Yeni Dünya Düzeni, dünyanın son
30 yıllık geçmişinden günümüze hızlı bir şekilde kurulma sürecini yaşıyor. Tabii
çok öncesinde temelleri atılmış olan düzen, dünyanın sermayeye dayalı; ücretli
ve gönüllü kölelerin olduğu bir yer haline gelmesine neden olacak. Bunun için
tarih, doğa ve insani tüm değerler yok ediliyor. Zengin sınıfın daha da
zenginleşmesi, yoksul sınıfın da zenginin zulmüne başkaldırmayıp zengine muhtaç
olması destekleniyor.
Son yıllardaki toplumsal
yozlaşmanın ne kadar hız kazandığını görmek için sosyoloji profesörü olmaya
gerek yok. Toplumsal yozlaşma kimin işe yarar? Yozlaşma için kişisel tanımımı
yapayım. Toplumun gelişmesini engelleyen ve hatta toplumu geriye götüren
eğilimler bütünüdür yozlaşma. Yani dolayısıyla yozlaşma, alkol kullanımıyla,
cinsel yaşamla veya farklı cinsel eğilime sahip olmakla ilgili değildir.
Bilginin, zekânın değersizleştiği, onların yerini hırsların, geçici zevklerin
ve tüketime dayalı anlayışların aldığı bir süreçtir. Ve yozlaşma, Yeni Dünya
Düzeni için önemli bir silahtır. Çünkü yozlaşan toplum pek çok yanlışı fark
edemeyecektir. Fark etmeyen, sistemin seçtikleri arasından tercih yapmayı
özgürlük sayan toplumlar çok rahat dönüştürülecektir. İnsanlar kendi
hayatlarını ilgilendiren konularda bile şartlarla uzlaşmaya zorlanacak, işin
daha da garibi onların bu uzlaşması zorla değil, gönüllü olarak
gerçekleşecektir.
İnsanların farklı din, mezhep ve
ırklarda olmaları bile sistem için bir savaş malzemesidir. Ülkelerin içindeki
etnik gruplar birbirine düşerken, Yeni Dünya Düzeni topraklarına toprak
kazandırmaya devam edecektir. Bizler de televizyonlardan her şeyin yolunda
gittiği yalanıyla yaşamayı sürdüreceğiz. Her şeyden önce sistemin
zihinlerimizle başlattığı savaşın görüldüğü alanlardan uzak durmak gerekiyor.
Bu savaş alanları Hayata Dokun’daki ilk yazımda bahsettiğim gibi,
televizyonlardır. Televizyonlar sizleri adeta hipnotize eder. Gerçek
sorunlardan uzaklaştığınız, yapay sorunlarla oyalandığınız saatler
geçirirsiniz. İçeriklere dikkat ederseniz, ailevi sorunlar ön planda tutulur,
politik karakterler de son derece sevimsiz ve kalıp tavırlarıyla dikkat
çekerler. Kadın karakterler, evine bağlı ve toplumdan soyut yaşayan, ekonomik
olarak hiçbir faaliyette bulunmayan ama kederli olarak sunulur ve iyi
karakterlerdir! Kötülük yapan kadın karakterler ise, genellikle özgürlüklerini
ilan etmiş, birey olmayı başarabilmiş karakterlerdir. Bu detay bile, bizler
için öngörülen gelecek dünyanın nasıl bir yer olacağını gösteriyor. Toplumlar
asla baş kaldırmayan insanlarla dolacak, gönüllü köleliğini sürdürmeye devam
edecektir.
Ülkemizde bu süreç en acımasız
şekilde işliyor. Birileri tarihin karanlık sayfalarıyla yüzleşip devletin baskı
ve zulümlerin ifşa ederken bir yandan da kendi sindirme politikalarına kılıflar
buluyor. “Bu ne perhiz, ne lahana turşusu” dedirten olaylar silsilesi sistemin
kendini eleştirirken bile daha yaralayıcı planlar yaptığının göstergesi… Katliamcıların
isimlerinin yerine başka katliamcıların isimlerini üste çıkarma çalışmalarında
görüldüğü gibi el değiştiren sermayenin yeni düzeninin planları yapılmakta… Bir
faşizmin yerine daha gelişmiş modelini öngörenler, günün birinde kendilerinin
de tarihin kara sayfalarında anılacağını bilmiyor. Ya da biliyorlar da
umursamıyorlar. Düşüncelerini açıkladığı için hapse attıkları gazetecilerin
hesabının bir gün dönüp kendilerine sorulacağının da bilincinde de değiller. Yeni
silahlar alıp, yok edici savaş makineleri üretecek olmakla övünüp geçmişin
acılarıyla yüzleşmeleri nasıl bir çelişkidir? Sormadan edemiyor insan.
Yeni Dünya Düzeni kurban istemeye
devam ederken, yeni savaş planları yapanlar, geçmişte dökülen kanın hesabını
nasıl soracaklar? Televizyonlarda bangır bangır bağırarak suçu halka
yükleyenler, düşünen beyinleri suçlu gibi gösterenler, asıl hizmet ettikleri
sistemin günün birinde kendilerine de “jübile” hazırlayacağını bilmeliler.
Düzen işte böyle kan ve barut
kokulu bir dünya öngörmekte… Bu düzenin dışında kalmayı tercih etmek de vatan
hainliği sayılmakta… Burjuvazi her el değiştirişinde olduğu gibi, insanların
birbirini boğazlaması kaçınılmaz olmakta. Düzen şartlara uyum sağlamayı
dayatmak için televizyonları kullanırken, uyuyan toplumlar sayesinde rahatlıkla
işgal planlarını uygulayabilmekte ve her geçen gün başarıya ulaşmaktadır.
Ama bir “dur” demek gerekmez mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder