeye gideceklermiş gibi görünüyorlar hatta. Bu samimiyeti bize işte böyle geçiriyor bu program. Bu takdir edilmesi gereken en önemli başarılarından biri…

TDK tarafından ödüller almış program, bizler için de büyük bir ödül… Yıllarca televizyonda tamamen reyting kaygılı programlar izlemek zorunda kalmış bir neslin üyesi olarak, böyle bir programı sığınacak bir liman olarak görüyorum kendi adıma. “Halk bunu istiyor” dayatmasına da çok iyi bir cevap veriyor. Halkın ne istediğini değil, neyle oyalanması isteniyorsa onu sunan sisteme inat, “Kelime Oyunu” sessiz bir televizyon fenomeni işte o yüzden.

Naif ve zarif olmayı şiar edinmiş program Kelime Oyunu, televizyon dünyasında bir şeylerin değişmesini zorlayacak, gerçek bir yarışma programı nasıl olur gösterecek gibi görünüyor.


Aşka Dair Teoriler: Kafa Travması Teorisi

Aşkın nasıl ortaya çıktığı bilim adamları tarafından araştırılıyor. Ama siz önce bir gelin benim teorilerimden birini okuyun.

En önemli teorim kafa travması teorisidir.

10000 yıl öncesinden bahsediyoruz. Meteor kütlelerinin atmosferden içeri girerken yanıp kavrulmadığı kaliteli zamanlardı o zamanlar. Ne meteor yapmıştı o dönem mübarek? Meteorunu bile özledik mi ne evrenin? Neyse…

O sıralar çok meteor düşermiş dünyaya. İnsanlar meteor yağmurlarından korunmak için mağaralara sığınırlarmış. Gökyüzünde meteorlar ışık olarak beliriverince kaçışır, mağaralara girerlermiş. E tabii, o zamanlar meteoroloji balonu, uydu gibi yanıltıcı cisimler yokmuş ki. Meteorsa meteordur. Kakaysa uçan dinozorların işidir. Neyse… Biri çıkar, der ki “ben kaçmayacağım, bakalım, ne olacak?” Kimse bu cesarete hayran olacak halde değildir. Zaten bunun adı bugünün şartlarına göre bile aptallıktır. Bırakırlar maceracı beyimizi yağmurun altına.

Meteorlar deli gibi yere çarpmaktadır. Kahramanımız koşturup kaçmakta ve her meteor sıyırmasına sevinç çığlıkları atmaktadır. Sağanak yağış azalmıştır; meteor ufak ufak atıştırmaya devam etmektedir. Kahramanımız bir süre sonra yağmurun dindiğini sanarak durur. Ancak son kalan taşın kafasına isabet ediverir ve zavallı kendini yerde bulur. Ölmemiştir. Sadece baş dönmesi ve şiddetli baş ağrısı hissetmektedir. Zar zor ayağa kalkar ve etrafına toplanmış diğer insanlar arasında bir kadına dikkat kesilir. Yarı açık bilinci ona güzel sözler söyletmektedir. Kadının omurilik soğanını gıdıklayan bu sözlerle adına şimdi aşk dediğimiz bir duygu filizlenmeye başlar.

Meteor yağmuru erkeğin genetik yapısını bozmuş, o güne kadar “uçana kaçana” olan ilişki durumunu, “bilmem kimle ilişkisi var” olarak değiştirmiştir. Kahramanımızın âşık olduğu kadınla geçirdiği muhteşem geceye imrenen erkekler de artık meteor yağmurundan kaçmamış; yağmur sonrası eş seçmece seremonisi bir ritüel olarak uygulanmaya başlanmıştır. Ancak her erkek o kadar şanslı olamamış, çoğu oracıkta telef olmuştur. Bu da tarihin ilk aşk uğruna ölümleri olur. Bilinmelidir ki aşk tarihi o günlere çok şey borçludur. Olmalıdır.

Artık insanlar âşık olmak için meteor yağmuru beklemeyecek, ama her yıldız kayışını (ki aslında pek çoğu meteor yağmurudur) aşk malzemesi haline getirecektir. Sevgilisi olmayan kadınlar veya erkekler her meteor yağmurunda yeni aşklar dileyeceklerdir. Her güzel kadına güzel söz söyleme arzusu, her güzel söz duyan kadının omurilik soğanında vuku bulan gıdıklanma o günlerden gelen genetik kodlanmanın sonuçlarıdır. Ancak her güzel söz söylediğiniz kadın da size âşık olmaz; kiminin omurilik soğanını gıdıkladığınızda o kişi size tokat atabilir. O da başka bir reaksiyondur ve bu da başka bir araştırma konusudur. Diyorum. Dedim.

Bu teori de burada biter. Haydi, çürütün.


Not: Gerçekle alakası yoktur. Gerçeğin de olması gerekenle alakası yoktur zaten.

Cinsellik Tabusuyla Sağlıksız Yaşama Hoş Geldiniz!

Cinsellik tabusu malumunuz… Kendimizi bildiğimiz çocukluk yıllarından beri, bizlerden saklanmış, ama insan yaşam döngüsünün vazgeçilmez eylemi cinsellik… Bu gizliliği yüzünden, nesiller boyunca kendi çabalarımızla farkına vardığımız cinselliğimizi sizce güzel yaşayabiliyor muyuz? Zaten derme çatma kurduğumuz cinsel yaşamımızı, hangi bilgilerle bugüne getirdik?

Okulda “milli” tarih, “milli” coğrafya gibi dersler görerek büyümüş bir nesiliz biz. Öyle bir nesiliz ki, kendi kabuğunda… Öyle bir nesiliz ki sadece bilmemiz gereken öğretilmiş, o da eksik ve hatta yanlış öğretilmiş, yalnız bir nesiliz. Biraz daha dozunu kaçırsalar, milli matematik ve milli fizik gibi dersler de görebilirdik. Sadece otoriteye itaat edecek, hiçbir şeyin farkına varmamış insanlara ihtiyaç duyulan ülkelerde görülen bu mantık, elbette cinselliğinin farkına varmış bir nesil istemezdi. Cinselliğinin farkında olan bir bireye cinsiyete dayalı ayrımcılığı kabul ettirmek zor olacak tabii. Çünkü cinsiyeti belirleyen faktörler bireyin sokaktaki hayatında değil, yataktaki hayatında belirleyicidir ve asla toplumu ilgilendirmez. İlgilendirdiği zaman da işte, toplum içinde bir yerlere gelmeye çalışan, hak mücadelesi veren, erkek yoldaşlarıyla birlikte yürüyen kadına“kadın başına” diye başlayan fırçalar atılır. Biri de çıkar polis şiddetine maruz kalmış kadını “kadın mıdır kız mıdır?” diye kendince aşağılar. Ağlayan erkeğe “karı gibi ağlama” diye fırça atılır. Saymakla bitmez.

Dediğim gibi cinsel eğitimini olması gerektiği gibi almamış bir insanlar, toplumdaki yerini erkekse üstte, kadınsa altta olarak belirlemeye mahkûm oluyor. Hatta dine dayalı olarak da kimi toplumlar yasalarla uyguluyor bunu. Oysa insan genetiği 23 çift kromozomdan oluşuyor ve bunlardan sadece 23. çift kromozom cinsiyeti belirliyor. Yani ortalığı sadece bir çift kromozom için velveleye veriyoruz. Kadın olmak ya da erkek olmanın bilimsel olarak hiçbir önemi yok aslında. Diğer bütün çift kromozomlar fiziksel özelliklerimizi meydana getiriyor. Ve hormonlar, son çift kromozomun alacağı duruma göre erkek ya da kadın anatomik yapısına göre salgılama ve şekillendirme yapıyor. Bu kadar basit olduğunu idrak edebilseydik, belki de cinsiyetçiliği bir kenara bırakırdık. Son kromozomlarımız benzer olsa dahi, farklı coğrafyada yaşadığı için ötekine her zaman önyargımız olduğuna göre, biraz boş konuşmuş oluyorum sanırım. Ama olsun. Belki de bu basit olduğunu anlasaydık, hiçbir farklılığı önemsemeyecektik. Kim bilir?

Cinsel eğitimin olmamasının bir diğer olumsuz sonucuna gelelim. Doğru ve olağan mecralardan cinselliğiyle ilgili eğitim alamayan bireyler, bir şekilde fark ettikleri erkekliklerini ya da kadınlıklarını kulaktan dolma bilgilerle yaşamaya başlarlar. Porno sektörünün bu kadar rağbet görmesi, özellikle çocuklarca merakla takip edilmesi, çocukların“bakalım nasıl sevişiliyormuş?” demesi kaçınılmaz değil mi? Biz doğru dürüst cinsel eğitim vermezsek, olacağı bu! İzleyecek tabii çocuk… Siz çocuğunuza onun nasıl dünyaya geldiğini anlatırken bile “ık mık” ederseniz kendi öğrenme yöntemlerini kullanacak. Elbette ki siz eğitim verseniz dahi çocuk, pornoyu merak edecek. Ama doğru bir altyapı üzerine görecekleri, sadece onu o an etkileyecek. Doğru bilmediği cinselliğiyle bu gördükleri nasıl harmanlanır, siz tahmin edin.

Geçtiğimiz yılın sonlarında NTV’nin bir belgeseldeki ayıbını da paylaşmadan edemeyeceğim. Leonardo Da Vinci’nin “Vitruvius İnsanı” olarak bilinen anatomi çizimini bilirsiniz. Çizimde bir erkek tasvir ediliyor ve çıplak… Vay çıplak ha? NTV de durur mu? Cinsel organı – nasıl duygular beslediği bilinmez- sansürleyiverdi. Böylece “belgesel de veririm, ahlakı da korurum” mu dedi acaba? Şaka bir yana, Kanal 7’nin Recep İvedik filmini gösterip tabiri caizse kese kese kuşa çevirmesinden daha ciddi bir durum bu. Geriye doğru evrimleşme diye bir şey var mıydı? Neyse, devam edeyim.

Kadın ve erkek sokakta el ele tutuştuklarında bile ahlakı kendinden geçen, bir tuhaf olan toplumun nasıl tedavi olacağını bilmiyorum. Ama yine de söyleye söyleye dilimizde tüy bitirelim. Belki bu tüyler herkesin gözüne batmaya başlar.

Hep kadın, erkek dedik. Bu yazıda da bahsetmeden geçemeyeceğim. Eşcinsel bireylerin bu yönelimini de belirleyen kromozomlar… Topluma duyurulur. Yani sizin ahlak anlayışınız bir safsatadan ibaret… Cinsel yönelimin zevk olsun, bir değişiklik olsun diye gerçekleşmediğini, bunun genetik ve hormonsal farklılıklarla ilgili olduğunu, mavi gözlü olmak, sarışın olmak veya diğer tüm farklılıklar nasıl bir hastalık değilse, bunun da olmadığını bilmeliler. Tedavi için de lütfen,  kendi algılarını ve ahlak anlayışlarını masaya yatırsınlar. Alınmaca gücenmece yok. Bu toplumun bir parçası olarak, sizi sevdiğimden uyarıyorum.

Cinsellik temelli şiddet eğilimleri de işte bu cinselliği tabu olarak görme hastalığının bir sonucu… Cinsel taciz ve hatta tecavüz gibi şiddet türlerini uygulayan bir erkek ne kadar suçluysa, cinsel duygularını ve arzularını bastırmasını emreden toplum ondan çok daha fazla suçlu…


Kromozom sayılarımız ne olursa olsun, kadın ve erkek ya da diğerleri sağlıklı sosyal ve cinsel bir hayatla var olmaya devam etsin, diye diliyorum. Yaşam döngümüz ayrımcılık ve şiddet olmadan hep daim olsun. Başımıza bela olan tüm tabular hepimizin omuz vermesiyle yıkılacaktır. O duvar olmadan yaşamak için hadi bir omuz ver. Öğrenerek ve anlayarak…

Baba Adaylarına Tavsiyeler

Gün itibariyle bebeğimizin dünyaya gelmesine yaklaşık 40 gün kaldı. Zaman o kadar hızlı akıp geçti ki… Odasını hazırlamanın heyecanı ve işlerin yetişip yetişmeyeceğinin kaygısıyla birlikte zaman geçmeye devam ediyor.

Anne olmak çok değişik bir duygu olmalı. İçinde kıpırdayan, yaşayan bir organizmanın varlığını hissetmek çok eşsiz bir duygudur. Peki, baba olmak?

O da öyle… Elbette ki bebeğimizin varlığını eşimin hissettiği kadar yakın hissedemiyorum. İşte o zaman diyorum ki “kadın ve erkek eşit değil… Kadın daha üstün bir varlık…” Çünkü bir canlıyı kendi bedeninde hayata hazırlayan, onun için kendi yaşamından fedakârlıklar yapan bir canlı kadın… Tartışma bile kabul etmez.

Baba adaylarına birkaç tavsiyem var işte bu yüzden. Bir babanın annenin hislerine yaklaşabilmesi için bazı eylemler içinde olması gerekiyor. Bunu bir görev değil, yapmadığınızda eksik hissedeceğiniz yaşamsal aktiviteler olarak düşünün.

Ben ne mi yapıyorum? Onun varlığından haberdar olduğum günden beri, onunla konuşmaya başladım. Evet… Daha ilk zamanlarda dış dünyaya tepki veremeyecek kadar küçük… Ama olsun… Önemli olan onun babası olduğumu hissetmesini en erken zamanda başlatmaktı. Şimdiyse daha sık dokunuyorum ona. Daha sık konuşuyorum. Hatta zaman zaman çok belirgin hareketlerle tepki veriyor sesime. Hareketli olması onun keyfinin yerinde olduğuna işarettir. İşte bana böyle tepkiler veriyorsa benim de keyfimi yerine geliyor.

Bu yapılacaklar arasında duygusal öneme sahip olan kısım… Annenin hissettiği kadar ta içinizde hissetmeseniz de bunu kısmen sağlayabilirsiniz bu şekilde.

Doğumun yaklaşmaya başladığı bu son dönemde artık her şeyin hazır olması için işleri hızlandırmanız ve doğuma tam bir ay kala bitirmiş olmanız gerekiyor. Bunu elbette artık sadece siz yapabilirsiniz. Çünkü eşiniz muhtemelen daha fazla yoruluyor, ayakları şişiyor ve nefes darlığı çekiyordur.

Siz işleri bitirmek için uğraşırken onu da sık sık neleri hallettiğiniz söyleyerek bilgilendirin. Bu doğuma yaklaşan eşinizi motive edecektir. Yapmanız gerekenler için çaba sarf ettiğinizi görmesi onu mutlu edecektir. Bu arada çok güncel bir iş listenizin olması ve bol tik atılmış olması gerekiyor. Ve doğum çantası için gerekenleri de eşinizle konuşup bunun için de bir listeyi artık hazırlamanız lazım…

Öyle bir zaman ki bir an önce sanki yarın giydirecekmişsiniz ki bebeğin tüm kıyafetlerinin yıkanmış, ütülenmiş ve dolabına kaldırılmış olmalı…

Doğuma yetişmek için hastaneye doğru yola çıkacağınız o büyük günün organizasyonu kusursuz bir şekilde bitmeli. Hastaneye giden kestirme yolların bir haritası da elinizde olmalı.

Eşiniz fiziksel bazı değişiklikler yaşıyor. Ancak siz onun bu değişikliklere odaklanmasına engel olacak yegâne kişisiniz. Çünkü kadın yaradılışı gereği güzel görünmek ister. Bu süreçteki fiziksel değişikliklerden memnun olmayacaktır. Sizse işte bu aşamada onun ne kadar güzel olduğunu söylemelisiniz. Ne de olsa hep beğendiğiniz kadın, artık daha da hayran olunası bir süreç yaşıyor. Bana soracak olursanız ben eşime her bakışımda daha da güzelleştiğini görüyorum. Tüm baba adaylarının da eşiyle ilgili aynı şeyi düşündüğüne eminim.

Bu süreçte onun beslenmesine dikkat ediyor musunuz? Mutfak alışverişini onun alması gereken besin değerlerini gözeterek yapmayı kesinlikle ihmal etmeyin.

Anne adayının doğum sonrasında bebeğin bakımında yalnız olmayacağını ve sizin çok iyi bir asistan olacağını bilmesi gerekiyor. Çünkü bu doğum süreci tam bir motivasyon işi… Siz şimdiden bu kadar ilgili olursanız bebeğinizi kucağınıza aldığınızda baba olduğunuzu daha çabuk idrak edeceksiniz.

Ayrıca biraz da mutfak konusunda deneyim kazanmalısınız. Yemek yapabiliyorsanız, ev işlerinde hamaratsanız baba olmak için çok zorlanmayacaksınız demektir. Öyle bir süreç içindesiniz ki artık “bu erkek işi mi?” diye bir sorgulama yapmak pek makul olmayacak. Çünkü artık siz sadece erkek değilsiniz. Hayati ve eşsiz bir projenin çok önemli bir ortağısınız da.


28 Temmuz 2013 Pazar

Biranın Köklü Tarihi

Bira tarihin en eski alkollü içeceklerinden biri…

Bira, M.Ö. 7000’lere kadar uzanan bir geçmişe sahip... Sırasıyla Sümer, Asur, Hitit ve Babil uygarlıkları tarafından üretilip geliştirilmişti. Günümüzde bilinen fermantasyon işleminin ilk adımlarını ise Mısırlılar atmıştı.

Biranın Mezopotamya’da doğmasının en önemli sebebi, arpanın tarım üretimindeki büyük payıydı. O zamanlar arpa öğütülerek un haline getirilir, sert bir somun haline gelene kadar pişirilirdi. Tekrar öğütülerek irmik haline getirildikten sonra, su ve maya ilave edilerek fermantasyona bırakılırdı.

Mayalama işleminde hurmadan elde edilen doğal bir maya kullanılmış olduğu söylenir. Mısırlılar da bu noktada farklılık göstererek malt unu ve bugünkü bildiğimiz mayayı biranın üretimine dahil eder.

Biranın doğduğu yıllarda arpanın önemini vurgulamak adına şunu söylemekte fayda var. Arpa paranın var olmadığı o tarihlerde, ticaretlerde para yerine kullanılırdı. Arpanın para olarak değer görmesi aslında onu altın değerinde bir hale getiriyordu. Bira da işte bu yüzden önemliydi. Hatta o meşhur 360 paragraftan oluşan Hamurabi Kanunlarında dört paragraf bira üretimine ayrılmıştı. Pek çok uygarlıkta dini ayinlerde de kullanılırdı.

Bira bu kadar uzun geçmişine rağmen popülaritesinden hiçbir şey kaybetmedi. Tarihe Muhteşem Gabrinus olarak geçen Belçika Kralı, her gün düzenli olarak iki bardak bira içmesiyle ün yapmıştı. Aziz Wilhelm’in bira için verdiği olumlu fetva ve 1900’lü yıllarda biracılık için basılan kartlardaki “Düşün, mayala, tanrı yardım eder.” yazısı biranın Avrupa’da da toplum yaşamındaki değerinin iki önemli göstergesi…

Günümüzdeki bira sevgisi, dünya ekonomisinde önemli bir endüstriyi meydana getirdi. Çok büyük markalar doğdu. Bunlardan, kimisi ülkemizde de bilinenlerden bazıları, ABD’nin Miller’ı, Japonya’nın Kirin Beer’ı, Hollanda’nın Heineken’i, Danimarka’nın Tuborg’u, Brezilya’nın Antartica’sı, İrlanda’nın Guinness’i, Almanya’nın Beck’s isimli birası ve elbette Türkiye’nin Efes Pilsen’idir.

Türkiye’deki bira üretiminin başlangıcı Cumhuriyet’ten önceye dayanıyor. İsviçreli Bomonti kardeşlerin Şişli’de açtığı bira işletmesiyle Yunanlı Vasili’nin işletmeleri bilinmektedir. Ancak Vasili, Bomonti ile rekabet edemeyince piyasadan çekilmişti. Cumhuriyet sonrasında içki üretimi devlet tarafından İçki Tekeli’ne geçti. Bunun için bira üretimini Polonyalı bir firmaya veren kurum, firma batma tehlikesine girince üretimi yeniden devralıp 10 yıllık süreyle Bomonti’ye verdi. Böylelikle Bomonti yeniden bira üretiminde tekel haline gelmişti. Yıllarca Tekel Birası olarak içilen biranın öyküsü işte bu… 1969 yılında çıkarılan yasayla Türkiye’deki bira üretimine özel sektör de dâhil oldu.

Bira besin değeri sebebiyle “sıvı ekmek” olarak da bilinir. Çok yüksek kalorisini ifade etmek için, 1 litre biranın kalori olarak eşdeğer olduğu gıdalar ve miktarlarını belirtmek gerekiyor. Yaklaşık 5 yumurta, 40 gr. tereyağı, 440 gr. patates… Bu da 400 kalorinin üzerinde bir enerji demek… Bira çerezsiz içilebilen bir içki olmadığından, birlikte tüketilmesi muhtemel yiyeceklerin de kalori olarak yüksek olduğunu düşünürsek biraz dikkat etmekte fayda olduğu sonucunu çıkarırız.

Yaklaşık 9000 yıl önce Mezopotamya’da doğan bira, yavaş yavaş tüm dünyaya yayılmış, yöntemsel açıdan farklı bölgelerde bile aynı şekilde üretilerek bir dünya kültürü haline gelmiş oluyor.

Bira keyfe, kedere, sohbete eşlik eder. Tadında bırakmakta fayda var. Sonuç itibariyle alkollü bir içecek olarak fazlası vücut için iyi sonuçlar doğurmayacaktır. Yukarıdaki kalori hesabına bakınız. Yarattığı şişkinlik hissiyle de keyifli sohbetlerinizi tuvalete gitmek için kesmenize neden olacak tabii.


Yine de böyle bir tarih içilmeyi hak etmiyor mu?

Cinselliği Tecavüzle Tanıma Travması

Yapılan tüm bağımsız araştırmalar gösteriyor ki, ülkemizde yaşayan kadınların %7’si 15 yaşından önce cinsel istismarın taciz ve tecavüz gibi farklı çeşitlerine maruz kalmıştır. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre dünya çapındaki rakamlar da çok dehşet verici… 150 milyon kız çocuk, 73 milyon erkek çocuk cinsel ilişkiye zorlanmış veya cinsel şiddetle karşılaşmıştır. Cinsel istismar, çocukların %55’inde 5 -15 yaş arasında, %40’ında ise 10-16 yaş arasında görülmektedir. Türkiye’deki rakamlar da çok çarpıcı… Cinsel istismara uğrayan çocukların %30’u 2-5, %40’ı 6-10, %30’unun ise 11-17 yaşları arasında olduğu görülmektedir.

Bu aşamada, batı ülkelerindeki rakamların oransal değerlerinin daha fazla olduğu bütün kaynaklarda ortak bir görüş olarak ortaya çıkıyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre cinsel istismar vakalarında çocuğa yönelik pay %20’in üstüne çıkarken ülkemizde %10’u buluyor. Ama bu bizim için bir övünç kaynağı olamayacak. Bunun da çok basit bir sebebi var. Ülkemizdeki çocuğa yönelik cinsel şiddet suçları, ailelerin olayı gizlemesi eğilimiyle saklı tutulduğundan oran, pratikte %30’u geçmektedir.

Çocuk veya yetişkin, hangi yaş grubunda olursa olsun, toplumda aşağılanma ve ayıplanma korkusu, ne yazık ki bu suçlara maruz kalanların baş korkusu… Gelişmiş ülkelerde mağdur korunurken, bizim ülkemizde toplum tarafından olumsuz etiketlemelere maruz kalıyor. İşte bu yüzden kimi zaman çocuk ailesine bu şiddeti açıklayamıyor; açıklasa da aile bu suçu teşhire yönelemiyor. Hatta birçok cinsel şiddet vakası, bizzat aile içinde gerçekleşiyor. Bu da ne yazık ki, durumu daha da zorlaştırıyor.

Toplum, cinsel istismara uğrayan bir çocuğu bile etiketleme eğiliminde olduğundan, aile tarafından ve belki de çocuk tarafından gizli tutulan bu olaylar, gizli tutulmasa bile, ilişkiye rızası olduğuna kanaat getirilebilir. Mahallede “zaten erkeklerle geziyor, tozuyordu” denerek içten içe “oh olsun” denir adeta.

Çünkü onların zamanındayken öyle değildir, söylediklerine göre. Kendisine uygulanmış cinsel baskıları hiçbir zaman sorgulamadığı gibi, erkek arkadaşıyla görünen bir kız çocuğu da ayıplanır. Çünkü baskıya boyun eğiş, nesiller sonra o baskıyı normalleştirip baskı ve zulme uğramış insanları da o baskının uygulayıcısı hale getirir. 

Cinsel suçlara yönelik muhafazakâr bir toplum olarak duruşumuza baktığımızda, dindarlığın ahlaklı olmayı sağlamadığını, sadece öyleymiş gibi görünmek için bir makyaj olduğunu da anlıyoruz. Samimi duygularla dinini yaşayanları tenzih ederek bunu da söylemek gerekiyor.
Kadına yönelik ‘kötü’ algısı, çocuk dahi tanımıyorsa, bu da coğrafyamızdaki İslam toplumlarında çok daha belirginse, ortada ya inanılanda ya da inananda çok ciddi sorunlar var demektir. Bu konunun irdelenmesi antropolog ve sosyologların işi… Biz Türkiye’deki duruma biraz daha bakalım.

Ülkemizdeki yasaların bu suçtaki caydırıcılığını tartışmakla başlayalım. TCK’nin 103.maddesine göre, çocuğu cinsel yönden istismar eden kişi 3-8 yıl, tecavüz eden kişi 8-15 yıl hapis cezasına çarptırılırken 15-18 yaş arasında yine aynı ceza maddesinde ‘çocuğun rızası’, yani kendi isteğiyle birlikte olup olmadığı araştırılır; eğer rızası varsa şikâyet edilmesi durumunda 6 aydan 2 yıla kadar bir hapis cezası verilir. Kanunun bu son cümlesi ailenin, çocuğun tecavüzcüsüyle anlaşmasını teşvik ederek, onu ‘kutsal evlilik kurumuyla’ taçlandırmaya kadar gider.

N.Ç. davasında da görüldüğü gibi, çocuk bile olsa, geleceğin kadını olarak tecavüze ‘rızalı’ ve baştan çıkarıcıdır. Öyle ki 10 yıl devam etmiş bir davanın sonucunda N.Ç.’nin tecavüze uğramadığı, rızasıyla 26 kişiyle birlikte olduğu kararı çıktı. Cinselliğini küçük yaşta tecavüzle tanımış bir kadının sağlıklı bir sosyal ve cinsel hayata sahip olması mucize olacaktır. Bu travmayla yaşamak zorunda olan o kadar çok kadın var ki… Birçok tecavüz mağduru, tecavüzcüsüyle ‘aile’ kurarken, sorunlu bir topluma üç çocuk telkini yapılmaya devam edilecek. Devlet, yeri geldiğinde çocuklarımızın yanında olacağı sözünü asla veremeyecek gibi de görünüyor.


Ne yazıktır ki artan çocuk evlilikleri, ülkemizdeki çocuk istismarına bağlı tecavüz olaylarında bir artış olduğunu göstermektedir. Bu da, fiziksel olgunluğun yeterli olduğunu sayan bizim gibi ülkelerin, çocuklarını asla ve asla koruyamayacağını gösterir. Çünkü fikri olgunluk olmadan, hele ki bir tecavüzün travması sonrasında, mecburiyetten kurulacak evlilik, bu toplumsal şiddet olgusunun yüzyıllarca sürmesine neden olacaktır.