Spor Haberleri

Köşe Yazıları

9 Kasım 2013 Cumartesi

Hristiyan bir toplumda yaşasaydınız aynı düşünür müydünüz profesör?

Yeni Şafak Gazetesi yazarı ve İlahiyat profesörü Hayrettin Karaman “kızlı erkekli öğrenci evi” tartışmasına yeni bir bakış açısı getirdi. Bu bakış açısı aslında Başbakan’ın ve ona katılan birçok insanın dillendirmese de düşündüklerini yansıtıyor.

Gazetesinde “Çoğunluğu Kale Almamak” başlıklı yazısı akıllara durgunluk verecek türden… Hayrettin Karaman’a göre toplumun genel ahlak yargılarına uymayanların mahalle baskısı görmesi hakmış. Yani çoğunluğun istediği gibi yaşamayanın çoğunluk tarafından baskı görmesi olması gerekenmiş hatta.

Peki, muhafazakârlar bu hakkı nereden alıyor dersiniz? Burada öncelikli referans kaynağı İslam… İslam’ın emrettiği gibi yaşayan insanların olduğu bir apartmanda, bu emirlere uymadan yaşayan kişinin diğerlerinin hakkını gasp ettiğini düşünüyor Karaman. Burada, bireysel özgürlüğün sınırı, bu özgürlükten dolayı başkasının özgürlüğünü kısıtlandığı noktadır, görüşünü bu duruma uyarlamış oluyor. İnsan hayat tarzını özgürce yaşarken bir başkasının hayat tarzına müdahale etmiyorsa sorun yok. Ama profesörün düşüncesine göre özgürlüğe müdahale etme özgürlüğü diye bir şey var. Hem de bu ‘özgürlük’ çoğunluğun…

Bu çoğunluk sevdasının demokrasiyle zaten bağdaşması mümkün değil. Sayın profesörün de önerisi zaten İslam temelli bir demokratik sistem… Kuralların İslami emirlere göre belirlendiği sistemi demokratik yapan tek unsur ise oy kullanma hakkı olacak ki iktidarın her fırsatta dile getirdiği de bu.

Hayrettin Karaman’ın söz konusu fikirleri hayata geçtiği takdirde çok tehlikeli sonuçlar izleyeceğiz. Çünkü çoğunluğun ya da muhafazakâr hassasiyetlerin duygu, düşünce ve inancına göre, ‘ötekini’ tornaya sokmaya çalışmanın katliamlara kadar uzanan çok çeşitli yöntemleri vardır. Tarihte de örneği olduğu gibi… Sivas Katliamı’nı hatırlatmaya gerek var mı?

Hayrettin Karaman bu sözleriyle şu hakkı da ‘öteki’ vatandaşa vermiş oluyor peşinen. Günün birinde bir başka 28 Şubat yaşandığında evinde namaz kılan, dini sohbetler yapan, apartmandan tesettürle çıkan insanlar da dine uygun yaşamayan mahalleliyi rahatsız etmiş olmayacak mı? Bu bakış açısı her horoz kendi çöplüğünde öter, anlamına geliyorsa İstiklal Caddesi’nde gece yarısı dolaşan türbanlı kadına yönelik bir baskı uygulanması da mı hak?

Genel toplum yapısına göre herkesin hayat tarzına ayar çekme düşüncesinin kökenin din olduğu zaten çok açıktı. Belki de ilk defa içki yasağında kullandıkları toplum sağlığı gerekçesi gibi uydurma bir gerekçe sunmadılar. Hayrettin Karaman da bu garip duruma ‘akademisyen’ bakış açısı kazandırdı(!)

Komşusunun evinde yaşadığı hayatı merak eden ve bu merakı sonuçta belki de o hayatı kıskanan, “ben yapmıyorsam, kimse yapmayacak arkadaş” deyip işi daha da ileri boyutlara taşıyan muhafazakâr kafanın, bir de başka bir çerçeveden meseleyi ele almasında fayda var. Çoğunluğu Hristiyan olan bir ülkede, Müslüman komşusunun dini vecibelerini yerine getirmesinden, başını kapamasından rahatsız olanların yaşadıkları çevredeki Müslümanlara zulmetmesi de hak mı?

Hayrettin Karaman’ın mantığıyla gidildiği takdirde bu da hak… Ve biz hangi yönden gelirse gelsin çoğunluğun azınlık üzerindeki her türlü baskısına faşizm diyoruz.


7 Kasım 2013 Perşembe

Kızlı Erkekli Bir Diziydi Kavak Yelleri

Türkiye televizyonlarında yayınlanmış en uzun soluklu gençlik dizisiydi Kavak Yelleri. Etraflıca incelediğinizde dizinin eleştirilecek çok yanı var. Gençliğin önemli sorunlarının irdelenmediği bir dizinin gençlik dizisi olarak eksik çok yönü var. Bu ayrı mesele…

Pek çok insanın defalarca bahsettiği gibi iktidar yanlılarının ‘ötekinin’ yaptığı her işle ilgili muhteşem çözümlemeleri vardır. Bunlardan biri Şamil Tayyar’ın Kavak Yelleri dizisi hakkında yorumuydu.

Başbakan neye kızarsa o konuda destekleme çalışmaları yapmak bir yandaş âdeti… Gezi eylemleri olur. Provasının falanca oyunda yapıldığı iddia edilir. Şimdi de bir televizyon dizisinin kızlı erkekli aynı evde yaşamayı özendirmek için yapılmış bir proje olduğu iddiasını ortaya atıyor Şamil Tayyar.

Arada şunu da söyleyeyim. Hem muhafazakâr, hem demokrat olunmaz. Muhafazakârlık yenilenmeye, gelişmeye kapalıdır. Tabulardan kopamayanın demokratik bir düşünceye sahip olması teknik olarak mümkün değil. Pratikte de görüyoruz ki kendilerine muhafazakâr demokrat diyenlerin ya demokrasi hakkında bildikleri pek bir şey yok ya da bizim bilmediğimizi düşünüyorlar.

Başbakan’ın tüm dünyada yankı uyandıran kızlı-erkekli öğrenci evlerine yönelik yasal düzenleme sinyali verişi karma ev yaşantısının yer aldığı Kavak Yelleri ve Yalan Dünya dizilerini gündeme getirdi. Özellikle Kavak Yelleri isimli dizide arkadaşlar kız ve erkek ayrımı olmaksınız aynı evde yaşıyorlar.

Yasal bir evlilik akdi olmaksızın kadın ve erkeğin aynı evde yaşaması, ister sevgili ister arkadaşlık ilişkisi dâhilinde olsun devleti ilgilendirir mi? Devletin polisine ihbar edilecek bir durum mudur? Vatandaşın hayatta rahatsız olacağı tek şey komşu dairedeki kızlı erkekli topluluğun ‘grup seks’ yapabileceği şüphesine sahipse en yakın sağlık kuruluşunda tedavi görse daha faydalı olacaktır. Bu konuda vatandaşı gaza getiren pek değerli yurdum yöneticileri ise böylelikle belki de kendi %50’lik kitlesini yokluyordur. Bilemeyiz.

Bir aile kızının erkeklerle aynı evde yaşamasından rahatsız olabilir. Ama sonuç itibariyle bu kızla ebeveyni arasındaki ilişkidir. Buna kurumsal olarak bir müdahalenin söz konusu olması vahim sonuçlar doğurur. “Vurun kahpeye” diyenlerin devlete sırtını dayayarak şiddet eylemleri gerçekleştirmesi ihtimali gibi… Üstelik Başbakan’ın her lafında icazet arayan ona ölümüne biat etmiş ciddi bir kitle varken… Bu sözlerimi destekleyen örnekleri çokça gördük.

Dinen caiz sayılmayan durumlara yönelik yasal düzenlemeler yapmayı kendine hak sayan AKP iktidarı, artık yıllarca kendini desteklemiş muhafazakâr seçmenin de tepkisini çekiyor. Çünkü pek çok samimi dindar, 28 Şubat sürecinin baskılarına karşı, herkes için özgürlük talebiyle AKP’ye sığınmıştı. İşte o kesimin şu anda yaşadığı hayal kırıklığı AKP’nin dikkate alması gereken bir durum… Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın bu müdahale sinyali, bugün pek çok AKP’li tarafından da tarihi bir hata olarak görülüyor.

Buna rağmen yangına körükle gitmeye devam edenler var. Şamil Tayyar’ın böyle durumlarda çözümleme hızına yetişmek mümkün değil. Kavak Yelleri dizisinin bir proje olduğunu kız ve erkekleri aynı eve yerleşmeye teşvik edip bittiğini söylüyorsanız, Kurtlar Vadisi’nin insanların sokakta mütemadiyen birbirini öldürmeye teşvik ettiğine de inanıyorsunuzdur. Ama durun. Kurtlar Vadisi size hizmet ediyor, değil mi? Pardon… Sonuçta insan öldürmeler, silah kullanmalar, muhafazakâr demokrat yapınıza ters olmayan şeyler…

“İhbarcı vatandaş, ispiyoncu polis” sisteminin işleyeceği yeni yasal düzenleme hayata geçtiği takdirde yaşanacakları düşünmek bile istemiyorum. Erkek arkadaşıyla birlikte yaşayan bir genç kadının, ailesinin bunu öğrenmesiyle şiddete maruz kalma ihtimalini hiç düşündünüz mü? Bunu da bir kenara bırakın. Devlete ne? Devlet kimin kimle yaşayacağına, kadın ve erkeğin sevişip sevişmeme kararına neden karışır? O zaman dedikoducu komşudan ne farkı olur?

İdeal öğrenci sosyal sorunlarla ilgili protestolara katılmayan, itaatkâr; ideal öğrenci evi de kız ve erkeğin aynı ortamda yer almadığı evlerdir. Aşağıdaki fotoğrafa göre gerekli düzenlemelerin yapılmasını arz ederim. Gençlik dizilerinde de lütfen buna özen gösterelim.




5 Kasım 2013 Salı

Kurtlar Vadisi Mülteci

Kurtlar Vadisi dizisinde Necati Şaşmaz’ın canlandırdığı Polat Alemdar ve Kenan Çoban’ın oynadığı Abdülhey karakterlerinin çekimlerde kullandığı tüm kıyafetler ve hatta diğer karakterlerin kıyafetleri Suriye’deki iç savaştan kaçıp Türkiye’ye sığınmış mültecilere bağışlandı.

Bundan sonra mülteci kampları bildiğiniz anlamda Kurtlar Vadisi setini andıracak.

Türkiye iç ve dış politikasını sıklıkla konu alan ve bunu yaparken hep devletten ve hükümetten yana tavır takınan bir propaganda aracı olarak hizmet gösteren televizyon dizisinin Türkiye’nin Suriye politikasında da taraf olması kaçınılmazdı. Maddi olarak da desteklemiş oldu.

Bunu söylerken oradaki insanların mağduriyetini yok saymıyorum elbette. Ama bu Türkiye yönetiminin ve yönetim yanlısı mecraların samimiyetini sorgulamayacağımız anlamına gelmez.

Kurtlar Vadisi ve Türkiye’nin Suriye politikasının birbirine benzer yanları var. Her ikisi de belli klişeler üzerinde ilerliyor. Recep Tayyip Erdoğan’ın sözlerine göre şekil alan Türkiye siyaseti, Kurtlar Vadisi senaryosu haline gelebiliyor. Zaten Gezi eylemlerini de Başbakan tezlerine göre yeni sezona eklemiş olan televizyon dizisi, Suriye’de diktatör karşıtı, demokrasi havarisi olmuş iktidarın izinde yürüyecektir.

Her daim silah, şiddet sahneleriyle tam bir karmaşa dizisi olan Kurtlar Vadisi, Ortadoğu’da savaş ve kaos isteyenlerle müttefik olmaya devam ederken, elbette ki ağababaların hazırladığı Ortadoğu politikasında rol oynamaktan en ufak bir sıkıntı duymuyor. Üstelik coğrafyaya şekil verenin Türkiye olduğu konusunda kamuoyunu inandırabiliyor. Bunu yapmasına neredeyse medya organlarının tamamı inanılmaz bir azimle yardım etmeye devam ediyor. Kurtlar Vadisi de televizyon dizileri içinde bunu yapan ve reyting rekorlarını kırmaya devam eden tek televizyon dizisi…

Necati Şaşmaz’ın Gezi direnişi sırasında başbakanla görüşen heyetlerden birinde yer alması ve konuya asla hâkim olamadığını ve belki de hiç olamayacağını ifade eden açıklamalarından sonra, Kurtlar Vadisi’nin Gezi olaylarının sırrını çözeceğini iddia ettiği yeni sezonu ve bu son büyük bağış hareketi, dizinin toplumsal ve siyasi hayat içinde nerede durduğunu bize gösterebilir.

Yukarıdaki paragrafta sırayla özetlediğim üç durumun açılımı aşağıdaki gibi…

Hiçbir şeyin farkında değil… Biliyormuş gibi yapmayı çok iyi beceriyor. Siyasi konjonktür nereyi gerektiriyorsa oraya gidiyor. Tipik bir yandaş eğilimi değil mi?


Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Deri Altına Bilgisayar mı Olur?

Bilgisayarlara olan bağımlılığımız gün geçtikçe artmaya devam ediyor. Teknolojinin hayatımızın odak noktası haline geldiği bu yıllarda Almanya'da yaşayan bir genç, bu bağlantıyı biraz çılgınlığa çevirdi.

Kendi geliştirdiği mikro bir bilgisayarı kol derisinin altına yerleştirerek özel bir operasyon ile diken çılgın genç Almanya'nın Essen kentinde yaşıyor. Tim Cannon isimli bu arkadaş bilgisayarlarla iç içe geçmiş hayatı çok yanlış anlamış.

Öyle ki Circadia 1.0 adında geliştirdiği mikro bir bilgisayarı özel olarak açtığı kol dersinin altındaki bölgeye yerleştirdi. Operasyondan sonra kolunu kendisinin diktiğini vurgulayan çılgın genç, duyanları şaşkına çevirdi.

Kendini "biohacker" olarak adlandıran evrensel deli, bu operasyon için bir başka biohacker arkadaşından yardım almayı da ihmal etmemiş. Yardımsız olmaz tabi. Özellikle bu denli tehlikeli bir operasyona kalkışan genç hayalindeki bilgisayarı nihayet koluna entegre ettiğini dile getirmiş. Elbette teknolojide hayalindeki son model diye bir şey olmayacağını da biliyordur. Kim gaza getirdiyse çocuğu Allah bildiği gibi yapsın.

Şimdilik vücudun hayatsal fonksiyonlarını izleyip onları sahibine aktaran, kullandığı Bluetooth teknolojisiyle başka cihazlarla da paylaşabilen Circadia, yazılımsal açıdan geliştirilmeye müsait bir cihaz. Bu açıdan baktığınızda ise çok faydalıymış sahiden. Adamı kafaya alıyorduk az daha.

Özellikle şu an ne kadar mikro gibi gözükse de insanlar için makro boyutlarda olan bu cihaz yüksek boyutlarda mikro haline getirilirse bir teknolojinin önü açılmış olur. Cihazın elektriği nereden sağladığından da bahsetmek gerek. Cihaz içeriğinde tümleşik olarak barındırılan bir bataryadan gücünü alıyor. Peki ya batarya biterse? Kablosuz şarj edilebilir bir yapıya sahip Circadia bu açıdan da ilgi çekici bir teknoloji kullanıyor.


Aha, arkadaşı kafaya alma sebebimiz hayırlı olsun. Kablosuz şarj gibi yüksek radyasyon içeren onu da geçersek insan sağlığını tehlikeye atacak bir buluşu kolun alt derisine monte etmek ne kadar doğrudur? Ya… Yazık etmiş arkadaş kendine.


Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Ne yaptın sen eBay?

Bu nasıl ticaret? E be kardeşim, bu nasıl e-ticaret? Böylesi hassas bir olayla ilgili zorlama bir kelime esprisi yapmış olmamdan dolayı beni affet sevgili okuyucu.

eBay isimli bir e-ticaret sitesinin yaptığını duyunca beni neden affetmen gerektiğini unutacaksın. Site Nazi soykırımı kurbanlarının özel eşyalarını satışa çıkardı. Bu da haliyle büyük tepkiyle karşılandı. Toplama kamplarında ve gaz odalarında katledilen kurbanlara ait kıyafetler, aksesuarlar ve bavulların açık arttırmaya çıkarıldığı sitede, Auschwitz’de öldürülen Polonyalı fırıncıya ait olduğu söylenen esir kıyafeti için eBay 18 bin dolar istedi.

Gelen tepkilerden sonra site bütün satışları iptal etmek zorunda kaldı. Yaptıkları açıklamada ise pişman olduklarını ifade ettiler. Hatta bir hayır kurumuna bağış yaparak tepkileri azaltmaya çalıştılar.

Nazi dönemiyle ilgili olan hatıratların satılması sadece İngiltere’de yasal… Pek çok ülkede ise bu hatıratların satılması yasayla engellenmiş durumda. Elbette ki yasanın da üzerinde başka bir durum var. O da Dünya belleğinin affedemezliği… Affedilecek şey miydi bu soykırım? Tarih yapılmış hiçbir kıyımı unutmayacak o ayrı. Bu bellek de tarih boyunca nesilden nesle aktarılacak.

Yahudi soykırımının da acıları ticaret malzemesi haline gelince, devletlerin tepkisinden önce halkların tepki göstermesi meselenin sıcaklığının koruduğunun göstergesi… Hatta bu bellek tarih içinde çokça devlet tarafından gerçekleştirilmiş katliamlara ve soykırımlara örnek oluyor. Olmalı da… Tarih soykırımcıları, katilleri en ağır şekilde cezalandırmalı. Bu da unutmamakla ve tekrarlanmasına engel olmakla mümkün…

Hatıratların yanı sıra Nazi döneminde devlet tarafından el konulmuş bin beş yüz sanat eseri Cornelius Gurlitt isimli kişinin evinde gerçekleştirilen kaçakçılık soruşturması sırasında şans eseri bulunmuş durumda. O dönemde ortadan bir şekilde kaybedilmiş daha on binlerce eser var.

Yiten sanat eserleri 1.1 milyon insanın katledildiği soykırım içinde bahsetmeye değecek gibi değil elbette.
eBay ayıbından dönse de dönmese de unutulacak gibi bir tarih değil. Üstelik Dünya bu kıyımdan ders de çıkarabilmiş değil.



Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Barış gemisi bize kaç liman dayanır?

Cumhuriyet’in 90. yılında yola çıkmış olan Gençlik Barış Gemisi 7 Kasım’da İstanbul’a varıp yolculuğunu bitirmiş olacak. 53 milletten 800 kız ve erkek öğrencinin yer aldığı bu proje elbette ki önemsenmeli. Ama projenin ismindeki “barış” kelimesi onu güzel yapmaya yetmiyor ne yazık ki.

Çünkü maalesef ki daha yola çıkarken kız ve erkeklerin birbirinden izolasyonu sağlanmış, barlarda içki servisi de yasaklanmıştı.

“Hepimiz aynı gemideyiz” mesajı veren proje, iktidarın “benim gemimdeysen benim kurallarıma göre yaşayacaksın” alt mesajını da itinayla iletiyor. Barış gibi önemli bir amacın içinde yer alan gençler basit bazı özgürlüklerden bile arındırılıyor. Ülkedeki barışın tesisi için atılan adımların din temelli olması için ve din kardeşliğiyle barışı inşa etmeye çabalayan iktidarın, barışın özgür düşünce, özgür hayat ve özgür inanç gibi unsurlarla tesis edemeyeceğini bu gemi sayesinde de anlayabiliyoruz.

Gemide kız ve erkek öğrencilerin kaldığı kısımları birbirinden ayıran noktalara sivil polis ve geminin güvenlik görevlileri yerleştirilmiş, geçişler kontrol edilmişti. Hatta AKP’ye has bir üslupla tehdit dahi edilmişti gençler. “Kız ve erkek öğrenciler ayrı katlarda kalmaktadırlar. Kat ihlalinde bulunan öğrenciler durulan ilk limanda bırakılacaktır” anonsunun yapıldığı gemi ‘barış’ amaçlı seyahatini tamamlıyor.

Bu anons “ya sev, ya terk et” türü bir anlayışın ifadesi… “Ya sevişme ya terk et” sloganı daha uygun elbette. Bu arada kadın ve erkeğin baş başa yapacağı tek şeyin sevişmek olduğunu sanmak için nasıl bir gençlik yaşamış olmak gerekiyor, çok merak ediyorum. Neyse…

Parlamento'da gazetecilerin Türkiye -Akdeniz Gençlik Barış Gemisi Projesi'ne ilişkin sorularını yanıtlayan Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç, “53 milletten 800 kız ve erkeği 10 günlük gemi seyahatine götürüyorsam, elbette ki bunun tedbirini alacağım. Bu tedbiri almadıktan sonra götürmem zaten. Kaldı ki 800 genci, 10 günlük gemi seyahatine götürmek gibi bir yükümlülüğüm de yok. Bir proje yapıyoruz; Türkiye-Akdeniz Gençlik Barış Gemisi Projesi. Barış gemisinde, evrensel konular, küresel konular, savaşlar, gençlik sorunları tartışılıyor. Bütün bunların zeminidir, bizim için önemli olan. O zemini sağlamak için bütün tedbirleri aldım. Gençlik Barış Gemisi'nde barlardan alkol servisi de yapılmaz, alkolü de kaldırttım, bu da doğru. Bir daha Gençlik Barış Gemisi olursa, gene alkol servisi olmayacak. Bunu da peşinen söyleyeyim. Bu kadar net yani...” diye konuştu.

Daha önce karma olan bu gibi devlet projelerinde artık kız ve erkeğin ayrı olacağını söylüyor Suat Kılıç. Zaten karma eğitim de sizin muhafazakâr demokrat anlayışınıza ters. Zaten kadın- erkek birbirini uzaktan sevmeli. Değil mi? Sonra aniden evlenmeli ve hızla çocuk yapmalı. Bunun için de öğrenciler için 18–24 yaş arası gençlerimiz için flörtle vakit kaybettirmemek adına evlilik teşvik kredisi bile çıkarttı hikmetinden sual olmaz devletimiz.

Gençler sevişmesin diye tedbir alınan ve pek çok özgürlüğün kısıtlandığı Gençlik Barış Gemisi’ni gördüğümüzde uzaklardan birinin “kimin hayat tarzına müdahale etmişiz?” diye bağırması da aslında gaipten ses duyduğumuz anlamına geliyor. Başka bir açıklaması olamaz zaten.


Evet, aynı gemideyiz biz. Doğru... Kaptan sen yine de bizi uygun bir limanda bırakıver. Muhafazakâr demokrat yapınıza uymayan bir liman olsun lütfen.

Bumerang Ödülleri Oy Ver!

4 Kasım 2013 Pazartesi

Leyla ile Mecnun'u Ben de Özledim

Leyla ile Mecnun Türkiye televizyon dünyasının en alışılmadık yapımıydı. Komikti. Şaşırtıcıydı. Zekiceydi. Ve yaratıcıydı.

Üstelik absürt komedi denemesi yaparak bir risk de almıştı. Dizi buna rağmen çok izlendi. Sektör içinde reyting düşüklüğü nedeniyle yayından kalkan diziler patır patır yok olurken o devam etti.

Alışılmışın dışındaki dizinin alışılmışın dışında bir yayından kalkma hikâyesi var. Gezi eylemlerine katılan dizi ekibinin sosyal medyada da fotoğrafları yayınlandı. Gezi eylemlerine katılmalarının cezasını da ekibin işine son vererek kesti TRT. Hal böyle olunca her şey çok ortada bitti. Sanki bir âşık olduğun insan ortada hiçbir şey yokken ertesi gün seninle tüm iletişimini kesmiş gibiydi.

Bitmeyen bir sevda gibi… Takıntılar kalır. Hep onu düşünürsün. Hep ondan bahseder dilin. İşte o yüzden Leyla ile Mecnun ekibinin çektiği “Ben de Özledim” isimli yeni televizyon dizisi iki bölümdür Leyla ile Mecnun’dan bahsediyor. Hem de ne bahsetmek… O kadar normal ve insani ki… O kadar doğal bir durum ki böyle olması…

Leyla ile Mecnun, ekibini oluşturan herkesin tutkuyla sahiplendiği bir projeydi. Böyle bir tutkunun da bitmesi zor elbette…

“Ben de Özledim”, özellikle ikinci bölümün neredeyse tamamını “Leyla ile Mecnun” dertlenmesine ayırmıştı. Ama tahminim bu etkisini kaybederek yavaş yavaş “Ben de Özledim” dizisini özgürlüğüne kavuşturacaktır. Ama zamana ihtiyaçları var ve yeni bir ilişkiye henüz hazır değiller. Alıştıra alıştıra…

İşin bir de ticari boyutu olabilir. Benim işkillenmeye elverişli bünyeme göre “Leyla ile Mecnun” etkisini bu dizide de sürdürmeye çalışıyor olabilirler.

Sonuçta her iki durum da olsa Leyla ile Mecnun Türkiye televizyon tarihinde önemli bir sayfada yerini alıp huzurla dinlenmeye çekilirken “Ben de Özledim” reyting savaşlarında çarpışmaya devam edecek. Belki de o yüzden selefinden güç alma zorunluluğu hissediyordur.

Duygusal yönü ağır basan ve haliyle bir işin tutması için yapılan bu anmalar son bulacak elbet.
Yayından bir skandal olabilecek şekilde kaldırılan “Leyla ile Mecnun” dizisi, gördüğünüz gibi “Ben de Özledim” dizisi hakkında bir yazı yazmaya niyetlenmiş olsam da benim de dilimden düşmedi. Ne akıllardan çıkar, ne de dilimizden…

Leyla ile Mecnun sayesinde algısı daha açık bir televizyon izleyicisi oluşmuştu. Daha doğrusu hayatının büyük bir bölümü televizyon karşısında geçiren toplumun önemli kısmı için azıcık düşünebilme imkânıydı. Bu da kimileri için bir sorundu tabi. Özellikle yöneticiler için…

Ben yeni dizinin peşini bir türlü bırakmayan selefiyle ilişkisine dönüp bitireyim. Ben de Özledim dizisinin ismi bile bize Leyla ile Mecnun’lu bir cümle kurdurmaya itiyor. Evet… Leyla ile Mecnun’u ben de özledim… Dizinin ilk iki bölümü de bu hissiyatla çekilmemiş mi zaten?


Bumerang Ödülleri Oy Ver!

Diyanet'e sormadan tuvalete bile gidemeyeceğiz

Diyanet elini, dilini korkak alıştırmamak için olsa gerek, sosyal hayattan, finans dünyasına, giyim kuşamdan, beslenmeye kadar pek çok alanda fetva yağdırıyor son zamanlarda.

Geçtiğimiz günlerde finans dünyasına ‘şok’ yaşatan bir fetva verdi. Çeki vadesinden önce bozdurmak caiz değilmiş.

Alacakları vadesinden önce tahsil ederek şirketler için nakit akışını sağlayan bir sistem sunan factoring sektörü şu an şoktaymış. Haber sitelerinde ortak olan yorum bu… Neden şokta? Diyanetin fetvasına göre her şeyi düzenleme zorunluluğuna mı hazırlıyorlar bizi?

BDDK verilerine göre 15 bankanın factoring sektöründe faaliyet gösteren iştirakleri bulunuyor. BDDK bir süre sonra Diyanet fetvasına uygun bir düzenlemeye girişir mi, göreceğiz. Bu olursa şaşırtıcı olmaz açıkçası.

Bugün Diyanet’in devlet protokolünde önemli bir yere sahip olması, geçtiğimiz yıllarda atılmış sembolik bir adım gibi görünüyordu. O gün her konuda fetva verip hayata müdahale etmeye kalkacağını söyleseydik, laikçi paranoyak olarak fişlenecektik. Söylemedik de ne oldu? Şimdi fetvalardan fetva seçiyoruz. Ha, şimdi söylesek yine laikçi paranoyak olarak fişleniriz, o da ayrı…

Diyanet’in finans sektörüne yönelik bu fetvasını bir kenara koyalım. Türkiye gibi din konusunda hassas insanların yaşadığı bir ülkede, insanların görüntüleri, giyim tercihleri ile ilgili caiz ya da değil yorumu yapmak sağlıklı mı? İki ayrı sorunun doğumunu hazırlar. Biri insanların vicdan ve kanaatlerinden kaynaklanan özgürlüklerine kısıtlama getirmektir. Diğeri de o insanları hedef göstermektir.

Diyanet, dövme yaptırmanın caiz olmadığını, erkeklerin küpe takmasının ise mekruh olduğunu söyledi. Mekruh, “ne desek bilemedik, yapmasan daha iyi sanki” gibi bir durumu
ifade eder.

Şimdi küpe takan erkekler, dövmeli insanlar sokaklarda ‘dindarların’ göz tacizine uğramaya başlarsa, sonrasında fiziksel bir saldırıya da maruz kalırsa bunun ilk sorumlusu Diyanet’tir. İkinci sorumlusu da dinci ve iktidar yanlısı basının bu haberleri veriş şeklidir. Örneğin Samanyolu Haber’in haberi yansırken kullandığı ifadelerden biri “ekonomiyi etkileyecek” cümlesiydi. Neden etkileyecek? Neden sosyal ve ekonomik hayat dinin emrettiği şekilde düzenlenecek?

Türban konusunda özgürlük çığlıkları atanlara şunu söylemek gerek. Türban özgürlüğünüzün simgesi değil. Dini bir kaynaktan gelen emre itaat etmek için takılan türban özgürlük simgesi olamaz. Ancak yine o kaynağın emrettiği “hayır yapamazsın, giyemezsin, takamazsın” dayatmalarına maruz kalan insanların direnişine biz özgürlük mücadelesi diyoruz.

Diyanet hep fetva veriyordu. Evet… Diyanet gelen sorulara cevaben fetvalarını yayınlar. Ancak şu dönemde artık daha çok önemseniyor. Artık dini yaşam tarzına uygun olarak yasalar bile çıkartılabilir. Diyanet’in hem protokoldeki yeri, hem de söylediklerinin ilgili alanda ‘şok’ etkisi yaratmasıdır düşündürücü olan.

Öte yandan Başbakan da kızlı erkekli üniversite öğrencilerinin aynı evi paylaşmasından rahatsız olup “bu bizim muhafazakar yapımıza ters” demesi ve bun göre adımlar atmak üzere talimat vermesinden de anladığımız gibi Diyanet fetvaları da belirleyici olabilir.

Sabah kalktığında ilk iş meteoroloji raporuna bakmak o gün ne giyeceğimize karar vermemiz için yeterli olmayacak yakında. Nereye gideceğine, ne giyeceğine, ne yeyip ne içeceğine dini kurallara göre karar veren bir Diyanet’imiz var. Artık Diyanet fetvası olmadan tuvalete bile gidemeyeceğiz.



Bumerang Ödülleri Oy Ver!

1 Kasım 2013 Cuma

Böyle Olur Şehircinin Düğün Pastası

Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın oğlu Muhammet Oktay Bayraktar, Mersiha Halilbegoviç ile evlendi. Haliç Kongre Merkezi'ndeki düğün törenine, Cumhurbaşkanı Gül, Başbakan Erdoğan ile eşi Emine Erdoğan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Kılıç, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım, Gümrük ve Ticaret Bakanı Hayati Yazıcı, Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik'in yanı sıra, çok sayıda milletvekili ve çiftin yakınları katıldı.

Çiftin nikah şahitliğini ise, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç yaptı.

Protokolün gözde isimlerini bir araya getiren bu düğünde Başbakan elbette ki yine 3-5 çocuk talebini yeniledi. Cumhurbaşkanı bunun bir rutin haline geldiğini çok iyi bildiğinden olsa gerek mikrofonu Başbakan’a verirken “Sayın Tayyip Bey'in tavsiyeleri, söyleyecekleri olacaktır” dedi. Başbakan’ın konuşması şöyle: “Diyoruz ki; güçlü, genç bir milletiz. Şu anda en büyük zenginliğimiz bu. Hele hele sizin gibi nitelikli, şuurlu bir ailenin çocukları var tabii. Tabii maceranız da enteresan. Bu işin bir Bosna Hersek mazisi var. Gelinin soyadında bir Begoviç var. Aliya İzzetbegoviç'e farklı bir yaklaşımımız var biliyorsunuz. Diyoruz ki; en az 3 çocuk. Bunlar konuşmuşlar, bu konuda mutabık kalmışlar. Ankara'da bir amca, Meclis Başkanımız Sayın Çiçek'e demiş ki; 'Başbakana söyle, herkese söylesin. Bir olur garip olur, iki olur rakip olur, üç olur denge olur, dört olur bereket olur. Gerisi Allah kerim' demiş.”

Başbakan’ın hiçbir elle tutulur dayanağı olmayan çok çocuk arzusunu artık çok irdelemeye gerek yok. Geri kalmış toplumların gelişme politikası olarak gördüğü kontrolsüzce kalabalıklaşma mantığının bir eseri…

Ancak bu düğünle ilgili söylenecek en önemli nokta düğün pastasının bir gökdeleni andırması… Dehşetengiz bir ego görmüyor muyuz? Ben açıkçası Başbakan’ın sözlerinde çevresindeki insanları diğerlerinden daha şuurlu sayan bir algıya da rastladım. Çok da mümkün böylesi bir algıda olması…

Düğün pastasının gökdelene benzemesi de bizim Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın çevre ve şehir anlayışını ele veriyor gibi. Her yere gökdelen, her yere kocaman binalar… Bunun üzerine kurulu şehircilik politikalarını öylesine içselleştirmişler ki düğünlerinde bile izlerine rastlayabiliyorsunuz.


Bir ülkenin çağdaşlaşmasını sadece ambalajla sağlamaya çalışanların şehirleri baştan aşağıya lüks binalarla donatması kadar normal bir şey var mı? Düğün pastası da öyle olur işte böyle şehircinin.

Peki Türbanlı Milletvekili de Bizi Görecek mi?

İnsanın nasıl yaşayacağıyla ilgili verdiği karar, hangi normlara dayalı olursa olsun kutsaldır. Kadının örtünmeye karar vermesine karşı herhangi bir olumsuz tepki alması kadar saçma bir şey yok. İnsanlar birbirlerinden farklı yaşayabilir, farklı giyinebilir.

Farklılıklar insanların yaptığı işi de etkilemez. Örneğin türbanlı bir milletvekili bal gibi olur. Türbanlı bir kadın her işi yapabilir. Hakkını verdikten sonra ne sakıncası var?

Her ne kadar AKP’li kadın milletvekillerinin TBMM çalışmalarına türbanlı olarak gelmesi siyasi bir dönüşümün hazırlık çalışması olsa da mantık ve vicdan açısından baktığınızda bunu engellemenin gereksiz olduğunu söyleyebiliriz.

Toplumsal her alanda türbanlı kadının daha çok görünmesinin altında da benzer bir politika olabilir. Mesela yarışma programlarındaki kadın yarışmacılar arasında daha çok türbanlı görülmeye başladı. Sanki daha fazla kadın kapanmaya karar veriyormuş gibi, baskı sonucu açık gezmek zorunda kalmışlar gibi bir izlenim yaratılıyor. Oysa bu rakamsal bir artış değil, bilinçli bir politika sonucu tercihte bulunmak… Bu programların yapımcılarına ve yayınlandıkları kanallara baktığınızda bu dönüşümün bir medya yönlendirmesi olduğunu görebilirsiniz.

Mecliste de meselenin resmi ayağı gerçekleşiyor. Şimdi diyeceksiniz ki madem türbanlı milletvekilinde bir sakınca görmüyorsun, niye bunları yazıyorsun?

Elbette ki türbanlı bir milletvekilinden rahatsız değilim. Bebeğimizin kontrollerini yaptırdığımız doktor da türbanlı… Onu hastaneye götürdüğümüzde bizim karşımızda bir doktor var. Cinsiyeti, giyimi ne olursa olsun. Peki, türbanlı bir milletvekili Meclis’te örtünmeyen ve de dekolte giyerek işine giden kadın memurların da hakkını savunacak mı? Onlar için mücadele edecek mi? Türban yasağına karşı türban takıp eylem yapan aslında açık kadınlar gibi, onlar da mini etek giyip eylem yapabilecek mi? Bu biraz ütopik olurdu. En azından kadın memurlar üzerindeki giyim kuşam baskısı devam ederken meseleyi tek önergeyle çözebilecek adımlar atabilecekler mi? Bu sorunun cevabına neden “hayır” diye haykırmak istiyorum?

İktidara geldikleri günden beri çok başarılı bir şekilde yürüttükleri türban siyasetini, hep vicdan hürriyeti üzerinden argüman ürettiklerini biliyoruz. Ancak bu vicdan hep kendi etrafında dolaşıyor.

Vizontele filminde o çok sevilen replik geldi aklıma. Belediye başkanı televizyonu anlatan bir konuşma yaparken Zeki Müren’i dinlerken aynı anda görebilecek olmaktan bahsediyor. Cem Yılmaz’ın canlandırdığı Fikri karakteri “Peki, Zeki Müren de bizi görecek mi?” diye soruyor.

Memleketteki bu ‘demokratik yenilik’ bana bu repliği hatırlatıverdi aniden. Artık orada türbanlı kadın da görebileceğiz. Peki, türbanlı milletvekili de bizi görecek mi? İşte asıl mesele bu.

Sonuçta bu durum giyim kuşam özgürlüğü tesisi falan da değil. Bunlar hep tabana göz kırpmalar…