Sessizce
başlıyor yine her günkü gibi hayat. Belki de sadece benim için sessiz… Her
geçen gün, daha da yalnızlaştığımı hissediyorum. Hep yalnızdım pratikte
aslında. Yani etrafımda hiçbir zaman insan olmadı. Hatta kalabalık sokaklarda
yürürken bile kimse benim etrafımda değildir. Ben onların etrafındaymışım gibi
hissederim. Yürür, giderim. Her yüze bakarım da bu bakışlarım karşılık almaz.
Çalıştığım işlerde ise, bir işe girerken, bir de kovulurken fark edilirdim.
Becerebileceğime inandığım hiçbir şey yoktur. Çocukluğumdan beri hep kendimi
dışladım her şeyden, herkesten… Aslında ben yapmasaydım onlar yapacaktı. Basit
bir savunmaydı benimki.
İşte her geçen
günü bir diğerinden ayırabilecek, herhangi bir özellik hiçbir zaman olmadı.
Hatta her geçen gün diğerini arar oldum. Ne kadar klişe olsa da bazı sözler, durumu
anlatabilmek için yeterli oluyor. Evet, ben yalnız ve başarısız bir adamım.
Ancak
yalnızlığımı şu sıralar ortadan kaldıran biriyle tanıştım geçen hafta. Bir
haftadır her gün buluşup sokak sokak dolaşıp bana iş arıyoruz. Görüştüğümüz
yerlerde bir tek onla konuşuyorlar. Bu biraz beni üzüyor. Ama o hep dikkat
çekici, başarılı ve kendine güvenen bir duruşa sahip ne de olsa. Tıpkı benim de
olmayı istediğim gibi… İş görüşmeleri yapmadığımız zamanlarda ise oturup
saatlerce konuşuyoruz. Benim söylediklerimin hep zıttı olan şeyler söyleyip
sürekli sözümü kesse de onu tanıdığım için çok memnunum. Bir haftadır her sabah
beni oturduğum dairenin apartman kapısında karşılıyor. Sarmaş dolaş yola
çıkıyoruz. Bir iki gün içinde mahallenin tüm sakinlerini tanımış. Herkese selam
veriyor. İlk seferden beri selam verip hal hatır soruyor. Önce herkesin
şaşkınlıkla karşıladığı bu yakınlık, ikinci günden sonra alışıldık bir rutine
dönüşmeye, dört yıldır oturduğum mahallede, insanlar beni değil onu
selamlamaya, onunla sohbet etmeye başlamıştı. Hiç kıskançlık duymadım. Zaten
fark edilmiyor oluşum ek olarak, bir de yanımdaki arkadaşımın ilgi odağı olma
konusunda bana tercih edilmesine hiç de yerinmiyordum. Mahallenin en güzel
kadını olan Sema’yla bu kısa sürede tanışmayı başarması ve hatta işleri yoluna
koyunca bir yemek sözü alması da ayrı bir şaşkınlık sebebiydi. Sokaktan
ayrılana kadar herkesle durup konuşan bu adam, bunu nasıl başardığını bana
saatlerce anlatırdı sonra. Onun bu başarısına hayranlıkla bakardım.
Bir haftadır her
gün benimle zaman geçirmesi ve her sabah ben çıkarken hiç de haberleşmememize
rağmen beni tam saatinde kapıda bekliyor olması onun ya işsiz ya da çok zengin
biri olduğunun göstergesiydi. Ancak zengin olduğuna dair başka bir ibare de
yoktu. Bütün harcamaları ben karşılardım. En son kovulduğum işten aldığım
tazminatla yaşamaktaydım ve bir an önce iş bulmazsam bir ay içinde beş parasız
kalacaktım. Buna rağmen bana hiç de fazla gelmiyordu bu dostun masrafı. Ayrıca
benimle bana iş bulmak için saatlerce yürürdü. Ve hiç de yorulmazdı. Şikâyet
etmezdi. Benim dinlenme taleplerime karşı çıkardı. “Daha çalacak çok kapımız
var.” derdi.
İşte bu sabah
yine buluşacaktık. Birkaç iş görüşmesi yapıp bir yerlerde oturacaktık. Tavla
oynayıp havadan sudan konuşacaktık. Ve bana yine hayat dersleri verecekti. Onu
can kulağıyla dinleyip söylediklerini hayatıma nasıl uygulayacağımı
düşünecektim. O, başka insanlarla tanışacak, masalarına oturacaktı. Bense bunu
nasıl başardığını anlamak için uzaktan onun izleyecektim. Beni tavla oynamak
için soktuğu kafeteryalarda tavlayı benimle değil yine bir başkasıyla
oynayacaktı her zamanki gibi. Buna biraz bozulacaktım. Ama hayranlığım hep
baskın çıkacaktı. Kimse de bir erkeğin başka bir erkekle bu kadar samimiyetini
ve bu erkeğe benim bu kadar hayranlıkla bakışımı fark etmeyecekti neyse ki.
Zaten bu hayranlık cinsiyet kavramından bağımsız bir hayranlıktı.
Apartmandan
çıktım. Yine tüm samimiyetiyle gülümseyerek karşıladı beni. Hiçbir şey
söylemeden sağ tarafıma geçip kolunu sol omzuma kadar doladı. Bu içtenlik ve
yakınlık içimi rahatlatıyordu. Yine herkesi selamladı. Çoğuyla durup sohbet
etti. Yine Sema’yla karşılaştık tabii ki. Ona yemek davetini hatırlattı. Gün
konusunda kararsızlıklarını dile getirdiler. Ve ben Sema’nın onun gözlerine benim
hayranlığımdan fazlasıyla baktığını fark ettim. Tekrar yola koyulduk. İki iş
görüşmesine gidecektik. Her ikisi için de dün bana zorla aldırmıştı
randevuları. “Ara da yarın gidelim” demişti. Arayıp randevu almıştım.
Bir otobüs
yolculuğundan sonra görüşmelerden birini gerçekleştirmek üzere bir iş yerinin
kapısından içeri girdik. Asansördeydik artık.
“Kravatını
düzelt. Ve rahat ol. Kendini kasma. Özgüvenini sakın yitirme. Konuşurken
insanların gözünün içine bak.”
Bana bu
öğütleri veriyordu, ama içerde yine hep kendisi konuşacaktı. Yine tüm ilgiyi
üzerine toplayacaktı. Sanki kendine iş bulmak için beni alet ediyordu. “Bakın,
böylesi de var.” diyebilmek için mi getiriyordu beni yanında? Bir dakika, bir
dakika… Öyle olsa randevuları bana aldırmazdı herhalde. Vesvese yapıyordum
yine. Dediği gibi rahat olmalıydım. Ve ona karşı bu saçma düşüncelerden
kurtulmalıydım.
Görüşme için
toplantı salonuna alındık. Sekreter kız beni fark etmemişti bile. Yine de
arkadaşımın hemen yanında içeri girdim. Çok geçmeden büyük ihtimalle firmanın
insan kaynakları uzmanı ya da sorumlusu olan genç bir kadın girdi içeri. Resmi
görünüyordu. Sadece arkadaşımla tokalaştı, beniyse başıyla belli belirsiz
selamlamakla yetindi.
Standart bir
iş görüşmesi oluyordu. Ama yine ben konuşamadım. Hep o konuştu. Kadını
etkiledi. İş için ne kadar uygun olduğunu hissettirdi. Ona içten içe kızmaya
devam ettim ben de. Kadının yüzünde, her sorusuna aldığı cevaptan sonra ufak
tebessümler oluşuyordu. Sesindeki resmiyet samimiyete dönüşmeye de başlamıştı.
Arada gülüyorlardı. Ben yokmuşum gibi… Oradan çıkmak istedim. Ama yapamadım.
Belli ki bana bir şey öğretmeye çalışıyordu. Ancak benim bu işe ya da bu
olmazsa başka işlere çok ihtiyacım vardı. Bana bir şey öğretmek için bunları
neden feda ediyordu? Hatta mahallemdeki insanlarla iyi geçinerek beni daha da
yalnızlaştırdığının farkında mıydı? Mahallenin en güzel kadınına taktığı
kancaya gelmedim bile.
Görüşme bitip
oradan ayrıldığımızda onun yüzüne bile bakmadım. Yüzüm beş karıştı. Diğer
görüşme için yola koyulduk. O ise tüm samimiyetiyle yine bana sarılıp “gör bak
her şey çok güzel olacak” dedi. İnanmak istiyordum. Yüzüne baktım. Bana o kadar
güven verdi ki ben de gülümsedim birdenbire.
O da gülümsedi
aynı anda.
Her şeye
rağmen ona güveniyordum. Ama yine de sormadan edemedim. “Bu kadar görüşmede
sadece sen konuşuyorsun. İnsanları etkiliyorsun. Nasıl olacak da beni işe
alacaklar?”
“Neden
almasınlar?” dedi ve gülümseyerek yüzüme baktı. Başka hiçbir şey söylemedi.
Yeniden otobüse binip yeni görüşmemize doğru gidiyorduk artık. Bir sorumu daha
soruyla karşılayıp, hiçbir cevap vermeden beni susturmayı başarmıştı her
zamanki gibi. Yine yol boyunca sustum.
Öteki iş
görüşmesi yine aynı seyirde devam etmişti. İşin aslı bu adamla tanışmadan
önceki görüşmelerim de hiç iç açıcı olmazdı. Yine fazla konuşamazdım. Hatta
terlerdim. Güven veremezdim. Sonuç olarak, “biz sizi ararız” denilerek
bitirilirdi görüşme. Ama şimdi arkadaşımın kontrolündeki bu görüşmeler “sizi
mutlaka arayacağız” denilerek bitiyordu. Arkadaşım için gurur mu duymalıyım,
işlerime göz diktiğini düşünüp ondan nefret mi etmeliyim, bilemiyordum.
Üzücü olduğu
kadar öğreticiydi tabii benim için. Demek ki insanlarla iyi geçinmek, onlarla
konuşurken gözlerinin içine bakmak ve tabii ki iyi konuşmak önemliydi. Ama ben
bütün bu rahatlığı bir tek onunla konuşurken yaşıyordum. Ne garip… Ona
kızamıyordum bile.
Bütün gün yine
insan ilişkilerini izledim. Sonra uzun uzun sohbet ettik. Yine benimle tavla
oynamaktansa başkalarıyla oynamayı tercih etti. Başkalarının masasına oturdu.
Beni yine çağırmadı. Kimseyle tanıştırmadı. Hatta garson masada içmekte olduğum
çayı alıp götürdü. Ve bardağı taşıran son damla… Bir çift gelip benim oturduğum
masaya oturmaya kalktı. Engel olamadım. Bir şey söyleyemedim. Kalkıp arkadaşımın
yeni tanıştığı arkadaşıyla oturduğu masaya geçmek zorunda kaldım. Oysa terk
etmeliydim orayı. Gidip bir yerlerden atlamalıydım. Öldürmeliydim kendimi. Bunu
düşünürken onunla tanıştığım günü hatırladım. Bir hafta önceydi…
Artık ölmeyi
istediğim bir günün gecesiydi. Çok klişe bir yöntemle, ayağıma bağladığım bir
beton ağırlıkla denize atlayıp yitip gitmeyi planlıyordum. O sırada bir ses
duydum. “Bu çözüm mü?” Dönüp sesin geldiği yere baktım. Biri bana yaklaşıyordu.
İşte bu yaklaşan adam oydu. Beni hiçbir şey söylemeden kıyıdan geriye doğru
çekti. Ayaklarıma bağladığım betonu çözdü ve suya attı. “Sesi dinle” dedi. Ve
devam etti. “İşte eğer atlasaydın hayatında çıkaracağın en son ses bu
karanlığın sesi olacaktı. Bence hayata bir fırsat daha ver.” Yüzüme gülümsedi.
Karşılık verdim. Ve bana eve kadar eşlik etti. İşte o geceden beri her sabah
kapımda beklerken gördüğüm bu adama hayatımı borçluyum. Ne çıkarı olabilirdi
beni kurtarırken? Hiç… Bana ara sıra ise hep şu sözleri tekrarladı
buluşmalarımızda. “Yaşamalısın. İşte önemli olan bu...”
Kim için
önemliydi bu? Yaşamam kime faydaydı? Bilmiyorum. Belki de yaşamak için çok
fazla sebep yok. Olanları da ben varmış sayıyorum. Ama yine de tutunabilecek
sebep bulacak kadar yaratıcıyım. Her tükenen bir sebebin yerine, yenisini
koymak yorucu olsa da… Bir gün mutlaka bir yerde kullanacağıma inanmaya
başladığım sözler var. Belki bir kadına söyleyip hayatıma yeni bir yön vermemi
sağlayacak sözler… Ancak şu an baktığımda hiçbirinin bir anlamı olmadığını
düşünüyorum. Ben bunları düşünürken bana yoldaşlık eden arkadaşım yeni
arkadaşıyla tokalaşarak ayrıldı. Bir daha buluşmak için sözler verdiler
birbirlerine. Ve oradan ayrıldık.
Sanki beynimi
okumuş gibi söze girdi. “ Hayat gariptir. Ne zaman neyle karşılaşacağını
önceden kestiremezsin. Belki içeride tavla oynadığım adamla ileride çok iyi
arkadaş olacaksın. Bu bile yaşamaya devam etmek için yeterli bir sebep.”
“Ne yani,
senin yanındaki asosyal bir adamı mı tercih edecekler?” diye sordum. Bir cevap
beklemiyordum. Yeni bir soruyla geçiştireceğini düşünürken, soru cümlesi
içermeyen bir karşılık verdi.
“Hiçbir şeyin
farkında değilsin. Görüldüğü gibi değil hiçbir şey…”
Bu kadar
konuştu. Ve konuyu kapattığını belirtircesine eliyle “boş ver” anlamına gelecek
bir işaret yapmakla yetindi.
Söylediği bu
son söz ile ilgili düşünmeye başladım. Neyin farkında olmalıydım? Görünen o
kadar açıkken olanların altında daha ne olabilirdi? İnsanlarla olan
iletişiminde beni yok saymasını geçtim. İş görüşmelerindeki düşüncesizce
kendini öne atışı ne peki? Ne göründüğü gibi değildi. Haykırmak istedim.
Elimden haykırmaktan daha fazlasını yapmak gelmeyecek, diye düşündüm. Ama
sakinleşmeliydim. Sanki bugün olan biteni anlamamı sağlayacak bir şey
yapacaktı. Onun kim olduğunu öğrenecektim. Beni ölümden neden kurtardığını ve
neden her gün yanımda olduğunu anlayacaktım. Ona neden bu kadar hayran
olduğumu, bana gülümseyişinin içimi neden bu kadar ısıttığını öğrenecektim.
Belki de bugün diğer günlerden hiç de farklı olmayacak, sittin sene hiçbir
soruma cevap bulamayacaktım.
Yürürken
aniden durdu. Ben de onunla aynı anda durdum. Ve beni durmaksızın akan insan
trafiğinin ortasından çekip caddenin kenarına doğru çekti. Kolumdan çok sert
tutuyordu. Yolun kenarına geçince bırakıp konuşmaya başladı.
“Aklından
nelerin geçtiğini biliyorum. Beni hem sevmiyor, hem de çok seviyorsun. Hem
yapamadıklarını yapmamdan dolayı bana kızıyor, hem de bunlardan dolayı
hayranlık duyuyorsun. Sana anlatacağım. Ama her şeyi değil… İşin aslını sen
anlayacaksın çünkü. O zaman ikimizden birini seçeceksin. Evet… Şaşırma;
seçeceksin! Ya sümsük, bunalımda bir adam olacaksın; ya da benim gibi, hayatın
güzel olduğuna inanan biri olarak keyifli ve zorlukların karşısında dimdik
durabilen biri olacaksın. Ya sen yaşayacaksın, ya ben…”
Konuşması devam
ederken araya bir türlü giremeyerek hipnotize olmuşçasına olduğum yerde
çakılmıştım. “Kimsin?” diyebildim.
Cevap olarak
“Peki ya sen kimsin?” diye yine bir soruyla karşılaştım. Kafam karışmıştı.
Beynim patlayacak gibiydi. Ne demekti bu? İkimizden birinin yaşamaya devam
edeceğini söylüyordu özetle. Neden? Kimseyle alıp vermediğim yoktu. Biri beni
öldürmek için onu mu tutmuş olabilir miydi buna rağmen? Öyleyse neden
intiharıma mani olmuştu?
Sorular kafamı
kemirirken iki elini boğazıma doğru uzattı. Engelleyemedim. Karşı koyamadım.
Şah damarımda hafifçe parmaklarını hissettim. Gözlerim kararıyor, başım
dönüyordu. Olduğum yere yığılırken duyduğum tek şey, “adam yere düştü, ambulans
yok mu?” diye bağıran bir kadının sesiydi.
Yerde öylece
uzanmıştım. Gözlerimi açtığımda etrafımda bana bakan endişeli gözler gördüm.
İçlerinden biri bugün iş görüşmesi yaptığımız insan kaynakları uzmanı kadındı.
Muhtemelen işten çıkar çıkmaz buralara kafa dağıtmaya gelmişti. “İyi misiniz?”
diye sordu. Evet, iyiydim. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum. Fakat… O
neredeydi? Etrafıma bakındım. Yoktu. Gitmişti. Ambulansın gelmesine gerek
olmadığını söyledim etraftakilere. Kadın, “ bir hastalığınız mı vardı?” diye
sordu.
“Hayır” dedim.
“Sanırım yorgunluk ve açlık sebep oldu. Daha bir şey yiyecek vaktim olmadı”
diye ekledim.
“Belki bunu
duymak size iyi gelir. Önümüzdeki hafta başı işe başlamanız uygun görüldü.
Yarın sizi bununla ilgili arayacaktım zaten.”dedi kadın. İçimde bir sevinç
dalgası ve şaşkınlık oluştu. Teşekkür edip, sevinçli bir şekilde kadınla
tokalaşarak oradan uzaklaştım. Nasıl olurdu bu? Telefonuma baktım. Birkaç
cevapsız arama gördüm. İsim olarak Sema yazıyordu. Ve kısa mesaj da
göndermişti. Mesajda “şu yemeği bu akşam yesek mi?” yazıyordu. Şaşkınlığım ve
sevincim giderek artmış, artık sevinç çığlıkları atacak aşamaya gelmiştim.
Sema’yı aramak için arama tuşuna bastım. Telefon çalarken içimden bir ses
benimle konuşmaya başladı. “Sen artık, sensin. Ve artık her şeyin farkındasın.”
O sesi bir
daha duymadım.