Spor Haberleri

Köşe Yazıları

11 Aralık 2013 Çarşamba

Erkeğin Kadına Şiddeti İktidar Sevdasının Ürünü

Erkeğin kadına yönelik şiddeti ile devletin vatandaşına yönelik şiddeti arasında ciddi benzerlikler var. Erkeğin kadına şiddet uygulaması için ortaya atılacak her gerekçe akıldışı olarak görülmeyi hak eder. Devletin uyguladığı şiddet de öyle…

Şefkat-Der'in hazırladığı rapora ‘perdeyi yeterince kapatmamak’, ‘telefonun meşgul çalması’, ‘çayın iyi demlenmemesi’, Facebook ve Twitter profili açmak, ‘zayıflamak ya da şişmanlamak’, ‘açık saçık giyinmek ya da tesettüre girmek’ gibi nedenler kadına şiddetin bahanesi olabiliyor. Şefkat-Der’in araştırmasına göre öne çıkan şiddet bahaneleri arasında boşanma talebi, çocukların velayeti, cinsel ilişkiye zorlanmak gibi gerekçeler de yer alıyor. Müjgan Halis'in Taraf gazetesinde yayınlanan haberine göre, Şefkat-Der, 1995 ve 2013 tarihleri arasındaki Kadın Hayata Tutunma Evleri’nde kalan şiddet mağduru kadınların da dâhil olduğu 20 bin kadınla temasları sonucu oluşturdukları verilere göre çarpıcı birçok nokta ortaya çıkmış oluyor.

Şefkat-Der’in raporu kadına yönelik şiddetin boyutlarıyla ilgili yeterince veri ortaya çıkarmış. Erkeğin kadına şiddet uygulamasının en büyük sebebi bir tür iktidar hırsı, bir tür güç sarhoşluğu ve aslında başlı başına bir acizliğin ürünü… Ve bu aslında ne yazık ki sadece erkeğin şiddet eğiliminin temeli değil. Hükümetlerin ve devletin şiddet uygulama gerekçeleriyle de ciddi benzerlikler var.

Gerekçelerden biri olan ‘açık saçık giyinmek’ maddesine bakacak olursak, devletin de son günlerde AKP hükümetinin de kafayı bozduğu ‘ahlak bekçiliği’ görevinin sonucuyla karşı karşıyayız. Şiddet gören kadının acıyla bağırması da şiddetin artmasına neden oluyor. Devlet de şiddet uyguladığı vatandaşı feryat ettikçe saldırılarını artıyor.

Kadın başka bir siyasi partiye üye olması, eşinin küs olduğu insanlarla görüşmesi de şiddete gerekçe… Nasıl devleti yöneten siyasi partinin taraftarı olmamak ve devletin politikaları gereği küs olduğu kurumlara, ülkelere karşı yakınlık duymak hainlik derecesinde suç sayılabiliyorsa erkeğin kadına şiddetinde de gerekçe olabiliyor.

Kadının erkekten daha eğitimli olması da erkek şiddet uygulama gerekçesidir. Devlet de öğrencisinin, akademisyeninin, gazetecisinin aydınının ensesinde boza pişirirken bu acizlik duygusuyla hareket eder.

Kadına uygulanan önemli psikolojik şiddet yöntemleri arasında; kimliğini-kişiliğini yok etme yer alıyor. Aşağılama, dışlama ve hakaretle yan yana giden psikolojik şiddette karısına, “Çocuklara anneniz kötü yola düştü derim” diyen adamlar bile var. Gerekirse devletin de uyguladığı bir psikolojik şiddet yöntemidir.

Bu benzerliğin sebebi ne? Öncelikle devletin erkek egemen bir yapı olduğu gerçeği yüzümüze çarpar. Sonra da toplum erkeği iktidar, kadını da erkeğin yönetimindeki kölesi ilan eder. Devletin vatandaşıyla olan ilişkisi de işte böyledir. Mesele de bu iktidar sevdasının toplumun her alanına sirayet etmiş durumda olmasıdır.


9 Kasım 2013 Cumartesi

Hristiyan bir toplumda yaşasaydınız aynı düşünür müydünüz profesör?

Yeni Şafak Gazetesi yazarı ve İlahiyat profesörü Hayrettin Karaman “kızlı erkekli öğrenci evi” tartışmasına yeni bir bakış açısı getirdi. Bu bakış açısı aslında Başbakan’ın ve ona katılan birçok insanın dillendirmese de düşündüklerini yansıtıyor.

Gazetesinde “Çoğunluğu Kale Almamak” başlıklı yazısı akıllara durgunluk verecek türden… Hayrettin Karaman’a göre toplumun genel ahlak yargılarına uymayanların mahalle baskısı görmesi hakmış. Yani çoğunluğun istediği gibi yaşamayanın çoğunluk tarafından baskı görmesi olması gerekenmiş hatta.

Peki, muhafazakârlar bu hakkı nereden alıyor dersiniz? Burada öncelikli referans kaynağı İslam… İslam’ın emrettiği gibi yaşayan insanların olduğu bir apartmanda, bu emirlere uymadan yaşayan kişinin diğerlerinin hakkını gasp ettiğini düşünüyor Karaman. Burada, bireysel özgürlüğün sınırı, bu özgürlükten dolayı başkasının özgürlüğünü kısıtlandığı noktadır, görüşünü bu duruma uyarlamış oluyor. İnsan hayat tarzını özgürce yaşarken bir başkasının hayat tarzına müdahale etmiyorsa sorun yok. Ama profesörün düşüncesine göre özgürlüğe müdahale etme özgürlüğü diye bir şey var. Hem de bu ‘özgürlük’ çoğunluğun…

Bu çoğunluk sevdasının demokrasiyle zaten bağdaşması mümkün değil. Sayın profesörün de önerisi zaten İslam temelli bir demokratik sistem… Kuralların İslami emirlere göre belirlendiği sistemi demokratik yapan tek unsur ise oy kullanma hakkı olacak ki iktidarın her fırsatta dile getirdiği de bu.

Hayrettin Karaman’ın söz konusu fikirleri hayata geçtiği takdirde çok tehlikeli sonuçlar izleyeceğiz. Çünkü çoğunluğun ya da muhafazakâr hassasiyetlerin duygu, düşünce ve inancına göre, ‘ötekini’ tornaya sokmaya çalışmanın katliamlara kadar uzanan çok çeşitli yöntemleri vardır. Tarihte de örneği olduğu gibi… Sivas Katliamı’nı hatırlatmaya gerek var mı?

Hayrettin Karaman bu sözleriyle şu hakkı da ‘öteki’ vatandaşa vermiş oluyor peşinen. Günün birinde bir başka 28 Şubat yaşandığında evinde namaz kılan, dini sohbetler yapan, apartmandan tesettürle çıkan insanlar da dine uygun yaşamayan mahalleliyi rahatsız etmiş olmayacak mı? Bu bakış açısı her horoz kendi çöplüğünde öter, anlamına geliyorsa İstiklal Caddesi’nde gece yarısı dolaşan türbanlı kadına yönelik bir baskı uygulanması da mı hak?

Genel toplum yapısına göre herkesin hayat tarzına ayar çekme düşüncesinin kökenin din olduğu zaten çok açıktı. Belki de ilk defa içki yasağında kullandıkları toplum sağlığı gerekçesi gibi uydurma bir gerekçe sunmadılar. Hayrettin Karaman da bu garip duruma ‘akademisyen’ bakış açısı kazandırdı(!)

Komşusunun evinde yaşadığı hayatı merak eden ve bu merakı sonuçta belki de o hayatı kıskanan, “ben yapmıyorsam, kimse yapmayacak arkadaş” deyip işi daha da ileri boyutlara taşıyan muhafazakâr kafanın, bir de başka bir çerçeveden meseleyi ele almasında fayda var. Çoğunluğu Hristiyan olan bir ülkede, Müslüman komşusunun dini vecibelerini yerine getirmesinden, başını kapamasından rahatsız olanların yaşadıkları çevredeki Müslümanlara zulmetmesi de hak mı?

Hayrettin Karaman’ın mantığıyla gidildiği takdirde bu da hak… Ve biz hangi yönden gelirse gelsin çoğunluğun azınlık üzerindeki her türlü baskısına faşizm diyoruz.


7 Kasım 2013 Perşembe

Kızlı Erkekli Bir Diziydi Kavak Yelleri

Türkiye televizyonlarında yayınlanmış en uzun soluklu gençlik dizisiydi Kavak Yelleri. Etraflıca incelediğinizde dizinin eleştirilecek çok yanı var. Gençliğin önemli sorunlarının irdelenmediği bir dizinin gençlik dizisi olarak eksik çok yönü var. Bu ayrı mesele…

Pek çok insanın defalarca bahsettiği gibi iktidar yanlılarının ‘ötekinin’ yaptığı her işle ilgili muhteşem çözümlemeleri vardır. Bunlardan biri Şamil Tayyar’ın Kavak Yelleri dizisi hakkında yorumuydu.

Başbakan neye kızarsa o konuda destekleme çalışmaları yapmak bir yandaş âdeti… Gezi eylemleri olur. Provasının falanca oyunda yapıldığı iddia edilir. Şimdi de bir televizyon dizisinin kızlı erkekli aynı evde yaşamayı özendirmek için yapılmış bir proje olduğu iddiasını ortaya atıyor Şamil Tayyar.

Arada şunu da söyleyeyim. Hem muhafazakâr, hem demokrat olunmaz. Muhafazakârlık yenilenmeye, gelişmeye kapalıdır. Tabulardan kopamayanın demokratik bir düşünceye sahip olması teknik olarak mümkün değil. Pratikte de görüyoruz ki kendilerine muhafazakâr demokrat diyenlerin ya demokrasi hakkında bildikleri pek bir şey yok ya da bizim bilmediğimizi düşünüyorlar.

Başbakan’ın tüm dünyada yankı uyandıran kızlı-erkekli öğrenci evlerine yönelik yasal düzenleme sinyali verişi karma ev yaşantısının yer aldığı Kavak Yelleri ve Yalan Dünya dizilerini gündeme getirdi. Özellikle Kavak Yelleri isimli dizide arkadaşlar kız ve erkek ayrımı olmaksınız aynı evde yaşıyorlar.

Yasal bir evlilik akdi olmaksızın kadın ve erkeğin aynı evde yaşaması, ister sevgili ister arkadaşlık ilişkisi dâhilinde olsun devleti ilgilendirir mi? Devletin polisine ihbar edilecek bir durum mudur? Vatandaşın hayatta rahatsız olacağı tek şey komşu dairedeki kızlı erkekli topluluğun ‘grup seks’ yapabileceği şüphesine sahipse en yakın sağlık kuruluşunda tedavi görse daha faydalı olacaktır. Bu konuda vatandaşı gaza getiren pek değerli yurdum yöneticileri ise böylelikle belki de kendi %50’lik kitlesini yokluyordur. Bilemeyiz.

Bir aile kızının erkeklerle aynı evde yaşamasından rahatsız olabilir. Ama sonuç itibariyle bu kızla ebeveyni arasındaki ilişkidir. Buna kurumsal olarak bir müdahalenin söz konusu olması vahim sonuçlar doğurur. “Vurun kahpeye” diyenlerin devlete sırtını dayayarak şiddet eylemleri gerçekleştirmesi ihtimali gibi… Üstelik Başbakan’ın her lafında icazet arayan ona ölümüne biat etmiş ciddi bir kitle varken… Bu sözlerimi destekleyen örnekleri çokça gördük.

Dinen caiz sayılmayan durumlara yönelik yasal düzenlemeler yapmayı kendine hak sayan AKP iktidarı, artık yıllarca kendini desteklemiş muhafazakâr seçmenin de tepkisini çekiyor. Çünkü pek çok samimi dindar, 28 Şubat sürecinin baskılarına karşı, herkes için özgürlük talebiyle AKP’ye sığınmıştı. İşte o kesimin şu anda yaşadığı hayal kırıklığı AKP’nin dikkate alması gereken bir durum… Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu müdahale sinyali, bugün pek çok AKP’li tarafından da tarihi bir hata olarak görülüyor.

Buna rağmen yangına körükle gitmeye devam edenler var. Şamil Tayyar’ın böyle durumlarda çözümleme hızına yetişmek mümkün değil. Kavak Yelleri dizisinin bir proje olduğunu kız ve erkekleri aynı eve yerleşmeye teşvik edip bittiğini söylüyorsanız, Kurtlar Vadisi’nin insanların sokakta mütemadiyen birbirini öldürmeye teşvik ettiğine de inanıyorsunuzdur. Ama durun. Kurtlar Vadisi size hizmet ediyor, değil mi? Pardon… Sonuçta insan öldürmeler, silah kullanmalar, muhafazakâr demokrat yapınıza ters olmayan şeyler…

“İhbarcı vatandaş, ispiyoncu polis” sisteminin işleyeceği yeni yasal düzenleme hayata geçtiği takdirde yaşanacakları düşünmek bile istemiyorum. Erkek arkadaşıyla birlikte yaşayan bir genç kadının, ailesinin bunu öğrenmesiyle şiddete maruz kalma ihtimalini hiç düşündünüz mü? Bunu da bir kenara bırakın. Devlete ne? Devlet kimin kimle yaşayacağına, kadın ve erkeğin sevişip sevişmeme kararına neden karışır? O zaman dedikoducu komşudan ne farkı olur?

İdeal öğrenci sosyal sorunlarla ilgili protestolara katılmayan, itaatkâr; ideal öğrenci evi de kız ve erkeğin aynı ortamda yer almadığı evlerdir. Aşağıdaki fotoğrafa göre gerekli düzenlemelerin yapılmasını arz ederim. Gençlik dizilerinde de lütfen buna özen gösterelim.




5 Kasım 2013 Salı

Kurtlar Vadisi Mülteci

Kurtlar Vadisi dizisinde Necati Şaşmaz’ın canlandırdığı Polat Alemdar ve Kenan Çoban’ın oynadığı Abdülhey karakterlerinin çekimlerde kullandığı tüm kıyafetler ve hatta diğer karakterlerin kıyafetleri Suriye’deki iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınmış mültecilere bağışlandı.

Bundan sonra mülteci kampları bildiğiniz anlamda Kurtlar Vadisi setini andıracak.

Türkiye iç ve dış politikasını sıklıkla konu alan ve bunu yaparken hep devletten ve hükümetten yana tavır takınan bir propaganda aracı olarak hizmet gösteren televizyon dizisinin Türkiye’nin Suriye politikasında da taraf olması kaçınılmazdı. Maddi olarak da desteklemiş oldu.

Bunu söylerken oradaki insanların mağduriyetini yok saymıyorum elbette. Ama bu Türkiye yönetiminin ve yönetim yanlısı mecraların samimiyetini sorgulamayacağımız anlamına gelmez.

Kurtlar Vadisi ve Türkiye’nin Suriye politikasının birbirine benzer yanları var. Her ikisi de belli klişeler üzerinde ilerliyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın sözlerine göre şekil alan Türkiye siyaseti, Kurtlar Vadisi senaryosu haline gelebiliyor. Zaten Gezi eylemlerini de Başbakan tezlerine göre yeni sezona eklemiş olan televizyon dizisi, Suriye’de diktatör karşıtı, demokrasi havarisi olmuş iktidarın izinde yürüyecektir.

Her daim silah, şiddet sahneleriyle tam bir karmaşa dizisi olan Kurtlar Vadisi, Ortadoğu’da savaş ve kaos isteyenlerle müttefik olmaya devam ederken, elbette ki ağababaların hazırladığı Ortadoğu politikasında rol oynamaktan en ufak bir sıkıntı duymuyor. Üstelik coğrafyaya şekil verenin Türkiye olduğu konusunda kamuoyunu inandırabiliyor. Bunu yapmasına neredeyse medya organlarının tamamı inanılmaz bir azimle yardım etmeye devam ediyor. Kurtlar Vadisi de televizyon dizileri içinde bunu yapan ve reyting rekorlarını kırmaya devam eden tek televizyon dizisi…

Necati Şaşmaz’ın Gezi direnişi sırasında başbakanla görüşen heyetlerden birinde yer alması ve konuya asla hâkim olamadığını ve belki de hiç olamayacağını ifade eden açıklamalarından sonra, Kurtlar Vadisi’nin Gezi olaylarının sırrını çözeceğini iddia ettiği yeni sezonu ve bu son büyük bağış hareketi, dizinin toplumsal ve siyasi hayat içinde nerede durduğunu bize gösterebilir.

Yukarıdaki paragrafta sırayla özetlediğim üç durumun açılımı aşağıdaki gibi…

Hiçbir şeyin farkında değil… Biliyormuş gibi yapmayı çok iyi beceriyor. Siyasi konjonktür nereyi gerektiriyorsa oraya gidiyor. Tipik bir yandaş eğilimi değil mi?


Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Deri Altına Bilgisayar mı Olur?

Bilgisayarlara olan bağımlılığımız gün geçtikçe artmaya devam ediyor. Teknolojinin hayatımızın odak noktası haline geldiği bu yıllarda Almanya'da yaşayan bir genç, bu bağlantıyı biraz çılgınlığa çevirdi.

Kendi geliştirdiği mikro bir bilgisayarı kol derisinin altına yerleştirerek özel bir operasyon ile diken çılgın genç Almanya'nın Essen kentinde yaşıyor. Tim Cannon isimli bu arkadaş bilgisayarlarla iç içe geçmiş hayatı çok yanlış anlamış.

Öyle ki Circadia 1.0 adında geliştirdiği mikro bir bilgisayarı özel olarak açtığı kol dersinin altındaki bölgeye yerleştirdi. Operasyondan sonra kolunu kendisinin diktiğini vurgulayan çılgın genç, duyanları şaşkına çevirdi.

Kendini "biohacker" olarak adlandıran evrensel deli, bu operasyon için bir başka biohacker arkadaşından yardım almayı da ihmal etmemiş. Yardımsız olmaz tabi. Özellikle bu denli tehlikeli bir operasyona kalkışan genç hayalindeki bilgisayarı nihayet koluna entegre ettiğini dile getirmiş. Elbette teknolojide hayalindeki son model diye bir şey olmayacağını da biliyordur. Kim gaza getirdiyse çocuğu Allah bildiği gibi yapsın.

Şimdilik vücudun hayatsal fonksiyonlarını izleyip onları sahibine aktaran, kullandığı Bluetooth teknolojisiyle başka cihazlarla da paylaşabilen Circadia, yazılımsal açıdan geliştirilmeye müsait bir cihaz. Bu açıdan baktığınızda ise çok faydalıymış sahiden. Adamı kafaya alıyorduk az daha.

Özellikle şu an ne kadar mikro gibi gözükse de insanlar için makro boyutlarda olan bu cihaz yüksek boyutlarda mikro haline getirilirse bir teknolojinin önü açılmış olur. Cihazın elektriği nereden sağladığından da bahsetmek gerek. Cihaz içeriğinde tümleşik olarak barındırılan bir bataryadan gücünü alıyor. Peki ya batarya biterse? Kablosuz şarj edilebilir bir yapıya sahip Circadia bu açıdan da ilgi çekici bir teknoloji kullanıyor.


Aha, arkadaşı kafaya alma sebebimiz hayırlı olsun. Kablosuz şarj gibi yüksek radyasyon içeren onu da geçersek insan sağlığını tehlikeye atacak bir buluşu kolun alt derisine monte etmek ne kadar doğrudur? Ya… Yazık etmiş arkadaş kendine.


Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Ne yaptın sen eBay?

Bu nasıl ticaret? E be kardeşim, bu nasıl e-ticaret? Böylesi hassas bir olayla ilgili zorlama bir kelime esprisi yapmış olmamdan dolayı beni affet sevgili okuyucu.

eBay isimli bir e-ticaret sitesinin yaptığını duyunca beni neden affetmen gerektiğini unutacaksın. Site Nazi soykırımı kurbanlarının özel eşyalarını satışa çıkardı. Bu da haliyle büyük tepkiyle karşılandı. Toplama kamplarında ve gaz odalarında katledilen kurbanlara ait kıyafetler, aksesuarlar ve bavulların açık arttırmaya çıkarıldığı sitede, Auschwitz’de öldürülen Polonyalı fırıncıya ait olduğu söylenen esir kıyafeti için eBay 18 bin dolar istedi.

Gelen tepkilerden sonra site bütün satışları iptal etmek zorunda kaldı. Yaptıkları açıklamada ise pişman olduklarını ifade ettiler. Hatta bir hayır kurumuna bağış yaparak tepkileri azaltmaya çalıştılar.

Nazi dönemiyle ilgili olan hatıratların satılması sadece İngiltere’de yasal… Pek çok ülkede ise bu hatıratların satılması yasayla engellenmiş durumda. Elbette ki yasanın da üzerinde başka bir durum var. O da Dünya belleğinin affedemezliği… Affedilecek şey miydi bu soykırım? Tarih yapılmış hiçbir kıyımı unutmayacak o ayrı. Bu bellek de tarih boyunca nesilden nesle aktarılacak.

Yahudi soykırımının da acıları ticaret malzemesi haline gelince, devletlerin tepkisinden önce halkların tepki göstermesi meselenin sıcaklığının koruduğunun göstergesi… Hatta bu bellek tarih içinde çokça devlet tarafından gerçekleştirilmiş katliamlara ve soykırımlara örnek oluyor. Olmalı da… Tarih soykırımcıları, katilleri en ağır şekilde cezalandırmalı. Bu da unutmamakla ve tekrarlanmasına engel olmakla mümkün…

Hatıratların yanı sıra Nazi döneminde devlet tarafından el konulmuş bin beş yüz sanat eseri Cornelius Gurlitt isimli kişinin evinde gerçekleştirilen kaçakçılık soruşturması sırasında şans eseri bulunmuş durumda. O dönemde ortadan bir şekilde kaybedilmiş daha on binlerce eser var.

Yiten sanat eserleri 1.1 milyon insanın katledildiği soykırım içinde bahsetmeye değecek gibi değil elbette.
eBay ayıbından dönse de dönmese de unutulacak gibi bir tarih değil. Üstelik Dünya bu kıyımdan ders de çıkarabilmiş değil.



Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Barış gemisi bize kaç liman dayanır?

Cumhuriyet’in 90. yılında yola çıkmış olan Gençlik Barış Gemisi 7 Kasım’da İstanbul’a varıp yolculuğunu bitirmiş olacak. 53 milletten 800 kız ve erkek öğrencinin yer aldığı bu proje elbette ki önemsenmeli. Ama projenin ismindeki “barış” kelimesi onu güzel yapmaya yetmiyor ne yazık ki.

Çünkü maalesef ki daha yola çıkarken kız ve erkeklerin birbirinden izolasyonu sağlanmış, barlarda içki servisi de yasaklanmıştı.

“Hepimiz aynı gemideyiz” mesajı veren proje, iktidarın “benim gemimdeysen benim kurallarıma göre yaşayacaksın” alt mesajını da itinayla iletiyor. Barış gibi önemli bir amacın içinde yer alan gençler basit bazı özgürlüklerden bile arındırılıyor. Ülkedeki barışın tesisi için atılan adımların din temelli olması için ve din kardeşliğiyle barışı inşa etmeye çabalayan iktidarın, barışın özgür düşünce, özgür hayat ve özgür inanç gibi unsurlarla tesis edemeyeceğini bu gemi sayesinde de anlayabiliyoruz.

Gemide kız ve erkek öğrencilerin kaldığı kısımları birbirinden ayıran noktalara sivil polis ve geminin güvenlik görevlileri yerleştirilmiş, geçişler kontrol edilmişti. Hatta AKP’ye has bir üslupla tehdit dahi edilmişti gençler. “Kız ve erkek öğrenciler ayrı katlarda kalmaktadırlar. Kat ihlalinde bulunan öğrenciler durulan ilk limanda bırakılacaktır” anonsunun yapıldığı gemi ‘barış’ amaçlı seyahatini tamamlıyor.

Bu anons “ya sev, ya terk et” türü bir anlayışın ifadesi… “Ya sevişme ya terk et” sloganı daha uygun elbette. Bu arada kadın ve erkeğin baş başa yapacağı tek şeyin sevişmek olduğunu sanmak için nasıl bir gençlik yaşamış olmak gerekiyor, çok merak ediyorum. Neyse…

Parlamento'da gazetecilerin Türkiye -Akdeniz Gençlik Barış Gemisi Projesi'ne ilişkin sorularını yanıtlayan Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, “53 milletten 800 kız ve erkeği 10 günlük gemi seyahatine götürüyorsam, elbette ki bunun tedbirini alacağım. Bu tedbiri almadıktan sonra götürmem zaten. Kaldı ki 800 genci, 10 günlük gemi seyahatine götürmek gibi bir yükümlülüğüm de yok. Bir proje yapıyoruz; Türkiye-Akdeniz Gençlik Barış Gemisi Projesi. Barış gemisinde, evrensel konular, küresel konular, savaşlar, gençlik sorunları tartışılıyor. Bütün bunların zeminidir, bizim için önemli olan. O zemini sağlamak için bütün tedbirleri aldım. Gençlik Barış Gemisi'nde barlardan alkol servisi de yapılmaz, alkolü de kaldırttım, bu da doğru. Bir daha Gençlik Barış Gemisi olursa, gene alkol servisi olmayacak. Bunu da peşinen söyleyeyim. Bu kadar net yani...” diye konuştu.

Daha önce karma olan bu gibi devlet projelerinde artık kız ve erkeğin ayrı olacağını söylüyor Suat Kılıç. Zaten karma eğitim de sizin muhafazakâr demokrat anlayışınıza ters. Zaten kadın- erkek birbirini uzaktan sevmeli. Değil mi? Sonra aniden evlenmeli ve hızla çocuk yapmalı. Bunun için de öğrenciler için 18–24 yaş arası gençlerimiz için flörtle vakit kaybettirmemek adına evlilik teşvik kredisi bile çıkarttı hikmetinden sual olmaz devletimiz.

Gençler sevişmesin diye tedbir alınan ve pek çok özgürlüğün kısıtlandığı Gençlik Barış Gemisi’ni gördüğümüzde uzaklardan birinin “kimin hayat tarzına müdahale etmişiz?” diye bağırması da aslında gaipten ses duyduğumuz anlamına geliyor. Başka bir açıklaması olamaz zaten.


Evet, aynı gemideyiz biz. Doğru... Kaptan sen yine de bizi uygun bir limanda bırakıver. Muhafazakâr demokrat yapınıza uymayan bir liman olsun lütfen.

Bumerang Ödülleri Oy Ver!

4 Kasım 2013 Pazartesi

Leyla ile Mecnun'u Ben de Özledim

Leyla ile Mecnun Türkiye televizyon dünyasının en alışılmadık yapımıydı. Komikti. Şaşırtıcıydı. Zekiceydi. Ve yaratıcıydı.

Üstelik absürt komedi denemesi yaparak bir risk de almıştı. Dizi buna rağmen çok izlendi. Sektör içinde reyting düşüklüğü nedeniyle yayından kalkan diziler patır patır yok olurken o devam etti.

Alışılmışın dışındaki dizinin alışılmışın dışında bir yayından kalkma hikâyesi var. Gezi eylemlerine katılan dizi ekibinin sosyal medyada da fotoğrafları yayınlandı. Gezi eylemlerine katılmalarının cezasını da ekibin işine son vererek kesti TRT. Hal böyle olunca her şey çok ortada bitti. Sanki bir âşık olduğun insan ortada hiçbir şey yokken ertesi gün seninle tüm iletişimini kesmiş gibiydi.

Bitmeyen bir sevda gibi… Takıntılar kalır. Hep onu düşünürsün. Hep ondan bahseder dilin. İşte o yüzden Leyla ile Mecnun ekibinin çektiği “Ben de Özledim” isimli yeni televizyon dizisi iki bölümdür Leyla ile Mecnun’dan bahsediyor. Hem de ne bahsetmek… O kadar normal ve insani ki… O kadar doğal bir durum ki böyle olması…

Leyla ile Mecnun, ekibini oluşturan herkesin tutkuyla sahiplendiği bir projeydi. Böyle bir tutkunun da bitmesi zor elbette…

“Ben de Özledim”, özellikle ikinci bölümün neredeyse tamamını “Leyla ile Mecnun” dertlenmesine ayırmıştı. Ama tahminim bu etkisini kaybederek yavaş yavaş “Ben de Özledim” dizisini özgürlüğüne kavuşturacaktır. Ama zamana ihtiyaçları var ve yeni bir ilişkiye henüz hazır değiller. Alıştıra alıştıra…

İşin bir de ticari boyutu olabilir. Benim işkillenmeye elverişli bünyeme göre “Leyla ile Mecnun” etkisini bu dizide de sürdürmeye çalışıyor olabilirler.

Sonuçta her iki durum da olsa Leyla ile Mecnun Türkiye televizyon tarihinde önemli bir sayfada yerini alıp huzurla dinlenmeye çekilirken “Ben de Özledim” reyting savaşlarında çarpışmaya devam edecek. Belki de o yüzden selefinden güç alma zorunluluğu hissediyordur.

Duygusal yönü ağır basan ve haliyle bir işin tutması için yapılan bu anmalar son bulacak elbet.
Yayından bir skandal olabilecek şekilde kaldırılan “Leyla ile Mecnun” dizisi, gördüğünüz gibi “Ben de Özledim” dizisi hakkında bir yazı yazmaya niyetlenmiş olsam da benim de dilimden düşmedi. Ne akıllardan çıkar, ne de dilimizden…

Leyla ile Mecnun sayesinde algısı daha açık bir televizyon izleyicisi oluşmuştu. Daha doğrusu hayatının büyük bir bölümü televizyon karşısında geçiren toplumun önemli kısmı için azıcık düşünebilme imkânıydı. Bu da kimileri için bir sorundu tabi. Özellikle yöneticiler için…

Ben yeni dizinin peşini bir türlü bırakmayan selefiyle ilişkisine dönüp bitireyim. Ben de Özledim dizisinin ismi bile bize Leyla ile Mecnun’lu bir cümle kurdurmaya itiyor. Evet… Leyla ile Mecnun’u ben de özledim… Dizinin ilk iki bölümü de bu hissiyatla çekilmemiş mi zaten?


Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Diyanet'e sormadan tuvalete bile gidemeyeceğiz

Diyanet elini, dilini korkak alıştırmamak için olsa gerek, sosyal hayattan, finans dünyasına, giyim kuşamdan, beslenmeye kadar pek çok alanda fetva yağdırıyor son zamanlarda.

Geçtiğimiz günlerde finans dünyasına ‘şok’ yaşatan bir fetva verdi. Çeki vadesinden önce bozdurmak caiz değilmiş.

Alacakları vadesinden önce tahsil ederek şirketler için nakit akışını sağlayan bir sistem sunan factoring sektörü şu an şoktaymış. Haber sitelerinde ortak olan yorum bu… Neden şokta? Diyanetin fetvasına göre her şeyi düzenleme zorunluluğuna mı hazırlıyorlar bizi?

BDDK verilerine göre 15 bankanın factoring sektöründe faaliyet gösteren iştirakleri bulunuyor. BDDK bir süre sonra Diyanet fetvasına uygun bir düzenlemeye girişir mi, göreceğiz. Bu olursa şaşırtıcı olmaz açıkçası.

Bugün Diyanet’in devlet protokolünde önemli bir yere sahip olması, geçtiğimiz yıllarda atılmış sembolik bir adım gibi görünüyordu. O gün her konuda fetva verip hayata müdahale etmeye kalkacağını söyleseydik, laikçi paranoyak olarak fişlenecektik. Söylemedik de ne oldu? Şimdi fetvalardan fetva seçiyoruz. Ha, şimdi söylesek yine laikçi paranoyak olarak fişleniriz, o da ayrı…

Diyanet’in finans sektörüne yönelik bu fetvasını bir kenara koyalım. Türkiye gibi din konusunda hassas insanların yaşadığı bir ülkede, insanların görüntüleri, giyim tercihleri ile ilgili caiz ya da değil yorumu yapmak sağlıklı mı? İki ayrı sorunun doğumunu hazırlar. Biri insanların vicdan ve kanaatlerinden kaynaklanan özgürlüklerine kısıtlama getirmektir. Diğeri de o insanları hedef göstermektir.

Diyanet, dövme yaptırmanın caiz olmadığını, erkeklerin küpe takmasının ise mekruh olduğunu söyledi. Mekruh, “ne desek bilemedik, yapmasan daha iyi sanki” gibi bir durumu
ifade eder.

Şimdi küpe takan erkekler, dövmeli insanlar sokaklarda ‘dindarların’ göz tacizine uğramaya başlarsa, sonrasında fiziksel bir saldırıya da maruz kalırsa bunun ilk sorumlusu Diyanet’tir. İkinci sorumlusu da dinci ve iktidar yanlısı basının bu haberleri veriş şeklidir. Örneğin Samanyolu Haber’in haberi yansırken kullandığı ifadelerden biri “ekonomiyi etkileyecek” cümlesiydi. Neden etkileyecek? Neden sosyal ve ekonomik hayat dinin emrettiği şekilde düzenlenecek?

Türban konusunda özgürlük çığlıkları atanlara şunu söylemek gerek. Türban özgürlüğünüzün simgesi değil. Dini bir kaynaktan gelen emre itaat etmek için takılan türban özgürlük simgesi olamaz. Ancak yine o kaynağın emrettiği “hayır yapamazsın, giyemezsin, takamazsın” dayatmalarına maruz kalan insanların direnişine biz özgürlük mücadelesi diyoruz.

Diyanet hep fetva veriyordu. Evet… Diyanet gelen sorulara cevaben fetvalarını yayınlar. Ancak şu dönemde artık daha çok önemseniyor. Artık dini yaşam tarzına uygun olarak yasalar bile çıkartılabilir. Diyanet’in hem protokoldeki yeri, hem de söylediklerinin ilgili alanda ‘şok’ etkisi yaratmasıdır düşündürücü olan.

Öte yandan Başbakan da kızlı erkekli üniversite öğrencilerinin aynı evi paylaşmasından rahatsız olup “bu bizim muhafazakar yapımıza ters” demesi ve bun göre adımlar atmak üzere talimat vermesinden de anladığımız gibi Diyanet fetvaları da belirleyici olabilir.

Sabah kalktığında ilk iş meteoroloji raporuna bakmak o gün ne giyeceğimize karar vermemiz için yeterli olmayacak yakında. Nereye gideceğine, ne giyeceğine, ne yeyip ne içeceğine dini kurallara göre karar veren bir Diyanet’imiz var. Artık Diyanet fetvası olmadan tuvalete bile gidemeyeceğiz.



Bumerang Ödülleri Oy Ver!

1 Kasım 2013 Cuma

Böyle Olur Şehircinin Düğün Pastası

Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Muhammet Oktay Bayraktar, Mersiha Halilbegoviç ile evlendi. Haliç Kongre Merkezi'ndeki düğün törenine, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ile eşi Emine Erdoğan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in yanı sıra, çok sayıda milletvekili ve çiftin yakınları katıldı.

Çiftin nikah şahitliğini ise, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç yaptı.

Protokolün gözde isimlerini bir araya getiren bu düğünde Başbakan elbette ki yine 3-5 çocuk talebini yeniledi. Cumhurbaşkanı bunun bir rutin haline geldiğini çok iyi bildiğinden olsa gerek mikrofonu Başbakan’a verirken “Sayın Tayyip Bey'in tavsiyeleri, söyleyecekleri olacaktır” dedi. Başbakan’ın konuşması şöyle: “Diyoruz ki; güçlü, genç bir milletiz. Şu anda en büyük zenginliğimiz bu. Hele hele sizin gibi nitelikli, şuurlu bir ailenin çocukları var tabii. Tabii maceranız da enteresan. Bu işin bir Bosna Hersek mazisi var. Gelinin soyadında bir Begoviç var. Aliya İzzetbegoviç'e farklı bir yaklaşımımız var biliyorsunuz. Diyoruz ki; en az 3 çocuk. Bunlar konuşmuşlar, bu konuda mutabık kalmışlar. Ankara'da bir amca, Meclis Başkanımız Sayın Çiçek'e demiş ki; 'Başbakana söyle, herkese söylesin. Bir olur garip olur, iki olur rakip olur, üç olur denge olur, dört olur bereket olur. Gerisi Allah kerim' demiş.”

Başbakan’ın hiçbir elle tutulur dayanağı olmayan çok çocuk arzusunu artık çok irdelemeye gerek yok. Geri kalmış toplumların gelişme politikası olarak gördüğü kontrolsüzce kalabalıklaşma mantığının bir eseri…

Ancak bu düğünle ilgili söylenecek en önemli nokta düğün pastasının bir gökdeleni andırması… Dehşetengiz bir ego görmüyor muyuz? Ben açıkçası Başbakan’ın sözlerinde çevresindeki insanları diğerlerinden daha şuurlu sayan bir algıya da rastladım. Çok da mümkün böylesi bir algıda olması…

Düğün pastasının gökdelene benzemesi de bizim Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın çevre ve şehir anlayışını ele veriyor gibi. Her yere gökdelen, her yere kocaman binalar… Bunun üzerine kurulu şehircilik politikalarını öylesine içselleştirmişler ki düğünlerinde bile izlerine rastlayabiliyorsunuz.


Bir ülkenin çağdaşlaşmasını sadece ambalajla sağlamaya çalışanların şehirleri baştan aşağıya lüks binalarla donatması kadar normal bir şey var mı? Düğün pastası da öyle olur işte böyle şehircinin.

Peki Türbanlı Milletvekili de Bizi Görecek mi?

İnsanın nasıl yaşayacağıyla ilgili verdiği karar, hangi normlara dayalı olursa olsun kutsaldır. Kadının örtünmeye karar vermesine karşı herhangi bir olumsuz tepki alması kadar saçma bir şey yok. İnsanlar birbirlerinden farklı yaşayabilir, farklı giyinebilir.

Farklılıklar insanların yaptığı işi de etkilemez. Örneğin türbanlı bir milletvekili bal gibi olur. Türbanlı bir kadın her işi yapabilir. Hakkını verdikten sonra ne sakıncası var?

Her ne kadar AKP’li kadın milletvekillerinin TBMM çalışmalarına türbanlı olarak gelmesi siyasi bir dönüşümün hazırlık çalışması olsa da mantık ve vicdan açısından baktığınızda bunu engellemenin gereksiz olduğunu söyleyebiliriz.

Toplumsal her alanda türbanlı kadının daha çok görünmesinin altında da benzer bir politika olabilir. Mesela yarışma programlarındaki kadın yarışmacılar arasında daha çok türbanlı görülmeye başladı. Sanki daha fazla kadın kapanmaya karar veriyormuş gibi, baskı sonucu açık gezmek zorunda kalmışlar gibi bir izlenim yaratılıyor. Oysa bu rakamsal bir artış değil, bilinçli bir politika sonucu tercihte bulunmak… Bu programların yapımcılarına ve yayınlandıkları kanallara baktığınızda bu dönüşümün bir medya yönlendirmesi olduğunu görebilirsiniz.

Mecliste de meselenin resmi ayağı gerçekleşiyor. Şimdi diyeceksiniz ki madem türbanlı milletvekilinde bir sakınca görmüyorsun, niye bunları yazıyorsun?

Elbette ki türbanlı bir milletvekilinden rahatsız değilim. Bebeğimizin kontrollerini yaptırdığımız doktor da türbanlı… Onu hastaneye götürdüğümüzde bizim karşımızda bir doktor var. Cinsiyeti, giyimi ne olursa olsun. Peki, türbanlı bir milletvekili Meclis’te örtünmeyen ve de dekolte giyerek işine giden kadın memurların da hakkını savunacak mı? Onlar için mücadele edecek mi? Türban yasağına karşı türban takıp eylem yapan aslında açık kadınlar gibi, onlar da mini etek giyip eylem yapabilecek mi? Bu biraz ütopik olurdu. En azından kadın memurlar üzerindeki giyim kuşam baskısı devam ederken meseleyi tek önergeyle çözebilecek adımlar atabilecekler mi? Bu sorunun cevabına neden “hayır” diye haykırmak istiyorum?

İktidara geldikleri günden beri çok başarılı bir şekilde yürüttükleri türban siyasetini, hep vicdan hürriyeti üzerinden argüman ürettiklerini biliyoruz. Ancak bu vicdan hep kendi etrafında dolaşıyor.

Vizontele filminde o çok sevilen replik geldi aklıma. Belediye başkanı televizyonu anlatan bir konuşma yaparken Zeki Müren’i dinlerken aynı anda görebilecek olmaktan bahsediyor. Cem Yılmaz’ın canlandırdığı Fikri karakteri “Peki, Zeki Müren de bizi görecek mi?” diye soruyor.

Memleketteki bu ‘demokratik yenilik’ bana bu repliği hatırlatıverdi aniden. Artık orada türbanlı kadın da görebileceğiz. Peki, türbanlı milletvekili de bizi görecek mi? İşte asıl mesele bu.

Sonuçta bu durum giyim kuşam özgürlüğü tesisi falan da değil. Bunlar hep tabana göz kırpmalar…

30 Ekim 2013 Çarşamba

Ahmet Kaya'nın Vebali Serdar Ortaç'a mı?

Manisa’da Cumhuriyet Bayramı etkinlikleri kapsamında düzenlenen Serdar Ortaç konserinde yaşanan Ahmet Kaya krizi, 29 Ekim’e damgasını vurdu.

İzleyicilerden küçük bir grubun Ahmet Kaya posteri açması, arbedeye neden oldu, olay büyüyünce sahneye çatal, bıçak ve birçok sert cisim atıldı. Olaylar yatışmadı, Serdar Ortaç konser alanını terk etti.

Bu istenmeyen olay Serdar Ortaç üzerinde geçmişten beri dolaşan adeta bir lanetin eseri… Popüler müziğin ve magazin dünyasının ünlü bir ismi olan Serdar Ortaç’ın, böylesi politik bir meselenin içinde yer alması ve Ahmet Kaya’yla yersiz husumeti 10 Şubat 1999 tarihindeki Magazin Gazetecileri Derneği’nin ödül törenine dayanıyor. Ahmet Kaya’nın Yılın Sanatçısı Ödülü’nü almak için sahneye çıkıp söylediği sözler sonucu oluşan tepkiler bu ülkede Kürt olmanın ne kadar sancılı olduğunu da gösteriyordu.




“Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klipi yayımlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayımlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum...” dedi ve şarkısını söyledi Ahmet Kaya.

Toplumun kanına işlemiş bir ırkçı tepkinin kitlesel deneyimiydi yaşananlar. Yaşananlar ya tesadüfen büyüyen bir ırkçı tepki örneğiydi ya da önceden örgütlenmişti. Serdar Ortaç’ın sahneye çıkıp, Ahmet Kaya’ya hitaben o ‘eşsiz eseri’ “Bu Devirde Kimse Şah Değil, Padişah Değil” şarkısını söyleyip peşinden 10. Yıl Marşı’na girince olay tam bir linçe dönüştü. İnsanlar Ahmet Kaya’nın olduğu masaya doğru çatal, bıçak atmaya başladı. Geceyi yılın sanatçısı olarak böylesi bir saldırıyla tamamlamak zorunda kalmıştı Ahmet Kaya. Sonrası da malum… Ülkesini terk etmeye zorlayan linç zaman içinde de devam eti. Ve Kaya’nın ülkesinden uzakta hayatını kaybetmesi ve gurbette gömülmesi de onun canını yakmaya devam etmiş olmalıydı.

Peki, biz bu yaşananların hesabını Serdar Ortaç’a mı sormalıyız? Konjonktür icabı ya da değil, pek çok kez özür dilemiş bir adam Serdar Ortaç. O günlerde bu linçe katılmış olmasını da toyluğuna vermemizi rica ediyor.

Aslında Ahmet Kaya’nın linç edilmesine neden olan süreç resmi ideolojinin Cumhuriyet tarihi boyunca dayattığı “tek millet, tek bayrak, tek dil” dayatmasının sonucudur. Dolayısıyla bu süreci yönetenler Serdar Ortaç gibi kültürel, sanatsal ve fikirsel anlamda kanaat önderi olamaya bir magazin kahramanını yem olarak ortaya atmış, Ahmet Kaya’nın linç edilmesini keyifle izlemişti. Mesela Serdar Ortaç’a gelene kadar, aynı gecede linçi alkışlayan Mahsun Kırmızıgül’e ne demeli?

Hala Serdar Ortaç’a bütün günahı yüklemek, meseleye sembolik tepkiler koymaktan öte bir şey değil… Onu huzursuz edecek eylemler, Kürt meselesine çözüm getirmez. Devletin Kürtlerle ilgili politikasında elle tutulur bir değişiklik var mı? Örneğin özel okullarda anadilde eğitim alma serbestliği, anadilin hak olarak kabul edilmesi midir? Değildir elbette.

Dolayısıyla bugün de birileri çıkıp Ahmet Kaya’nın söylediği gibi şeyler söylerse linç edilebilir. Çünkü değişen bir şey yok. Sokakta Kürtçe konuşup gülüşen insanlara ters ters bakıp “ Kürtçe konuşuyorlar bağıra bağıra” diyen var hala. Bunu söyleyenlerin eline fırsat geçince toplanıp 10. Yıl Marşı’yla birbirlerini gaza getirir hala.


Dedim ya, değişen bir şey yok. Ahmet Kaya’nın başına gelenler, gurbete gidişi, gurbetteki yitişi Türkiye toplumunun boğazında yutkunamadığı bir yumrudur aslında. Onu bu sürgüne zorlaya linçin tohumu, bu toprakta pusuda beklemeye devam ediyor. 

29 Ekim 2013 Salı

İkizler Burcu Bu Haftaya Dikkat Etmeli

İkizler burcu erkeği için yepyeni bir dönem başlıyor. Bir önceki dönemde bitmeyen bazı şeyler de bu döneme sarkınca, karşı cinsle olan ilişkilerde bereketli bir döneme giriyorsunuz. Sarışını gidecek, esmeri gelecek… Sonra hepsi gelecek. Öyle bir dönem yani...

Bir milyon yılda bir olan bir durummuş. Tüm gezegenler İkizler burcunda buluşuyormuş. Öyle olunca çok kısmetli bir dönem oluyor haliyle. Hadi, yine iyisiniz köftehorlar!

Ama tabi suyunu da çıkarmayın. Azıcık yanınızdaki arkadaşlarınıza da paslayın. Sonuçta siz paylaşmayı seven bir karaktersiniz.

Bu dönemin en önemli sıkıntısı karar verme sorunu olacak. Zaten hemen öyle çat diye karar vermemeniz lazım, o ayrı. Sonra bu dönemde güneş gözünüze geleceğinden güneş gözlüğü olmadan dışarı da çıkmamalısınız. Böylece etraftaki kadınları keserken de gözlerinizin yuvalarından çıktığı anlaşılmayacaktır. Bir abazanlık var yine sende. Haydi hayırlısı...

İkizler burcu kadını için de yukarıda söylediklerim geçerli. Ama genel olarak çok yalancı olduğunuz için yaşayacağınız sorunlar var. Terk ediverdiğiniz eski sevgilinizi şu sıralar arayabilirsiniz. Aradığınız eski sevgilinize geri dönebilir, ama sonra mabadınıza baka baka geri dönebilirsiniz. Önümüzdeki üç güne dikkat… Sonra salabilirsiniz yine kendinizi.

Evet ikizler burcu… Şu sıralar biraz tuhaf şeyler yaşayacaksınız. Eee, ne de olsa sizin burç gibisi yok. Çift karakterliler ne olacak?


Melih Gökçek'in Hasetçileri Çileden Çıkaran Ağaçları

Sonda söyleyeceğim başta söyleyeyim. Evet… Çatladık. Çileden çıktık. Ve hatta hasetçinin başkanı olarak seçiyorum kendimi. Ve yazının daha başında çileden çıktığımı ilan ediyorum.

Biz hasetçileri bu kadar çatlatan, çileden çıkaran ne? Efendim, Melih Gökçek’i ağaç düşmanı olarak göstermeye çalışan bizim gibi haddini bilmezler, aslında nasıl bir doğa dostu bir zat olduğunu görünce haliyle çatlamaktaydı. Melih Gökçek’in Twitter’da paylaştığı ağaçlar önünde çekilmiş fotoğrafı ve bunun ne anlama geldiğini anlamamıza yardımcı olan notu, hakkında yazı yazmamaya karar vermemi bir süre daha geciktirecek türde.

Bu geciktirici ve çileden çıkarıcı paylaşım şöyle… Melih Gökçek Twitter'da paylaştığı fotoğrafın altına, 'İşte Ankara'nın yeni ağaçları... Ankaralıyı sevindirecek, gururlandıracak, hasetçileri çileden çıkaracak' 

Öncelikle o fotoğraftakilerin ağaç olduğunu, o notu yazmasa anlamazdım. Ayrıca “acele dikin önünde fotoğraf çektirmeye geliyorum” demiş de ağaçlar can havliyle dikilmiş gibi duruyor. Aman canım, karalamayalım şimdi. Adam ağaç dikmiş, yaranamıyor.

ODTÜ Ormanı’na gece baskını yapan da biziz zaten. Bu bilgiyi saklayıp Melih Gökçek’e suç atıyoruz. Sayın Başkan meğer ağaç dikiyormuş mütemadiyen.

AKP iktidarı zaten yıllardır yüz binlerce fidan dikmiş. Meğer gerçek çevrecilik fidan dikmekmiş sadece.

Fidan da dikeceksin elbette. Güzel bir şey… Ama var olan, yüzyıllarca oluşmuş doğal ortamı yok etmeyeceksin. Ekolojik sistem üzerinde iktidar kurmaya çalışmaktır var olanı yok etmek… Yol uğruna, kışla uğruna, rant uğruna…

Bir ormanı yok ettiğinizde içinde yaşayan birçok canlıyı da yersiz, yurtsuz bırakıyorsunuz. O canlıların ölmesine neden oluyorsunuz. Fidan diktiğiniz yerde o fidanların ağaç olması, canlılara yuva olması ne kadar zaman alacak? “Yaptık, oldu” kafası söz konusu doğa olduğunda işlemiyor işte.

Bir de bu gösteri çabası nedir? Ne yapsalar, insanların gözüne sokmalar… “şiştin miii, çatla da patla” demeler…

ODTÜ’deki ağaçları yok edince doğayı tahrip ettiğiniz gerçeğini ağaçlarla çektirilen hatıra fotoğrafıyla yok etmeye nasıl çalışabilirsiniz? Pek anlamadım. Ama yine de Sayın Başkan’ın gönlü olsun. Çatlayalım fesatlıktan ortalık yerimizden. Twitter’da çatlamış haldeki fotoğraflarımızı hediye edelim. Evet, yapalım bunu.


28 Ekim 2013 Pazartesi

Lou Reed'in Ardından

Lou Reed'in temsilcisi Andrew Wylie, ünlü müzisyenin Southampton'da 71 yaşında hayata veda ettiğini açıkladı.

1960'ların sevilen ve efsaneleşmiş grubu Velvet Underground'ın kurucusu Lou Reed'in karaciğer naklinden kaynaklanan bir rahatsızlıktan dolayı hayatını kaybettiği söyleniyor.

Reed, “Walk on the Wild Side” ve “Perfect Day” gibi şarkılarla tüm dünyaya ün saldı. Lou Reed son zamanlarında Robert Wilson, Wim Wenders, Julian Schnabel, Laurie Anderson ve Metallica grubunun da bulunduğu sanatçı, tiyatrocu ve müzisyenlerle çeşitli projelerde g Lou Reed, verdiği son demecinde, “Zaman nasıl akıp gidiyor hayret ediyorum. Daha dün 19 yaşındaydım” demişti. İşte o yüzden dolu dolu yaşadı. Müziğe gönül verdi ve üretti. Geçen zamana güzel eserler bıraktı. Ve bence mutlu öldü.

Ve müzik dünyasının ünlü isimleri de Reed’in arkasından son sözlerini şu şekilde paylaştı. Kiss grubunun kurucusu Paul Stanley (61), “Lou oyunu kendi kurallarıyla oynayan bir müzisyen, bir sanatçı ve bir öncüydü” dedi. Mötley Crüe grubundan Nikki Sixx, Twitter hesabında, “Karanlık ve güzel şarkı sözlerin, müziğin ve hayat tarzın için teşekkürler” diye yazdı. Rage Against The Machine grubunun gitaristi Tom Morello, “Lou Reed olağanüstü bir yetenekti” yorumunu yaptı.

Ve ben de Perfect Day ve pek çok şarkısında olduğu gibi dinlerken kendimden geçtiğim ustaya güzel duygularımı uçuruyorum.





Whatsapp mı, Viber mı, Tango mu?

Akıllı telefonlarda bildiğiniz gibi mobil internet kullanılarak ücretsiz görüşme yapabildiğiniz üç tane uygulama var.

Whatsapp olmazsa olmaz. Yüklü olmayan telefonu akıllı telefondan saymıyor camia. Sadece mesajlaşabiliyorsun tabi. Fotoğraf gönderebiliyorsun, sesli mesaj gönderiyorsun. Telefon rehberinde aynı uygulamayı kullanan eş dostla görüşüyorsun. Telefonunun kayıtlı olmadığı arkadaşını, akrabanı da hızlıca deşifre edebiliyorsun.

Viber var bir de. Onunla hem mesajlaşıyorsun, hem de sesli telefon görüşmesi yapabiliyorsun. Güzel bir uygulama…

Üçüncüsü de yeni yeni ismini duymaya başladığımız Tango… Bu da aslında Facebook’un mobil hali gibi…Profil sayfana fotoğraf yükle, durum güncellemesi yap…

Mesajlaşmak mümkün, sesli, görüntülü konuşma yapabilmek de… Bu çok faydalı oluyor açıkçası… Uzak bir arkadaşınla anında görüşebilmek güzel bir konfor…

Tango’nun bu belirgin ayırıcı özellikleri dışında bir de arkadaş bulma özelliği var ki bu amaçla kullanacak insan için neredeyse koordinat verecek. Yakınlarda Tango kullananları bulup beğendiğinde iletişime geçebilirsin. Hele bir de yazıyor ki “100 mt yakında” diye? Aman aman…

Şimdi siz soracaksınız ki “sen hangisini kullanıyorsun? Hepsini… Telefonum arkadaşlarından geri kalmasın.





27 Ekim 2013 Pazar

Mısırlı Komedyen Basim Yusuf'un Seçimi

Mısır’da İslam ve eski Cumhurbaşkanı Mursi’ye hakaret ettiği iddiasıyla yargılandıktan sonra serbest bırakılan komedyen Basim Yusuf, dört ay sonra yeniden ekranlara döndü.

Basim Yusuf ilk programında Mursi’yi deviren General El-Sisi’yi eleştirdi. Programdaki bir skeçte, bir pastacı Mısır’daki hemen hemen her dükkânda popüler olan Sisi’nin resimlerinin olduğu paketlerde çikolatalar getiriyor. Pastacı “ne Sisi’yi sevmiyor musun?” diyor. Yusuf ise korkuyla “çikolataların hepsini ver. Kim sevmez ki Sisi’yi. Fakat sevgi her şeyi unutmamıza yol açacak.” Diye karşılık veriyor.

Basim Yusuf bu programla birlikte farklı tepkiler aldı. Kimi ‘vatan haini’ olduğunu söyledi. Kimine göre ise bu demokratik görüntü için güzel bir şanstı. Mısırlı Amr Helal, “Basim Mısır’daki ifade özgürlüğü noktasında bir çeşit turnusol kâğıdı işlevi görmeye başladı. Birçok insan onun Sisi’ye meydan okuyamayacağını söyledi. Fakat o bunu yaptı.”

Muhalif olmanın kaderi dünyanın her yerinde baskıcı yönetimlerle yaşamak zorunda olanlarla aynıdır. İktidara muhalifsen, darbecisin ya hani. Türkiye’deki durum da bu işte… Mısır’daki Basim Yusuf örneğinde de gördüğümüz üzere baskıcı Mursi’yi eleştirdiği için hem İslam, hem de devlet düşmanı ilan edilmiş biri, Mursi’yi deviren generali eleştirince de vatan haini olara görülebiliyor. Bu da bizim coğrafyamızdaki kötü olan seçenekler arasından birini seçmek zorunda bırakılma sorunuyla ilgili. “İktidar baskıcı, darbe de kötüdür.” Bunu söyleyemeyen toplum söyleyen görünce şaşırıyor.

Türkiye’de AKP iktidarına muhalif olduğunuzda nasıl Ergenekoncu ilan ediliyorsak, ulusalcıları ve darbe sevdalıların eleştirdiğimizde nasıl dönek gibi gösteriliyorsak, Basim Yusuf da benzer bir durum içinde.

Oysaki demokratik kültür, bir tarafta yer almak iktidara gelme mücadelesini kazanıp muhalefetten vazgeçmeyi içermez. Demokrasi iktidardaki gücü her ne pahasına olursa olsun kontrol altında tutmak, baskıcı yollara yönelmesine engel olmaktır. Sürekli muhalif olmayı, tetikte olmayı gerektirir demokrasi. Gönül verdiğiniz siyasi partiye bile muhalif olabilmektir.

Bizim iktidar yanlılarının bir türlü anlayamadığı şey de bu. İki satır iktidar eleştirisi yaptığınızda “sizin fikriniz iktidarda değil diye kıskanıyorsunuz” gibi akıldışı sözlerle karşılaşıyorsunuz. Kötü seçenekler arasında seçim yapmaya zorlanırsanız. Ancak tıpkı Basim Yusuf’un yaptığı daha doğru bir seçenek var. Baskıcı Mursi’yi deviren de bir askeri darbeyse o da kötüdür. Mursi kimse Sisi de odur.


Dolayısıyla hepimizin yapması gereken her türlü baskıcı yönetime karşı durabilmektir. Sivil vesayeti askeri vesayete seçmek gibi zorunluluğumuz yok. 

25 Ekim 2013 Cuma

Ölüme Yalpalayan

Sabah erken kalktı. Tıraşını oldu. Saçlarını özenle arkaya tarayıp adeta yapıştırdı kafa derisine. Bunu yaparken de seyrelmeye başlamış saçlarının altından kafa derisinin görünmemesine gayret gösterdi. Saçları seyrelmeye başladığından beri, bu “kafa derisi takıntısı” onu fazlasıyla zorlamaktaydı. “Hepsi dökülünce ne yapacağım?” diye geçirdi aklından bir an. Sonra düşünmesi gereken daha önemli bir şey olduğunu fark etti. Bugün geçen haftadan bu yana planladığı bir işi gerçekleştirmeliydi. Geçen hafta aldığı bu işi, iki gün içinde ‘teslim’ etmeliydi. Ve ilke olarak da en geç bir gün önce bitirirdi işini

     O bir kiralık katildi.

Bu iş onun son işi olacaktı. Bunu bir jübile olarak düşünüyordu. Dünyanın en keskin nişancısı, en iyi gizlenen ve asla yakalanmayan kiralık katili olsa da hayatının bundan sonraki kısmını, buralardan çok uzakta bir ülkenin sahil kasabasında, sakin, huzurlu bir şekilde geçirmeyi, dinlenmeyi, düzenli bir hayat kurmayı, âşık olmayı hak ediyordu. Evet, her şeye rağmen… Bir katil olmayı ve bu suçtan para kazanmayı seçmişti yıllar önce. Seçmiş miydi? Babası o daha küçük bir çocukken annesini döverek öldürmüştü. O sırada bacaklarına yapışan kız kardeşini de tutup yere fırlatmış, kız kardeşinin felç olmasına neden olmuştu. Bütün bunlar olurken o korkudan kanepe altına saklanmış, o kısacık aralıktan olanları görmeye çalışmıştı. Korkmuştu. Kız kardeşi kadar cesur olsaydı, belki annesi hayatta olacaktı. Kız kardeşi de… Felç olan kız iki sene sonra geçirdiği bir kalp hastalığı sonucu yaşamını kaybetmişti. Annesi… Ne kadar güzeldi… Ve canı, kardeşi… Ne kadar tatlıydı…

Onu dayısı yanına aldı olanlardan sonra. Ama o kısa bir süre içinde evden kaçarak sokaklarda büyümeyi tercih etti. İlk cinayetini bir cep harçlığı karşılığı on beş yaşındayken işledi. Ve bir süre sonra fiyatını yükseltmiş ve ufak bir servete kavuşmuştu. Hiç yakalanmadı. Şehrin karanlık suç örgütlerinin ve elini kana bulamak istemeyen zengin iş adamlarının gözdesi haline gelmişti. Adeta bir ‘ölüm meleği’ haline gelmişti. İşleri kabul ederken bir ilkesi daha vardı. O da kadınlara ve çocuklara dokunmamak… O yüzden tüm kurbanları erkekti.

Mesleğini sorgulamayı bırakalı uzun yıllar olmuştu. Vicdan muhasebesini bırakalı da… Peki, bu kadar rahatlamayı nasıl başarmıştı? Kim rahattı peki? Şirketlerin yüksek maaşlı çalışanları mı? Silah üreten fabrikaların işçileri mi? İnsanları tüketim çılgınlığıyla paralar kazananlar mı? İşte bir kiralık katil olarak o da en az onlar kadar rahattı. Eğer bir silahınız varsa, gönül rızasıyla hayatlarını tüketen insanların olduğu bu dünyada mutlaka o silahı ateşlersiniz. Hatta defalarca…   Bir dakika, bir dakika… Sadece kendini kandırıyordu. Elindeki kanı bu avuntuyla temizleyemezdi. Kendini kandırsa da asla pişman olmazdı. Garip bir paradokstu bu.

Ömürlerin tüketildiği bir dünyaydı burası. Geçenlerde bir gün içerisinde gördüğü ve duyduğu ölümleri hatırlıyordu evden çıkmak için son hazırlıkları yaparken. Arabasıyla sokakları dolaşırken, yol kenarında bir sarhoş görmüştü. Şişesindeki son yudum şarabı, son bir güçle kafasına diken, sonra da biten şaraba lanet edip, bol salyalı bir küfürle şişeyi caddeye fırlatan adamı izlemişti. Adam ölmekteydi. Katili kimdi? Sessizce ölen bu adamı kim öldürüyordu; kendisi mi? Dün köprüden atlayan genç adamın ve bu sabah üçüncü sayfa kahramanı intihar kurbanlarının katili? “Yoksa ben miyim?” diye düşündü adam. Kendini her cinayetin katil zanlısı olarak gördüğü, vicdan muhasebesi dakikalarıydı. Ancak kendi öldürdüklerine karşı duymazdı bunu. Peki, kendini suçlu hissederken neden sorumlu olduğu ölümleri düşünmezdi? Bilemedi. Bilemeyecekti.

Hazırlanması bitmişti. Çantasını bir kez daha kontrol etti. Silahını, yedek şarjörlerini yokladı. Öldüreceği adamın gizli çekilmiş fotoğrafına bir kez daha baktı. Bir hafta içinde onu takip ederek yeterince tanımıştı. Yine de fotoğrafın yanında durmasını tercih etti. Daha da önemlisi yine bir başka ilke olarak, müşterilerinden talep ettiği mektubu kontrol etti. Zarfı kapalıydı. Cinayetten sonra açacaktı. Cinayet öncesi öldürme sebebinin ne olduğunu bilmemeyi tercih ediyordu. Kim bilir, belki de vicdanının devreye girmesinden korkardı. Sebebinin bir önemi yoktu öldürmesinin. Kurbanın bir erkek olması yeterliydi. Böyle bir mektup talep etmesi de tamamen koleksiyon amaçlıydı.

Yola çıkmak için hazırdı. Dışarı çıktı. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırmadan önce son bir kez yüzüne bakmak için dikiz aynasına uzattı kafasını. Saçlarını kontrol etti. Derisi gözükmüyordu. Hafifçe gülümsedi. Kahverengi gözlerindeki ışığı sönmüş ifadeye takıldı bir süre. Göz çevresindeki hafif kırışıklıklara ve yüzünün düzgün tıraşına… Bu gözlerle güzel bir kadına doyasıya bakmamış olmanın verdiği hüznü yokladı içinde. Kısa sürdü ve kendine geldi. Arabayı çalıştırıp yola koyuldu.

Kurbanın kim olduğunu, nerede oturduğunu ve günün hangi saatinde, nerelerde dolaştığını kısa takiplerle daha önce tespit etmişti. Kurban bu anlamda kolay lokmaydı. Çünkü her gün belli saatlerde, belli yerlerde olurdu. İşi gücü yok muydu bu adamın?

Öğleden sonra saat üçte işini bitirmeyi planlıyordu. Ama yine de erken gidecekti. Saat konusunda bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Kurban saat iki sularında Taksim’de Gezi Parkı’ndaki çay bahçesinde oturur etrafı seyrederdi. Güzel kadınları süzer, göz göze geldiğine gülümser, kimine göz kırpar ve hatta onlara yaklaşmaya çalışırdı. Çapkındı anlaşılan. Bekâr da olmalıydı. Burada oturduktan bir süre sonra kalkar, gazete bayiinden gazetesini alır, meydana doğru yürürdü. Orada bekleşen genç kızları görebilecek bir nokta bulup oturur, gazete okurken arada onlara bakışlar atardı. Yine böyle bir rutin gün olacaktı onun için bugün de. Ama bir dahaki günleri yaşayamayacaktı.

Trafiği de göz önünde bulundurarak erken çıktığına memnun oldu. Çünkü bir kaza sonucu en az yarım saat boyunca her gün o saatte akıcı olan bir yolda bir konvoyun arasında kalmıştı. Kazada yaralananlar ve belki de ölenler, ambulanslara bindirildi. Ve bir süre sonra yol tekrar trafiğe açıldı. Kaza yerine baktı geçerken. Ve yerlerdeki taze kan birikintilerini fark etti. Hiç yabancı olmadığı kanlı görüntüler, onu bu sefer rahatsız etmişti. Dolmabahçe’den Taksim yoluna doğru döndüğünde kaldırım kenarında bir adamın bir kadını dövdüğünü gördü. Kaldırımdan geçen herkes son hızla oradan uzaklaşıyordu. Bir kurşun da ona sıkmak istedi. Duraksadı. Sonra işini hatırlayıp beyninden ateş fışkırtarak tekrar hızını arttırdı. “Keşke bu adam olsa bugünkü kurbanım” diye mırıldandı.

Sonunda otoparka varmıştı. Arabasını kolay çıkabileceği bir yere park edip arabadan indi. Yolda gördüğü acıları düşündü. Bugün biraz daha kinliydi her şeye. Gezi Parkı’na doğru yürüdü. Çay bahçesine geçti. İşte, adamı oradaydı. Yine insan trafiğinin kıyısına oturmuş, etrafı izliyordu. Bakışları rahatsız ediciydi. Katil hiçbir şeyden habersiz orada günün tadını çıkaran adama kısa bir acıma hissetti. Ama sonra bu acıma duygusundan nefrete doğru hızlı bir geçiş yaptı. Güneşli bir hava vardı bugün. Yakıcı… Ama sert bir rüzgârla bu yakıcılık çok hissedilmiyordu. Rüzgâr kurbanın kulağına o gün öleceğini fısıldıyordu. Adam tınmıyordu bile.

Katil de tıpkı müstakbel kurbanı gibi etraftaki güzel kadınların varlığını fark etmişti. Ama bakamıyordu. Bir kadının gözlerine uzun uzun bakmak onun için hep zor olmuştu zaten. İçine bir acı çöktü. Saatine baktığında iki buçuğu biraz geçmekte olduğunu fark edince tekrar işine odaklanmaya başladı. “Ölmek ne kolay” diye düşündü bir an. Sessizce geliyordu ölüm. Hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir sokakta, hiç ummadığın ve hatta tanımadığın birinin namlusunda olabiliyordu ölümün. Tıpkı bu adam gibi, belki de dünyada on binlerce insan farkında olmadan ölümü bekliyordu. “Hepsine yetişemem” diye düşündü ve belli belirsiz gülümsedi. Tekrar saatini kontrol etti. Zaman geliyordu.

Tahmin ettiği gibi adam, gazete bayiinden asla okumadığı halde gazetesini aldı. Meydana doğru yürüdü. Işıklarda beklemeden pek çok İstanbullu gibi yola atlayıp karşıya geçti. Katil endişelendi. Onun bir arabanın altında kalmasından korktu. Ne garipti! Öyle, ama kurban son dakikasına kadar onun sorumluluğundaydı. Sessizce arkasından yürümüştü katil. Ama o ışıklarda beklemeyi tercih etmişti. Adam meydan da kalabalık ve gölge bir kenara çöktü. Pek çok insan oradaydı ve birilerini bekliyordu. Kimi de bekliyormuş gibi yapıyor olabilirdi. Bazısının elinde çiçekler vardı. Kimisi kulaklarında kocaman kulaklıklarla hafif sallanarak müzik dinliyordu. Kimileri de havadan sudan birbiriyle konuşuyordu. Bir iki sarhoş adam da ortalıkta yarı ölü bir şekilde dolaşıyordu. Anneler, babalar, çocuklar keyifli ve sakin yürüyordu meydanda. Katil de şimdi o meydandaydı.

Kaç kişinin bir amacı vardı bu şehirde? Kaç kişi mutluydu? Belli değildi bu. Tüm istatistikler, herkesi mutlu ilan etse de bu mutluluklar bir şaşkınlığın, belki de bir boşlukta salınmanın ürünüydü. Peki, katilin mi amacı daha değerliydi? Katil bunları düşünürken yakaladı kendini. Saatine baktı. Biri için hayatın son bulmasına aşağı yukarı on dakika kalmıştı. Sakin bir köşe buldu. Güneş gözlüğünü çıkarıp, onun yerine kablosuz dürbün ve nişan alma cihazı olarak kullandığı gözlüğü taktı. Dışarıdan bakıldığında bu şık bir güneş gözlüğünden farksızdı. Kalabalıklar içinde çalışması gerektiğinde bunu kullanırdı. Oysa kalabalıklarda çalışmaya genellikle çekinirdi. Müşterisinin özel talebiydi bu. Herkesin olduğu yerde, herkesin gözleri önünde can vermeliydi ölmesi gereken adam. Müşterisi de oralarda bir yerlerde olacak ve olan biten izleyecekti. Ve şu an otellerden birinin üst katında bir yerlerde ‘manzarası iyi’ bir yer seçmiş olmalıydı. Peki, bu şekilde ölmesini ve gözleri önünde can vermesini isteyecek kadar, ne yapmış olabilirdi adam? Bunu işini bitirdikten sonra açacağı zarftakileri okurken öğrenecekti. Ve buna sadece iki dakika kalmıştı.

Gözlüklerine gelen görüntüyü netleştirdi. Silah, koluna taktığı spor görünümlü çantasının üst kısmında özel bir bölmede ileriye nişan almış şekilde bekliyordu. Mermileri şarjöre vermeden önce kablosuz kumandanın çalışıp çalışmadığını kontrol etti son defa. Çalışıyordu. Şarjörü kimse görmeyecek şekilde doldurdu. Henüz elindeki teknoloji bunu otomatik olarak yapamıyordu. Belindeki yedek silahını da kontrol etti. Artık her şey hazırdı. Adamı çok net görüyordu. Tetiği çekecek kumandanın düğmesine bastı. Susturucu iyi çalışmıştı. Ancak hedefin önüne üç yaşlarında bir kız çocuğu geçmişti. O sırada fark etmediği şey, adamın küçük bir kız çocuğunu yanına çağırıp onu sevmek istemesiydi. Her şey birkaç saniye içinde oldu. Küçük kız hedefin önüne geçmiş, farkında olmadan adamın önüne siper olmuştu. Kız yerde yatıyordu. Ve olanları dehşet içinde izlemekteydi katil. Zavallı küçük kızın annesi de oraya koşmuş, kızının başında feryat etmekteydi. Bir mermi daha sıkmalıydı. Bu adam ölmeliydi artık. Adam annenin yanında kızı yerden kaldırmaya çalışırken katil bir an sendeledi. Ve ikinci kurşun da anneye isabet etti. Bu sefer kurban silahın nerden ateşlendiğini fark etmişti. Katil hayatında ilk defa panikledi. Adamla göz göze geldi. Ona doğru koşmakta olduğunu gördü. Belindeki silahı çıkardı. Çantası kolundan düşmüş, çantadaki silah şarjörde kalan son üç mermiyi kendi kendine ateşlemiş, iki kişiyi ayaklarından yaralamıştı. Katil elindeki silahı kontrolsüzce ateşlerken birkaç kişinin de ölmesine neden oldu. Bunlardan biri burun buruna geldikleri kurbanı oldu.

İnsanlar panikle etrafta koşturuyordu. Kimileri çığlık atıyor, kimileriyse yerde yaralı yatan insanları kaldırmaya çalışıyordu. Kalabalık bir polis ekibi olay yerine geldi. O sırada katil yerdeki açılıp içindekilerin yere saçıldığı çantasının dışına düşmüş mektubu açtı. Kısa bir nottu: “Kızıma tecavüz eden adam o. Tahrik indirimi denen bir saçmalıkla yatması gerekenden çok az yattı. Kızım onun yüzünden intihar etti. O bu meydanda, herkesin içinde ölmeli”


Garip bir paradokstu. Bir tecavüz suçlusu, şu an bir kahraman olarak ölmüştü. Katil ise pek çok insanın, o annenin ve o küçük kızın ölümüne neden olmuştu. Annesini ve kız kardeşini düşündü. Onları, öldürdüğü anne ve kızın yerinde hayal etti birden. Polisler etrafını sarmak üzereydi. Katil silahı şakağına dayadı. 

Hafta Sonu Trafiğe Dikkat!

İstanbul'da Salı günü kutlanacak Cumhuriyet Bayramı için bugün Vatan Caddesinde prova yapılacak.

Sabah saat 07:00 ile 16:00 saatleri arasında; Vatan caddesi, Vatan Caddesi'ne çıkan bütün yollar: Topkule, Mahmutbey Köprüsü, Vatan Caddesi, Oğuzhan Caddesi, Millet Caddesi, Topkapı, Edirnekapı Kavşağı, Vatan Caddesi Kesişim Noktası, Mahmutbey, Topkule. Topkule, Mahmutbey Köprüsü, Vatan Caddesi ve bu yollara çıkan bütün yollar ile Mahmutbey Köprüsü - Habipler Yolu trafiğe kapalı olacak.

Alternatif yollar ise şunlar:

Vatan Caddesini kullanacak sürücülerin; D/100 Karayolundan Vatan Caddesine gidecek olan sürücülerin; Haliç Tüneli, Edirnekapı, Fevzipaşa Bulvarı, Aksaray şeklinde veya Haliç Tüneli, Ayvansaray ışıklardan Balat yolunu takiben Unkapanı ve Sirkeci istikametini, E/80 Karayolunu kullanacak sürücülerin, Hürriyet Gazetesi karşısından TEM istikametini, SahilYolunu kullanacak sürücülerin sahil güzergâhından, Yenikapı - Kumkapı - Sirkeci istikametini, Fatih istikametinden aynı gerekçelerle hastanelere intikal edecek sürücüler Atatürk Bulvarı, Aksaray ve Millet Caddesi güzergâhını kullanmaları gerekiyor.

Ambulansların ise sahil yolunu kullanmaları daha faydalı olacak. 

Aynı uygulama pazar için de geçerli...

İstanbul'daki trafik uygulamaları bununla sınırlı kalmıyor. 27 Ekim Pazar günü ve 29 Ekim 2013 Salı günleri 08.00 ile 13.00 saatleri arası Kadıkö'de trafiğe kapatılacak yollar şöyle;Hulusi Behçet Caddesi, Doktor Faruk Ayanoğlu Caddesi , Bağdat Caddesi ( Bostancı MeydandanKızıl Toprak Meydana kadar olan kısım, ayrıca Bağdat Caddesine çıkan tüm ara sokaklar), Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi ( Fahrettin Kerim Gökay Caddesi BP ışıklardan Bağdat Caddesi Göztepe ışıklara kadar olan kısım, ayrıca Bağdat Caddesine çıkan tüm ara sokaklar), Fahrettin Kerim Gökay Caddesi, Ethem Efendi Caddesi kavşağından Bağdat Caddesine kadar kapalı. Cemil Topuzlu Caddesinden Bağdat Caddesine çıkan tüm ara sokaklar kapatılacak.

Tavsiyem ise şu: Trafikte delirmeden bir hafta sonu keyfi yapmayı düşünüyorsanız, bunu toplu taşımalarda yapın. Ben öyle yapacağım.

Balon Balıklarının Seks Hayatından Rahatsız Olmak

İngiltere’de haftalardır halkın uykusuz kalmasına neden olan uğultunun, kasaba yakınlarındaki halice yerleşen balon balıklarının çiftleşme döneminde çıkardıkları ses olduğu ortaya çıktı.

Her gece 22:00’dan sonra başlayan uğultunun erkek balon balıklarının çiftleşecek dişi balıkları bulabilmek için çıkarttığı belirtildi. Öyle şiddetli bir uğultu ki bu pek çok kasabalı kısa süreliğine de olsa evlerini terk ediyor.

Bu yüzde yüz gerçek olay, başkalarının seks hayatından rahatsız olan bir topluma mensup bir birey olarak beni ziyadesiyle meraklandırdı. Ne çelişkidir ama? O memleketlerde komşusunun seks hayatından kimse rahatsız olmaz. Ama işte buradan vuruluyor oradaki insanlar. Balon balıkları aradaki farkı kapatıyor. Bizim apartmanda mesela çok hareketli bir seks hayatı olan komşu için imza kampanyası düzenlenmişti. Ya komşuya da ikram edeceksin, ya da kovulacaksın. Ben imza vermemiştim. Ama kimse yanlış anlamasın, ikram falan olduğundan değil yani. Bize ne canım, gibilerinden yaklaşmıştım meseleye.

Neyse… Ne diyorduk? Balon balıklarının seks hayatı… Adamlara bak, bağıra bağıra arıyorlar hatunu. E bizim buradaki İstiklal Caddesi abazanlarından pek bir farkı yok aslında. Hafta sonu, yol ve bira parasını cebine koyan orada. Bir uğultu, bir uğultu… Balon balığı neyse, onun olayı o. Ama arkadaş insan deyince bir sürü kur yöntemi var. Dahası konuşabiliyoruz yahu.

İşin bir başka yönü de şu: Batı toplumlarında her türlü canlının seks hayatına saygı duyuluyor. Bizim memlekette öpüşen çift görüldü mü kolluk kuvvetlerine haber salınıyor da orada balon balıkları rahat rahat çiftleşsin diye baş başa bırakılıyor. Tabi, burada hayvanların çıkarttığı kulak paralayıcı uğultunun etkisi büyük… Ama olsun. Sonuçta öpüşen, sevişen görünce ahlak polisliğine soyunmuyorlar da.


Bu İngiltere’deki balon balıkları mağdurları arasındaki kadınlar Türkiye’ye tatile gelirlerse o balon balıklarını öpüp başlarına koyarlar. Ama çiftleşme mevsimi dışında.  Hayvancağızlara boşu boşuna ümit vermeyelim lütfen. Piliys!