Spor Haberleri

Köşe Yazıları

13 Ocak 2015 Salı

Uzun Adamın Siyah Adamdan Öğrenecekleri

Yacouba Sawadogo, bilim insanlarını ve çevrecileri şaşırtan Afrikalı bir çiftçi… İhtiyar çiftçi, Burkino Faso'nun kuzeyindeki tarım arazilerinde uzun süredir devam eden çölleşmeyi durdurabilen kişi olarak biliniyor. 80’li yıllarda ortaya çıkıp yaşadığı bölgedeki çölleşmeye karşı geleneksel tarım yöntemleriyle mücadele ederek, yaşadığı bölgeye yeniden hayat verdi.

Yöntemi ise oldukça basit… Eski Afrika tarım pratiği olan "Zai" tekniğine göre, önce sertleşmiş zemine büyük bir çukur açılıyor, sonra içine bitki artıkları ve gübreden oluşan bir karışım yerleştiriyordu. İçine ise bölge şartlarına uygun, dayanıklı ağaç türlerinin tohumlarını koyuyordu. Yağmurlu mevsimlerde suyu emen ve muhafaza eden delikler, kurak dönemlerde bitki için gereken nem ve besini sağlıyordu.

İlk başlarda alay konusu olan yaşlı çiftçi, buna rağmen yılmamış. Ne demişlerdir, tahmin edin. “Modern yöntemler çözememiş, senin tedavülden kalkmış yöntemlerin mi çözecek?” Bu ayrıca doğa söz konusu olunca yüksek teknolojinin yeterli olmadığını gösteriyor. Geleneksel bir pratiğin sabır gerektirdiğini, toprağın da ancak kendisini anlayan, sabırlı bir üreticiye ihtiyacı olduğunu öğretiyor. Bu da kapitalizmin modern tarım üretimi tekniklerinin çöküşü demek… Modern üretim tekniklerinin toprağı hırpalayan bir yönü olduğunu biliyoruz. Geleneksel bir üretim biçiminin çölleşme gibi ciddi bir soruna çözüm olabileceğini gördüğümüzde modern çağın baştan aşağı kangren sebebi olduğunu söyleyebiliriz.

Siyah adamın yeşile olan bu aşkı, sorunun çözümü için sonsuz sabrı, belki de tüm insanlığın kurtuluş umudu… Böyle özverili insanlar sayesinde bu dünyada yaşamın devam edebildiğine inanıyorum. Hem de yeşili sırf kendi egoları uğruna yok eden, sağa sola inşaatlar yapmayı gelişmişlik sanan ve doğayı yok eden beton kütlelerini eser diye sunan uzun adamlara rağmen bu siyah adam bir umut…

Bizdekilere gelelim. Bir kentin oksijen kaynağı koca bir ormanı yok etmeyi göze alacak kadar, onların yerine köprüler, yollar, binalar inşa edecek kadar ‘modern’ yöneticilerimiz var. Kestikleri ağaçların yerine yeni ağaç diktiklerini söyleyerek ‘sözde’ doğaya hizmet ettiklerini iddia ediyorlar. Ekolojik denge diye bir gerçeklik var. Siz bir ormanı yok ettiğinizde oradaki arıları, kuşları, tüm diğer yaşam alanlarını yok ediyorsunuz. Başka bir yere diktiğiniz fidanlara gelip yerleşmiyorlar o canlılar. Kentsel dönüşümle yok ettiğiniz tarihi evlerin sakinlerini Halkalı’ya ya da başka bir yere yerleştirmeye benzemiyor bu.

Yıllarca tarımda kendi kendine yeten tek dünya ülkesi olmakla övünmüş bir ülke eğer bugün tahılı, patatesi, meyveyi yurtdışından alıyorsa bizim uzun adamların siyah adamdan öğreneceği çok şey var.

Doğal Kaynaklar Uzmanı Chris Reji Yacouba’nın tekniklerini geçtiğimiz yıl yaptığı bir açıklamada şöyle yorumladı. “Bölgede, binlerce hektarlık alan tamamen verimsiz halde... Ama Yacouba'nın teknikleri uygulanırsa, bu topraklar yeniden canlanabilecek”

Toprakları kurtaracak siyah adamın bu teknikleri karşısında uzun adamların yok ediş teknikleri de devam edecek gibi. Bizimkiler bu betonlaşmaya devam ederlerse çölleşmeye başlayacağız. Bu iktidar anlam verilemeyen ikna kabiliyetiyle toplumu aslında çölleşmediğimize inandıracak. O yüzden bizim kahraman çiftçilerimiz şimdiden potansiyel suçlu sayılacak. Bizde çölleşme sadece coğrafi değil yani… Algılarımızdaki kuraklık daha fazla yok edici özelliğe sahip…


8 Ocak 2015 Perşembe

Dubsmash Çılgınlığındayım

Sosyal medya moda oluşturmak konusunda çok başarılı bir alan... Örnekse son zamanlarda "Dubsmash" isimli bir uygulamayla insanlar sadece akıllı telefonlarını kullanarak kısa sürede eğlenceli bir dublaj aktivitesine girişti. İnternet fenomeni olmuş diyaloglar, Yeşilçam'a mal olmuş replikler, televizyon programlarında yer alıp çokça tartışılmış polemikler bu uygulamanın içeriğini oluşturuyor. En fazla 15 saniyelik konuşmalara dublaj yapıp görüntünüzle servis ediyorsunuz.

E Doğan eksik kalır mı? Kalmaz elbet... Buyursunlar efendim. Aşağıda benim ettiklerime ilişkin videolar mevcut.








7 Ocak 2015 Çarşamba

Charlie Hebdo Katliamı ve Hastalıklı Hassasiyetler

İnsanlar inançlarında özgürdür. Dilediği dine istediği biçimde inanır. Bunu yaparken kimseye bir zarar vermediği sürece her şey olması gerektiği gibi özgürlük çerçevesi içindedir.

İnsanlar her düşünceyi, inancı, kişiyi dilediği kanaldan eleştirebilir. Hatta kimi zaman biraz sert ifadeler de kullanabilir. Birileri bu sertlikten rahatsızsa bunu başka bir fikirle ifade etmelidir. Böylece fikirler gelişir. Sorun ancak bu şekilde çözülür.

Günümüz Müslümanların ısrarla vazgeçmediği bir sorunlu algıyla hala baş başa haldeyiz. Son yaşanan olayda olduğu gibi birileri bu algı yüzünden ölüveriyor. Katlediliyor.

Fransa’da Hz. Muhammed’e hakaret içeren karikatür yayınladığı iddiasıyla uzunca bir süredir tehdit altında olan mizah dergisi Charlie Hebdo’ya radikal İslamcılar tarafından terör saldırısı düzenlendi. Bu saldırıda 10 dergi çalışanı ve 2 polis yaşamını yitirdi.

Şimdi… Dünya’da hızla büyüyen bir İslamofobi dalgası var. Bunun sorumlusu da maalesef ki Müslümanların ta kendisi… Görüldüğü gibi…

İnandıkları dinin emrettiği her şeye bu kadar hassaslar mı yani? Örneğin cinayetlere, hırsızlığa, yalana karşı gösterdikleri bir tepki var mı? Bir mizah dergisinde çizilen Hz. Muhammed karikatürüne mi tepki gösteriyor sadece?

Üstüne üstlük ülkemizde de ağız sulandırıcı oldu bu saldırı kimileri için… Leman, Penguen gibi dergilerin dini içerikli karikatürleri örnek gösterilerek ‘temenniler’ paylaşılıyor. Muhafazakâr gazetelerde de durum farklı değil… Türkiye gazetesi haberi verirken “Peygamber Efendimiz’e hakaret eden Charlie Hebdo…” vurgusu yapılıyor. Alt metinde “bu olayın sebebi bu… O yüzden iyi olmuş” algısını duyabiliyoruz. Türkiye gazetesi ki muhafazakâr basının belki de en ılımlılarından… Ben Akit gazetesinin manşetini ya da haberini merakla bekliyorum asıl.

Öyle bir algı ki bırakınız dinin kutsal değerlerini eleştirmeyi, dini bir cemaatin liderini, bir din adamını dahi eleştiremiyorsun. Hatta ve hatta İslami değerleri ön planda tutan bir siyasi partiyi hele ki iktidardaysa eleştiremiyorsunuz. Böylesi bir algı ‘dindar’ ülke liderinin dinin önemli kişisi olarak belirliyor, onu eleştirmeyi günah ilan ediyor.

Bu algı Avrupa’nın göbeğinde böylesi bir saldırıya neden oluyorsa bu algının ana vatanı coğrafyamızda da tehlike var. Çünkü bu dindar reaksiyon geçmişten bu yana linç ve cinayet eğilimiyle yoğrulmuş. Ve bu güruh Türkiye’dekileri de hedef gösteriyor. Hatta gözdağı veriyor yüksek sesle. “Akıllı olun” diyor.

Bunu özellikle iktidara yakın dindar kesimde görüyor olmamız ayrıca incelenmesi, üzerine düşünülmesi gereken bir konu. Bunu da ara not olarak belirtmek gerek…


Şimdi Charlie Hebdo’ya sahip çıktığımız, o saldırıyı kınadığımız için tıpkı sosyal medyada gün boyunca gördüğümüz tepkilerde olduğu gibi bizleri İslam düşmanı, Allahsız ilan edeceklerdir. Önceden söyleyelim. Neyle karşı karşıya geleceğimizi çok iyi biliyoruz. Bizim gelecek her hakarete, tehdide karşı yapacağımız belli şeyler var elbet Onlar da yazmak, çizmek, söylemekten ibaret… Hepsi bu…

5 Ocak 2015 Pazartesi

Namazın Tuğçe Kazaz'a Etkileri Hakkında

Tuğçe Kazaz bildiğiniz gibi pek çok benzerleri gibi gemisini nasıl yürüteceğini iyi bulmuş olsa gerek ki AKP’ye doğru meyletti. Daha önce de Hıristiyan olmuştu hatırlarsanız… Yeniden Müslüman olurken de o günlerde AKP’nin olmamasını bir eksiklik olarak değerlendirmiş, o zamanlar Müslümanlığın ona ‘kötü’ tanıtıldığını söylemeye çalışmıştı. AKP’nin İslam’a nasıl bir katkısı olduğunu düşünüyor hiç bilmiyoruz. Eğer AKP'lilerin Yüce Divan’daki performanslarını düşünürsek bunun İslam’a pek bir faydası olacağını sanmadığım gibi, birinin İslam’ı seçmesini sağlamasının mümkün olduğunu sanmıyorum. Elbette niyeti iyiyse…

Birinin namaz kılmayı övmesinde hiçbir sorun yok. Elbette ki övebilir. İnsanları teşvik etmek isteyebilir. Ancak Kazaz’ın öncelikle bunun bir ortopedik katkısını dile getirmesine değinelim. Vücudundaki ağrıları namazla iyileştirdiğini söylüyor Kazaz. Hadi öyle diyelim. Bunu çok eşelemek istemiyorum.

Benim asıl konum, havuz medyasında yatıp kalktığını düşündüğüm Tuğçe Kazaz’ın son bombaları…
Kazaz katıldığı bir programda “Türkiye’de sol diye bir şey kalmadı” diyen Kazaz, Türkiye’yi karıştıran gücün İngiltere ve onun güdümündeki ülkeler olduğunu da belirtti.

Gezi olaylarıyla ilgili de bize aslında tipik bir AKP’li söylemi sunuyordu. “Gezi Parkı'nda Erdoğan'ı indireceğiz' demedi mi diğer taraf? Bunlar söylenmedi mi? Bunun sonunda ufak bir ağaç kesme eylemi gibi başlayan bir eylem neden bu kadar büyüdü? Neden ufak bir çocuğun cenazesine o kadar insan sokağa dökülerek, tetiklenerek sokağa döküldü? Orada yapamadıklarını 17 - 25 Aralık'ta yapmaya çalışmadılar mı?”

Evet… Gördüğünüz gibi tipik bir “anlamıyor gibi yapma” çalışması… Hatta o ufak çocuğun cenazesi hakkında konuşurken bile sormuyor ki bu çocuğu kim öldürdü?

Sanki Kazaz’ın bu kadar çok popüler olması bizim gibi bıdı bıdı severleri oyalamak yapılmış bir plan… Düşünmüşler ki bu komediyle uğraşılsın, biz de o arada kendimizi kurtaralım.

Diğer türlü bir durumda ise Kazaz’ı fikir üreten bir insan olarak benimseyeceklerse seviyeyle ilgili üzücü sonuçlara varıyorum.

Öte yandan Kazaz diğer AKP’lilere göre biraz daha şanslı… Çünkü diğerleri vaktinde Gülen severken, şimdi onunla savaşan haline gelmiş. O hiç değilse şu aşamada en azından tutarlı bir noktada duruyor.

Namaz sadece bel ve boyun ağrılarına yaramamış(!) kendisine analitik düşünme kabiliyeti de inivermiş vahiy gibi demek ki… Tövbe! Kurban olduğum sen nelere kadirsin!

Neyse artık. Bence bu bahsi kapatalım.



Yalnız Adam



Sessizce başlıyor yine her günkü gibi hayat. Belki de sadece benim için sessiz… Her geçen gün, daha da yalnızlaştığımı hissediyorum. Hep yalnızdım pratikte aslında. Yani etrafımda hiçbir zaman insan olmadı. Hatta kalabalık sokaklarda yürürken bile kimse benim etrafımda değildir. Ben onların etrafındaymışım gibi hissederim. Yürür, giderim. Her yüze bakarım da bu bakışlarım karşılık almaz. Çalıştığım işlerde ise, bir işe girerken, bir de kovulurken fark edilirdim. Becerebileceğime inandığım hiçbir şey yoktur. Çocukluğumdan beri hep kendimi dışladım her şeyden, herkesten… Aslında ben yapmasaydım onlar yapacaktı. Basit bir savunmaydı benimki.

İşte her geçen günü bir diğerinden ayırabilecek, herhangi bir özellik hiçbir zaman olmadı. Hatta her geçen gün diğerini arar oldum. Ne kadar klişe olsa da bazı sözler, durumu anlatabilmek için yeterli oluyor. Evet, ben yalnız ve başarısız bir adamım.

Ancak yalnızlığımı şu sıralar ortadan kaldıran biriyle tanıştım geçen hafta. Bir haftadır her gün buluşup sokak sokak dolaşıp bana iş arıyoruz. Görüştüğümüz yerlerde bir tek onla konuşuyorlar. Bu biraz beni üzüyor. Ama o hep dikkat çekici, başarılı ve kendine güvenen bir duruşa sahip ne de olsa. Tıpkı benim de olmayı istediğim gibi… İş görüşmeleri yapmadığımız zamanlarda ise oturup saatlerce konuşuyoruz. Benim söylediklerimin hep zıttı olan şeyler söyleyip sürekli sözümü kesse de onu tanıdığım için çok memnunum. Bir haftadır her sabah beni oturduğum dairenin apartman kapısında karşılıyor. Sarmaş dolaş yola çıkıyoruz. Bir iki gün içinde mahallenin tüm sakinlerini tanımış. Herkese selam veriyor. İlk seferden beri selam verip hal hatır soruyor. Önce herkesin şaşkınlıkla karşıladığı bu yakınlık, ikinci günden sonra alışıldık bir rutine dönüşmeye, dört yıldır oturduğum mahallede, insanlar beni değil onu selamlamaya, onunla sohbet etmeye başlamıştı. Hiç kıskançlık duymadım. Zaten fark edilmiyor oluşum ek olarak, bir de yanımdaki arkadaşımın ilgi odağı olma konusunda bana tercih edilmesine hiç de yerinmiyordum. Mahallenin en güzel kadını olan Sema’yla bu kısa sürede tanışmayı başarması ve hatta işleri yoluna koyunca bir yemek sözü alması da ayrı bir şaşkınlık sebebiydi. Sokaktan ayrılana kadar herkesle durup konuşan bu adam, bunu nasıl başardığını bana saatlerce anlatırdı sonra. Onun bu başarısına hayranlıkla bakardım.

Bir haftadır her gün benimle zaman geçirmesi ve her sabah ben çıkarken hiç de haberleşmememize rağmen beni tam saatinde kapıda bekliyor olması onun ya işsiz ya da çok zengin biri olduğunun göstergesiydi. Ancak zengin olduğuna dair başka bir ibare de yoktu. Bütün harcamaları ben karşılardım. En son kovulduğum işten aldığım tazminatla yaşamaktaydım ve bir an önce iş bulmazsam bir ay içinde beş parasız kalacaktım. Buna rağmen bana hiç de fazla gelmiyordu bu dostun masrafı. Ayrıca benimle bana iş bulmak için saatlerce yürürdü. Ve hiç de yorulmazdı. Şikâyet etmezdi. Benim dinlenme taleplerime karşı çıkardı. “Daha çalacak çok kapımız var.” derdi.

İşte bu sabah yine buluşacaktık. Birkaç iş görüşmesi yapıp bir yerlerde oturacaktık. Tavla oynayıp havadan sudan konuşacaktık. Ve bana yine hayat dersleri verecekti. Onu can kulağıyla dinleyip söylediklerini hayatıma nasıl uygulayacağımı düşünecektim. O, başka insanlarla tanışacak, masalarına oturacaktı. Bense bunu nasıl başardığını anlamak için uzaktan onun izleyecektim. Beni tavla oynamak için soktuğu kafeteryalarda tavlayı benimle değil yine bir başkasıyla oynayacaktı her zamanki gibi. Buna biraz bozulacaktım. Ama hayranlığım hep baskın çıkacaktı. Kimse de bir erkeğin başka bir erkekle bu kadar samimiyetini ve bu erkeğe benim bu kadar hayranlıkla bakışımı fark etmeyecekti neyse ki. Zaten bu hayranlık cinsiyet kavramından bağımsız bir hayranlıktı.

Apartmandan çıktım. Yine tüm samimiyetiyle gülümseyerek karşıladı beni. Hiçbir şey söylemeden sağ tarafıma geçip kolunu sol omzuma kadar doladı. Bu içtenlik ve yakınlık içimi rahatlatıyordu. Yine herkesi selamladı. Çoğuyla durup sohbet etti. Yine Sema’yla karşılaştık tabii ki. Ona yemek davetini hatırlattı. Gün konusunda kararsızlıklarını dile getirdiler. Ve ben Sema’nın onun gözlerine benim hayranlığımdan fazlasıyla baktığını fark ettim. Tekrar yola koyulduk. İki iş görüşmesine gidecektik. Her ikisi için de dün bana zorla aldırmıştı randevuları. “Ara da yarın gidelim” demişti. Arayıp randevu almıştım.

Bir otobüs yolculuğundan sonra görüşmelerden birini gerçekleştirmek üzere bir iş yerinin kapısından içeri girdik. Asansördeydik artık.

“Kravatını düzelt. Ve rahat ol. Kendini kasma. Özgüvenini sakın yitirme. Konuşurken insanların gözünün içine bak.”

Bana bu öğütleri veriyordu, ama içerde yine hep kendisi konuşacaktı. Yine tüm ilgiyi üzerine toplayacaktı. Sanki kendine iş bulmak için beni alet ediyordu. “Bakın, böylesi de var.” diyebilmek için mi getiriyordu beni yanında? Bir dakika, bir dakika… Öyle olsa randevuları bana aldırmazdı herhalde. Vesvese yapıyordum yine. Dediği gibi rahat olmalıydım. Ve ona karşı bu saçma düşüncelerden kurtulmalıydım.

Görüşme için toplantı salonuna alındık. Sekreter kız beni fark etmemişti bile. Yine de arkadaşımın hemen yanında içeri girdim. Çok geçmeden büyük ihtimalle firmanın insan kaynakları uzmanı ya da sorumlusu olan genç bir kadın girdi içeri. Resmi görünüyordu. Sadece arkadaşımla tokalaştı, beniyse başıyla belli belirsiz selamlamakla yetindi.

Standart bir iş görüşmesi oluyordu. Ama yine ben konuşamadım. Hep o konuştu. Kadını etkiledi. İş için ne kadar uygun olduğunu hissettirdi. Ona içten içe kızmaya devam ettim ben de. Kadının yüzünde, her sorusuna aldığı cevaptan sonra ufak tebessümler oluşuyordu. Sesindeki resmiyet samimiyete dönüşmeye de başlamıştı. Arada gülüyorlardı. Ben yokmuşum gibi… Oradan çıkmak istedim. Ama yapamadım. Belli ki bana bir şey öğretmeye çalışıyordu. Ancak benim bu işe ya da bu olmazsa başka işlere çok ihtiyacım vardı. Bana bir şey öğretmek için bunları neden feda ediyordu? Hatta mahallemdeki insanlarla iyi geçinerek beni daha da yalnızlaştırdığının farkında mıydı? Mahallenin en güzel kadınına taktığı kancaya gelmedim bile.

Görüşme bitip oradan ayrıldığımızda onun yüzüne bile bakmadım. Yüzüm beş karıştı. Diğer görüşme için yola koyulduk. O ise tüm samimiyetiyle yine bana sarılıp “gör bak her şey çok güzel olacak” dedi. İnanmak istiyordum. Yüzüne baktım. Bana o kadar güven verdi ki ben de gülümsedim birdenbire.

O da gülümsedi aynı anda.

Her şeye rağmen ona güveniyordum. Ama yine de sormadan edemedim. “Bu kadar görüşmede sadece sen konuşuyorsun. İnsanları etkiliyorsun. Nasıl olacak da beni işe alacaklar?”

“Neden almasınlar?” dedi ve gülümseyerek yüzüme baktı. Başka hiçbir şey söylemedi. Yeniden otobüse binip yeni görüşmemize doğru gidiyorduk artık. Bir sorumu daha soruyla karşılayıp, hiçbir cevap vermeden beni susturmayı başarmıştı her zamanki gibi. Yine yol boyunca sustum.

Öteki iş görüşmesi yine aynı seyirde devam etmişti. İşin aslı bu adamla tanışmadan önceki görüşmelerim de hiç iç açıcı olmazdı. Yine fazla konuşamazdım. Hatta terlerdim. Güven veremezdim. Sonuç olarak, “biz sizi ararız” denilerek bitirilirdi görüşme. Ama şimdi arkadaşımın kontrolündeki bu görüşmeler “sizi mutlaka arayacağız” denilerek bitiyordu. Arkadaşım için gurur mu duymalıyım, işlerime göz diktiğini düşünüp ondan nefret mi etmeliyim, bilemiyordum.

Üzücü olduğu kadar öğreticiydi tabii benim için. Demek ki insanlarla iyi geçinmek, onlarla konuşurken gözlerinin içine bakmak ve tabii ki iyi konuşmak önemliydi. Ama ben bütün bu rahatlığı bir tek onunla konuşurken yaşıyordum. Ne garip… Ona kızamıyordum bile.

Bütün gün yine insan ilişkilerini izledim. Sonra uzun uzun sohbet ettik. Yine benimle tavla oynamaktansa başkalarıyla oynamayı tercih etti. Başkalarının masasına oturdu. Beni yine çağırmadı. Kimseyle tanıştırmadı. Hatta garson masada içmekte olduğum çayı alıp götürdü. Ve bardağı taşıran son damla… Bir çift gelip benim oturduğum masaya oturmaya kalktı. Engel olamadım. Bir şey söyleyemedim. Kalkıp arkadaşımın yeni tanıştığı arkadaşıyla oturduğu masaya geçmek zorunda kaldım. Oysa terk etmeliydim orayı. Gidip bir yerlerden atlamalıydım. Öldürmeliydim kendimi. Bunu düşünürken onunla tanıştığım günü hatırladım. Bir hafta önceydi…

Artık ölmeyi istediğim bir günün gecesiydi. Çok klişe bir yöntemle, ayağıma bağladığım bir beton ağırlıkla denize atlayıp yitip gitmeyi planlıyordum. O sırada bir ses duydum. “Bu çözüm mü?” Dönüp sesin geldiği yere baktım. Biri bana yaklaşıyordu. İşte bu yaklaşan adam oydu. Beni hiçbir şey söylemeden kıyıdan geriye doğru çekti. Ayaklarıma bağladığım betonu çözdü ve suya attı. “Sesi dinle” dedi. Ve devam etti. “İşte eğer atlasaydın hayatında çıkaracağın en son ses bu karanlığın sesi olacaktı. Bence hayata bir fırsat daha ver.” Yüzüme gülümsedi. Karşılık verdim. Ve bana eve kadar eşlik etti. İşte o geceden beri her sabah kapımda beklerken gördüğüm bu adama hayatımı borçluyum. Ne çıkarı olabilirdi beni kurtarırken? Hiç… Bana ara sıra ise hep şu sözleri tekrarladı buluşmalarımızda. “Yaşamalısın. İşte önemli olan bu...”

Kim için önemliydi bu? Yaşamam kime faydaydı? Bilmiyorum. Belki de yaşamak için çok fazla sebep yok. Olanları da ben varmış sayıyorum. Ama yine de tutunabilecek sebep bulacak kadar yaratıcıyım. Her tükenen bir sebebin yerine, yenisini koymak yorucu olsa da… Bir gün mutlaka bir yerde kullanacağıma inanmaya başladığım sözler var. Belki bir kadına söyleyip hayatıma yeni bir yön vermemi sağlayacak sözler… Ancak şu an baktığımda hiçbirinin bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Ben bunları düşünürken bana yoldaşlık eden arkadaşım yeni arkadaşıyla tokalaşarak ayrıldı. Bir daha buluşmak için sözler verdiler birbirlerine. Ve oradan ayrıldık.

Sanki beynimi okumuş gibi söze girdi. “ Hayat gariptir. Ne zaman neyle karşılaşacağını önceden kestiremezsin. Belki içeride tavla oynadığım adamla ileride çok iyi arkadaş olacaksın. Bu bile yaşamaya devam etmek için yeterli bir sebep.”

“Ne yani, senin yanındaki asosyal bir adamı mı tercih edecekler?” diye sordum. Bir cevap beklemiyordum. Yeni bir soruyla geçiştireceğini düşünürken, soru cümlesi içermeyen bir karşılık verdi.

“Hiçbir şeyin farkında değilsin. Görüldüğü gibi değil hiçbir şey…”

Bu kadar konuştu. Ve konuyu kapattığını belirtircesine eliyle “boş ver” anlamına gelecek bir işaret yapmakla yetindi.

Söylediği bu son söz ile ilgili düşünmeye başladım. Neyin farkında olmalıydım? Görünen o kadar açıkken olanların altında daha ne olabilirdi? İnsanlarla olan iletişiminde beni yok saymasını geçtim. İş görüşmelerindeki düşüncesizce kendini öne atışı ne peki? Ne göründüğü gibi değildi. Haykırmak istedim. Elimden haykırmaktan daha fazlasını yapmak gelmeyecek, diye düşündüm. Ama sakinleşmeliydim. Sanki bugün olan biteni anlamamı sağlayacak bir şey yapacaktı. Onun kim olduğunu öğrenecektim. Beni ölümden neden kurtardığını ve neden her gün yanımda olduğunu anlayacaktım. Ona neden bu kadar hayran olduğumu, bana gülümseyişinin içimi neden bu kadar ısıttığını öğrenecektim. Belki de bugün diğer günlerden hiç de farklı olmayacak, sittin sene hiçbir soruma cevap bulamayacaktım.

Yürürken aniden durdu. Ben de onunla aynı anda durdum. Ve beni durmaksızın akan insan trafiğinin ortasından çekip caddenin kenarına doğru çekti. Kolumdan çok sert tutuyordu. Yolun kenarına geçince bırakıp konuşmaya başladı.

“Aklından nelerin geçtiğini biliyorum. Beni hem sevmiyor, hem de çok seviyorsun. Hem yapamadıklarını yapmamdan dolayı bana kızıyor, hem de bunlardan dolayı hayranlık duyuyorsun. Sana anlatacağım. Ama her şeyi değil… İşin aslını sen anlayacaksın çünkü. O zaman ikimizden birini seçeceksin. Evet… Şaşırma; seçeceksin! Ya sümsük, bunalımda bir adam olacaksın; ya da benim gibi, hayatın güzel olduğuna inanan biri olarak keyifli ve zorlukların karşısında dimdik durabilen biri olacaksın. Ya sen yaşayacaksın, ya ben…”

Konuşması devam ederken araya bir türlü giremeyerek hipnotize olmuşçasına olduğum yerde çakılmıştım. “Kimsin?” diyebildim.

Cevap olarak “Peki ya sen kimsin?” diye yine bir soruyla karşılaştım. Kafam karışmıştı. Beynim patlayacak gibiydi. Ne demekti bu? İkimizden birinin yaşamaya devam edeceğini söylüyordu özetle. Neden? Kimseyle alıp vermediğim yoktu. Biri beni öldürmek için onu mu tutmuş olabilir miydi buna rağmen? Öyleyse neden intiharıma mani olmuştu?

Sorular kafamı kemirirken iki elini boğazıma doğru uzattı. Engelleyemedim. Karşı koyamadım. Şah damarımda hafifçe parmaklarını hissettim. Gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Olduğum yere yığılırken duyduğum tek şey, “adam yere düştü, ambulans yok mu?” diye bağıran bir kadının sesiydi.

Yerde öylece uzanmıştım. Gözlerimi açtığımda etrafımda bana bakan endişeli gözler gördüm. İçlerinden biri bugün iş görüşmesi yaptığımız insan kaynakları uzmanı kadındı. Muhtemelen işten çıkar çıkmaz buralara kafa dağıtmaya gelmişti. “İyi misiniz?” diye sordu. Evet, iyiydim. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum. Fakat… O neredeydi? Etrafıma bakındım. Yoktu. Gitmişti. Ambulansın gelmesine gerek olmadığını söyledim etraftakilere. Kadın, “ bir hastalığınız mı vardı?” diye sordu.

“Hayır” dedim. “Sanırım yorgunluk ve açlık sebep oldu. Daha bir şey yiyecek vaktim olmadı” diye ekledim.

“Belki bunu duymak size iyi gelir. Önümüzdeki hafta başı işe başlamanız uygun görüldü. Yarın sizi bununla ilgili arayacaktım zaten.”dedi kadın. İçimde bir sevinç dalgası ve şaşkınlık oluştu. Teşekkür edip, sevinçli bir şekilde kadınla tokalaşarak oradan uzaklaştım. Nasıl olurdu bu? Telefonuma baktım. Birkaç cevapsız arama gördüm. İsim olarak Sema yazıyordu. Ve kısa mesaj da göndermişti. Mesajda “şu yemeği bu akşam yesek mi?” yazıyordu. Şaşkınlığım ve sevincim giderek artmış, artık sevinç çığlıkları atacak aşamaya gelmiştim. Sema’yı aramak için arama tuşuna bastım. Telefon çalarken içimden bir ses benimle konuşmaya başladı. “Sen artık, sensin. Ve artık her şeyin farkındasın.”

O sesi bir daha duymadım.