Spor Haberleri

Köşe Yazıları

25 Aralık 2011 Pazar

Düşünceye Özgürlük Hemen Şimdi


Yıl 2011… O da bitmek üzere… Türkiye 30 yılı aşkın bir karanlığın içinde yaşıyor. 12 Eylül darbesinin izleri daha bir belirginleşiyor. Baskı ve zulüm politikaları devam ediyor. Düşünceye her gün yeni bir darbenin indiği, gazetecilerin, öğrencilerin, siyasetçilerin, bilim adamlarının muhalif olarak durdukları konumlara uygun davalarla cebelleştiği bir dönemden geçiyoruz. Laiklik yanlısı eylemlerde yer aldıysanız başka, sosyalistseniz ve bu görüşlerinizi dile getirdiyseniz başka, Kürt sorununa çözüm için fikirler üretmeye kalkıştıysanız başka bir davaya ‘şüpheli’ olarak düşüveriyorsunuz. ‘Terörist’ damgası yemeniz o kadar kolay ki artık… Poşu bağlamış bir şekilde bir çatışmanın yakınlarında geçiyor olmanız bile hayatınızın karartılması için yeterli bir sebep… Bir gazeteci bir haber yaptığında o gazetecinin etnik kökeni, haberin gerçeğin ta kendisi olması ve gazetecinin çalıştığı gazetenin siyasi görüşünün resmi ideolojinin dışında ve özgürlükçü olması gazetecinin ‘terörist’ ilan edilmesinde yeterli kriterler artık.

Öğrenciyseniz parasız eğitim istemeniz, özgür üniversite için mücadele etmeniz de yukarıda belirttiğim damgayı yemeniz için yeterli… Üniversitelerde eğitimler veren profesörler de fikir üretirken ‘suç’ işliyorlar devlete göre. Ve böylece herkes için uygun yıldırma zemini hazırlanmış oluyor.

Parasız eğitim istemek suç mu? Savaşın bitmesini istemek suç mu? Özgür haber yapmak suç mu? Değil elbette… İşte bu yüzden bütün bu güzellikleri talep eden insanları kılıfına uydurulmuş şekilde suçlayarak taleplerini kendilerince anlamsızlaştırmaya çalışıyorlar. Hizmet ettikleri neo- liberal kapitalizmin son yıllarda öngördüğü düzenin kurulması için özgür düşünceye darbeler vurmaları gerekiyor. Neo - liberal kapitalizm zenginlerin artmasını fakirlerin de hep fakir kalmasını ister. Belki çok basit bir açıklama, ama özetle böyle… Bunun için savaş olmalı, acı, açlık olmalı…

Sorunların üzerini örtmek için kanı kullanır sistem. İnsanların gözünü kanla boyar. İnsanlar açlıklarını, acılarını, kısaca sistemi sorgulamasın diyedir tüm çabası. Ve televizyonlarda bize gösterildiği gibi özgürlük için mücadele eden, iktidara muhalif olarak yasal yollarla örgütlenen herkes sistemin gözünde teröristtir. Tıpkı ABD’nin Ortadoğu planlarını uygulamak için Müslümanları terörist ilan ederek kendi kamuoyunu göz göre göre kandırması gibi… Bugün de bu ülkede yaşanan tam da böyle bir şey…

İşte böyle bir ortamda tüm özgürlük hareketlerini bütün bu olanların dışında tutmak mümkün mü? Güçlünün güçsüzü ezme çabasının olduğu bir ülkede ve hatta dünyada, özgürlüğe ve insan haklarına karşı duran sisteme karşı direnmek gerekmez mi? İşte o zaman gerçek bir özgürlük, eşitlik mücadelesi vermiş olmaz mıyız? Çünkü sistem bu eşitsizliklerden beslenmekte… Ve sistem şu an korkmakta…

Tüm dünyada anti-kapitalist hareketlerin hız kazanmakta olduğundan belki de sistem daha önce olmadığından daha hırçın ve saldırgan davranıyor. İşte bu da daha güçlü olmak için yeterli bir sebep…

4 Aralık 2011 Pazar

Savaşa Karşı Yaşamı Yüceltmek


Askerlik kavramı ülkemizde, çağdaş ülkelerde olduğundan çok daha fazla önemli… Hem pek çok konuda bir engel gibi göründüğünden, hem de duygusal sebeplerden dolayı askerlik, ödenmesi gereken bir ‘borç’ olarak tüm erkek yurttaşlarca benimsenmiştir. Benimsenmeye de zorlanmıştır bir bakıma. Çünkü netice itibariyle askerlik ‘zorunlu’ bir hizmettir. Çağdaş ve demokratik birçok ülkede askerlik gönüllülük ya da profesyonelleşme esasına göre değerlendirilir. Yani askerlik, yapmak istemek ya da istememek tercihleriyle belirlenen bir durumdur.

Devlet kurumunun vatandaşın özgürlüğünü kısıtlamak için değil, onun özgürlüğünü sağlıklı yaşayabilmesi için var olması gerekiyor. Yani devlet, insanların üzerinde bir baskı organı olmaktan vazgeçmeli. Dünya tarihine baktığımızda teoride özgürlüğü, emeğin yüceliğini savunan sistemlerin uygulandığı devletlerde bile militarist, baskıcı politikalara rastlanır. Anlaşılacağı üzere devlet kavramı kendi hegemonyasını kurmak isteyen burjuva sınıfının elinde bir baskı unsuru olarak kullanılmaktan kurtulamıyor. Öyle ki burjuvanın el değiştirdiği her dönemde olduğu gibi baskılar, tutuklamalar, siyasi linçlerle devlet ‘ülke çıkarı’ için canla başla çalışıyor.

İşte böyle bir sistemde emperyalist güçlerin bölgeye hâkimiyetini kolaylaştırmaya hizmet edecek savaş senaryolarıyla karşılaşmak işten bile değil. Öyle ki dünyanın yöneticisi ABD bölgedeki amaçları için Türkiye’yi kullanmak konusunda elindeki tüm teşvik edici yolları kullanıyor. (Time kapağı gibi) Sömürülmesi kolay fakir halkın ( direnen bir kısım var ki onları ayrı tutmak gerek) bu süreçte başkaldırma gücünün ne kadar zayıf olduğunu düşündüğünüzde yine olan ülkemin gencecik evlatlarına olacak, diyebiliriz.

Askere gitmeme hakkının insani bir hak olduğunu idrak edemeyen devlet, bu hakkı para karşılığı vererek kapitalizmi ne boyutta içselleştirdiğini de gösteriyor. Aslında diyor ki eğer eline silah alıp öldürmek ve kelle koltukta günler geçirmek istemiyorsan parasını öde. Tıpkı monopoly türü masa oyunlarında olduğu gibi bu ülkede yaşamanın da bir oyuna dönüştüğünü görebiliyoruz. Önceleri tartışmaya açar gibi yaptıkları vicdani red hakkını şimdi hapis gerektiren bir suç olarak benimsediklerini görmekteyiz.  Demokratikleşme ve sivilleşme adına attıklarını iddia ettikleri adımların da aslında birer siyasi hesaplaşma olarak kalacağı gün gibi ortada artık. 

Temel hak ve özgürlükler çerçevesinde bakılması gereken vicdani red kavramına bir suç gözüyle bakılarak uluslar arası bir ‘ fikir’ suçu işlenmiş olmuyor mu? AİHM’in verdiği kararlarda ve hazırlanan uluslar arası raporlarda görüldüğü gibi devletin bu konudaki sicili kabarık… İnsan hakları konusundaki devlet yetkililerinde gördüğümüz tavırdan anlaşılacağı üzere, bu sicil daha çok kabaracak. Ancak sorgulamayan insanların yaşadığı bu ülkede, halk başbakan ne söylerse doğru saymaya devam edecek.

Yazımı yine cevabı içinde gizli birkaç soruyla bitireyim. Dersim Katliamı’nın özrünü diledi diye başbakanı alkışlayan liberal takım, başbakan ve partisi araştırma komisyonu kurulmasıyla ilgili teklifi reddederken uykuya mı daldı yine yoksa? Ya da vicdani red hakkını savunanlara ‘suçlu’ derlerken bu ‘demokrasi havarileri’ neden tek kelime yazmıyorlar? Başlarına bir şey gelmiş olmasın?

27 Kasım 2011 Pazar

Paranın Tanrıları Kurban İstiyor


Yeni Dünya Düzeni, dünyanın son 30 yıllık geçmişinden günümüze hızlı bir şekilde kurulma sürecini yaşıyor. Tabii çok öncesinde temelleri atılmış olan düzen, dünyanın sermayeye dayalı; ücretli ve gönüllü kölelerin olduğu bir yer haline gelmesine neden olacak. Bunun için tarih, doğa ve insani tüm değerler yok ediliyor. Zengin sınıfın daha da zenginleşmesi, yoksul sınıfın da zenginin zulmüne başkaldırmayıp zengine muhtaç olması destekleniyor.

Son yıllardaki toplumsal yozlaşmanın ne kadar hız kazandığını görmek için sosyoloji profesörü olmaya gerek yok. Toplumsal yozlaşma kimin işe yarar? Yozlaşma için kişisel tanımımı yapayım. Toplumun gelişmesini engelleyen ve hatta toplumu geriye götüren eğilimler bütünüdür yozlaşma. Yani dolayısıyla yozlaşma, alkol kullanımıyla, cinsel yaşamla veya farklı cinsel eğilime sahip olmakla ilgili değildir. Bilginin, zekânın değersizleştiği, onların yerini hırsların, geçici zevklerin ve tüketime dayalı anlayışların aldığı bir süreçtir. Ve yozlaşma, Yeni Dünya Düzeni için önemli bir silahtır. Çünkü yozlaşan toplum pek çok yanlışı fark edemeyecektir. Fark etmeyen, sistemin seçtikleri arasından tercih yapmayı özgürlük sayan toplumlar çok rahat dönüştürülecektir. İnsanlar kendi hayatlarını ilgilendiren konularda bile şartlarla uzlaşmaya zorlanacak, işin daha da garibi onların bu uzlaşması zorla değil, gönüllü olarak gerçekleşecektir.

İnsanların farklı din, mezhep ve ırklarda olmaları bile sistem için bir savaş malzemesidir. Ülkelerin içindeki etnik gruplar birbirine düşerken, Yeni Dünya Düzeni topraklarına toprak kazandırmaya devam edecektir. Bizler de televizyonlardan her şeyin yolunda gittiği yalanıyla yaşamayı sürdüreceğiz. Her şeyden önce sistemin zihinlerimizle başlattığı savaşın görüldüğü alanlardan uzak durmak gerekiyor. Bu savaş alanları Hayata Dokun’daki ilk yazımda bahsettiğim gibi, televizyonlardır. Televizyonlar sizleri adeta hipnotize eder. Gerçek sorunlardan uzaklaştığınız, yapay sorunlarla oyalandığınız saatler geçirirsiniz. İçeriklere dikkat ederseniz, ailevi sorunlar ön planda tutulur, politik karakterler de son derece sevimsiz ve kalıp tavırlarıyla dikkat çekerler. Kadın karakterler, evine bağlı ve toplumdan soyut yaşayan, ekonomik olarak hiçbir faaliyette bulunmayan ama kederli olarak sunulur ve iyi karakterlerdir! Kötülük yapan kadın karakterler ise, genellikle özgürlüklerini ilan etmiş, birey olmayı başarabilmiş karakterlerdir. Bu detay bile, bizler için öngörülen gelecek dünyanın nasıl bir yer olacağını gösteriyor. Toplumlar asla baş kaldırmayan insanlarla dolacak, gönüllü köleliğini sürdürmeye devam edecektir.

Ülkemizde bu süreç en acımasız şekilde işliyor. Birileri tarihin karanlık sayfalarıyla yüzleşip devletin baskı ve zulümlerin ifşa ederken bir yandan da kendi sindirme politikalarına kılıflar buluyor. “Bu ne perhiz, ne lahana turşusu” dedirten olaylar silsilesi sistemin kendini eleştirirken bile daha yaralayıcı planlar yaptığının göstergesi… Katliamcıların isimlerinin yerine başka katliamcıların isimlerini üste çıkarma çalışmalarında görüldüğü gibi el değiştiren sermayenin yeni düzeninin planları yapılmakta… Bir faşizmin yerine daha gelişmiş modelini öngörenler, günün birinde kendilerinin de tarihin kara sayfalarında anılacağını bilmiyor. Ya da biliyorlar da umursamıyorlar. Düşüncelerini açıkladığı için hapse attıkları gazetecilerin hesabının bir gün dönüp kendilerine sorulacağının da bilincinde de değiller. Yeni silahlar alıp, yok edici savaş makineleri üretecek olmakla övünüp geçmişin acılarıyla yüzleşmeleri nasıl bir çelişkidir? Sormadan edemiyor insan.

Yeni Dünya Düzeni kurban istemeye devam ederken, yeni savaş planları yapanlar, geçmişte dökülen kanın hesabını nasıl soracaklar? Televizyonlarda bangır bangır bağırarak suçu halka yükleyenler, düşünen beyinleri suçlu gibi gösterenler, asıl hizmet ettikleri sistemin günün birinde kendilerine de “jübile” hazırlayacağını bilmeliler.

Düzen işte böyle kan ve barut kokulu bir dünya öngörmekte… Bu düzenin dışında kalmayı tercih etmek de vatan hainliği sayılmakta… Burjuvazi her el değiştirişinde olduğu gibi, insanların birbirini boğazlaması kaçınılmaz olmakta. Düzen şartlara uyum sağlamayı dayatmak için televizyonları kullanırken, uyuyan toplumlar sayesinde rahatlıkla işgal planlarını uygulayabilmekte ve her geçen gün başarıya ulaşmaktadır.

Ama bir “dur” demek gerekmez mi?

11 Ekim 2011 Salı

Düşen Gül


Elinde bir tek gülün kalmışlığıyla arkasından bakakalırsın. Sesini rüzgâr titretir. “Elveda” bile diyemezsin. Gider. Arkasına bile bakmaz. Öyle ya, zaten çoktan bitmiştir her şey. Belki o an değil, ama en kısa zamanda aklındaki dağınık taşları mutlaka bir araya getirirsin. Ama hep o anı hatırlarsın. O arkasından bakakaldığın sevgilinin, uzakta kaybolana kadar yürüyüşünü… Ve artık hiç göremeyeceğin mesafede kim bilir kimlerle yürümeye devam edeceğini düşündüğünü hatırlarsın. Dönüp yoluna gitmeye karar vermeden, eline batıp yaralar açan gülün dikenine bakarsın. Gül daha bir kırmızı olur kanınla. Aşk kırmızısı bildiğin gül, şimdi bir tarifsiz bir acının rengidir.

Eşe dosta anlatacak çok acın vardır artık. Geri dönüp yürümeye başlarsın. Sesini titreten rüzgâr seni şimdi iter adeta arkandan. Bir an önce kendine çekidüzen vermeni isteyen bir dost gibi sırtını sıvazlar. Yağmur da yetişir ardından. Gözyaşlarını gizler. Elindeki gül, dikenleri derine sürterek son yarasını açar yere düşerken. Şimdi de sen terk edersin. Güldür geride kalan. Yağmur daha bir sert yağar. Rüzgâr daha bir uzaklaştırmak ister seni; bir boranı haber verir gibi kulağına fısıldar. Sen hala yürüyüp arkasına bile bakmadan uzaklaşan sevgiliye ağlarsın. Yürümek dizlerindeki çocukluk yaralarını sızlatır. Paçaların çamurlu yol izlerine bulanır.

Gözlerini kaparsın.

Gözlerinin okyanusunda kaybolduğun sevgilinin, karanlık kumlarına gömüldüğünü fark edersin. Hemen yüzeye çıkmak istersin, çırpınırsın. Bir yanın ölür. Bir yanın yaşamaya çalışır. Sonunda çıkarsın bir kıyıya. Gözlerini açtığında gözyaşlarını ve yüzünden süzülen yağmur sularını fark edersin. Okyanusun tuzu sandığın gözyaşların, yağmurla aynı anda diner. Artık okyanus da yoktur. Ekimdir ayın adı. Mevsimin en yalancı güneşi açmaktadır. Poyrazı daha sahicidir. Çünkü gerçekler soğuktur. İşte şimdi açan bir güneş gibidir aslında giden sevgilinin sıcaklığı. Esen poyrazdır asıl kimliği… İklimi… Uzaklardan gittiğini haykırır gibi estirir rüzgârı. Ama bilmelisin. Bununla kalmaz. Kışa kadar kovalar seni acılar. Geçti dersin, mart dayanır kapıya, son yüz yılın en soğuk ilkbaharını karşılarsın. Soğuktan korunduğun kuytuluklar vardır, sevdalar ve aşklar yaşadığın bir zamanlar.

Evet, o kuytuluklar…

Bir bakarsın, işte o kuytuluklar, başka sevdalara yuva olur. Gizli buluşmaları, ilk öpüşmeleri misafir eder. Kim bilir tatlı didişmelerle ne sevişmeler başlar. Ve yalnızlığını sığdıramazsın sen artık o kuytuluklara. Gidersin. Köşe başlarına bıraktığın eski umutları yoklarsın. Yaşanır hale gelsin diye yetişen ilkbahar sıcaklığının koynuna saklarsın. Hayata dönen umutlarla yaşama sarılırsın.

Çünkü aşk, hep yeniden başlamayı bilmektir.

30 Eylül 2011 Cuma

Flaş Bir Serdar Ortaç Haberi


Serdar Ortaç’ın Bulgar popçu Emanuela ile yaptığı düet sonrasında Bulgaristan ile Türkiye arasında diplomatik krizin eşiğine gelindi. (Royters) Serdar Ortaç sessizliğini bozmazken, Emanuela sadece bizim mikrofonlarımıza yaptığı açıklamada şöyle söyledi: “15 yıldır bir ülkede müzik yapıp da halen dinlenebilen birinin iyi bir şarkıcı ve müzisyen olacağını düşünmüştük. Ekip olarak Tibet’e gidip üç beş sene kalmayı planlıyoruz”

Bu kriz Bulgaristan’a yönelik darbe söylentilerini de meydana getirdi. Darbeyi kimler planladı? Şimdi tüm dünya bu sorunun cevabını arıyor. Savcılık harekete geçti ve açtığı soruşturmada üç muvazzaf subay ve bir emekli generali gözaltına aldı. Hükümet kanadından yapılan açıklama, “ Serdar bizim çocuktur. Biz bu ülkeyi onun güzel şarkıları sayesinde yönetebiliyoruz. O şarkılar olmasaydı biz seviyeyi anlayamazdık” şeklinde kaydedildi.

Krizin büyümesiyle devreye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül girdi. Abdullah Gül’ün Bulgar hükümetine “Demet Akalın var, bir de onu deneyin” dediği ve bunun üzerine iplerin kopma noktasına geldiği sızan haberler arasında.

Son dakika… Serdar Ortaç sessizliğini bozdu. “Ben bu ülkenin yetiştirdiği çok önemli bir şahsiyetim. Kim yapar benim yaptığım gibi şarkılar?” diyerek serzenişte bulunan Serdar Ortaç “kimse yapmaz” şeklinde yanıt alınca biraz olsun rahatladı. Tırına binip gözden kaybolmadan önce “yeni albümüm çok yakında” diyerek meydan okudu.

Serdar Ortaç’ın her albümünde aynı parçaları farklı sözlerle piyasaya sürdüğünü iddia eden gazetecinin kimliği halen gizli tutuluyor. Bu iddiayı inceleyen kurul üyeleri Serdar Ortaç albümlerini dinlerken fenalaşıp hastaneye kaldırıldı.

Flaş gelişmelerle gün içinde tekrar karşınızda olabiliriz de olmayabiliriz de.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Zamanın Yolculuğunda


Zamanın yolculuğunda,
Koltuk altlarına gizlenmiş bir yürek;
Sana hasret…
Ve her tren istasyonunda ayrı ayrı,
Yolcu ederim yüreğimi.
Yüreğime ömrümü yolluk diye verdiğimdendir,
Zamanın bu kadar hızlı ve tüketen akışı…
Bunu bilir gözlerim; ağlayamaz.

Daha yazın esen bir serin esintiden aldığım
Bugünkü sonbahar haberini okurum göğün sayfalarında.
Yağmur da yağsa şimdi yüzümdeki sensizliğin
Acı tortularını gizler mi?
Sonra kış da yetişse,
Kar yağsa kırar mı toprağımın hastalığına sebep
Sensizlik sızılarımı?
Ben ki sensizliğimi gizlesin diye
Avuçlarımı yüzüme kapattığım kaç sabaha uyandım?
Ve toprağım kaç hastalığa yenik düştü
İkliminin kuraklığında?

Belki çare getirir yüreğim diye,
İşte tam da bunun için onu her durakta yolcu ederim.
Her istasyonun döşeli taşlarına haykırırım.
Ağlayamayışımı…
Çaresiz bir yıldan daha gün beklerken ben,
Yüreğim seni getiremeyecek, bilirim.
Zamanın yolculuğunda sana hasret bir bedenim.

25 Eylül 2011 Pazar

Usta Bir Kuleden At Beni İn Aşağıya Tut Beni


Gece yapılan tren yolculuklarında kişisel olarak edindiğim izlenim, seyahat boyunca asla uyuyamıyor olmam… Hele ki gidiş-dönüş seyahatlerinde “giden mi uykusuz, dönen mi?” diye sorar dururum kendime. Bu sebepli uykusuzluklar, kronik yorgunluğa ve kalıcı bir uyku sersemliğine neden oluyor.

İşte öyle zamanlardan birinde, trenle dönüş seyrindeyim. Güneş doğuyor. Ve yine uykusuzluk içinde bu gece yolculuğu, gece uçuşuna dönüşüyor. Hiçbir kulenin umursamadığı bir pilotum artık. “Kule, iniş izni istiyorum.” Kule: “Aradığınız kule servis dışıdır. Size en yakın kulede Rapunzel ikamet etmektedir


Her kuleden iniş izni istenmez. Kimisi vardır, işte böyle Rapunzel tarafından yaşanan kuleler ki bu kulelerden tırmanış izni isteyebilirsin. “Rapunzel, saçlarını uzat!” Rapunzel’e de güven olmaz tabii ki. Yalnızlık, depresyonu; depresyon da saç güçsüzleşmesini tetiklemiş olabilir. O zaman da kendini yere yığılmış bulabilirsin. “Düşüş izni istiyorum”


Ya Rapunzel intihar ettiyse… Yok, biz bu kuleye de bulaşmayalım. Şahit yazarlar; bir de onunla uğraşmayalım uykusuz uykusuz. Zaten kulenin oradan yol geçecek, kule istimlâk olacakmış. Rapunzel’e de TOKİ’den bir stüdyo daire vereceklermiş. “Rapunzel, saçlarını uzat!” Rapunzel: “Otomatiğe basayım ben.”


Rapunzel’in kulesi de istimlâk olacağına göre tırmanış iznimiz de yanacak o zaman. Metropollerin kuleleri var ama bulutları delen. Onlar da hem suçlu, hem güçlü kategorisinde, havayla, güneş ışığıyla kavgalı… Hava ve güneş ışığı, zor bela imzalatır giriş belgelerini. Kimi zaman patron toplantıda olur. İşte o zaman bekle ki aydınlanasın, bekle ki soluyasın. “Kule, yaşama izni istiyorum.” Kule: “Yaşamak için itaat etmelisin.” Haydi canım!


Bu kadar kule arasında bir de Kız Kulesi vardır ki ondan hiçbir şey için izin istemem. Karşısında çay içilir onun. Âşıklar ona bakar. O her güzel şeye izin verir. Ona bakarken uykusuzluğunu da unutursun. Sen O’nun karşısında çayını yudumlarken onun içindekiler de pahalı şaraplarını yudumlar. O kadar cilvesi de olsun ama. Bir de unutmadan… Galata Kulesi… Şehrimin güzel siluetinin önemli parçası… Karşıya geçince sana da uğrarım. Senin gölgende de soluklanırım azıcık. Pisa Kulesi eğilmiş ikinizin önünde, ben nasıl sevmeyeyim sizi?


Çok mu duygusallaştım acaba? Biraz da metropol kulelerine nispet yapar gibi oldu, ama o da bu yazının ana fikri olsun.


“Arkadaşım, sayıklıyorsun. Uyan!”

“Azıcık daha dinleyin canım siz de.”
Meğer uyumuşum da sayıklıyormuşum.

Mayıs 2011