Spor Haberleri

Köşe Yazıları

29 Aralık 2014 Pazartesi

Kremalı Ispanak Salatası



Mutfak Arsızı yeniden karşınızda...

Şimdi size yemeklerinizin yanında özellikle et ağırlıklı yemeklerle birlikte tüketebileceğiniz bir ıspanak salatası tarifi vereceğim.

Oldukça kolay bir tariftir.

Gerekli malzemelere bir göz atalım önce.

    Yarım kilo temizlenmiş ayıklanmış ıspanak (çok iyi temizlenmeli)
    100 ml krema (çırpıldığında 3 kat kadar artabiliyor)
    İstediğiniz kadar mısır tanesi (abartmayın tabi)
    kurutulmuş domates
    kırmızı soğan
    tuz
    karabiber
    fesleğen (kuru)

Şimdi gelelim ilk önce yapılması gerekene... Ispanakların iyice temizlendiğinden emin olduktan sonra kendilerini suya atıp haşlamaya başlayın. Suya az miktar da sıvı yağ ekleyin. Suyun önceden kaynaması gerekiyor tabi. Bu haşlama işlemi çok uzun sürmeyecek. Ispanağın makbülü her sebzede olduğu gibi az pişmiş olanı...

Haşlama işlemi sürerken bir küçük kırmızı soğanı küçük küçük doğrayın. Kırmızı soğan taneleriyle aynı miktarda olacak şekilde kurutulmuş domatesleri de küçük küçük doğrayın. Hepsini haşlanmakta olan ıspanağa boşaltın. Kısa bir süre de tencerede birlikte takılmalarına izin verin. Sonra tencereyi süzgece boşaltıp iyice süzün. Suyu dökmeyin sakın. Sonra güzel bir çorba yapımında kullanabilirsiniz. Hatta küçük bir tarif yine burada yer alacak. Merak etmeyin yarı yolda bırakmam. (Arsız olabilirim ama vefasız değilim)

Ispanaklar içindeki diğer dostlarıyla birlikte bekleyedursun, siz de kremanızı bir kasede çırpmaya başlayın. Unutmayın krema iyice soğutulmuş olmalı. Çırptığınız krema gözlerinizin önünde kocaman olacak. Ellere vermeye kıyamayacaksınız belki. Ama artık yapmanız gerekeni yapmak için öncelik ıspanakların içine haşlanmış mısır tanelerini boşaltın. Karıştırıp içine kremanızı dökün. Amanın... Kremanın içine ya da ıspanaklar haşlanırken tencereye  tuz, karabiber de katın. Unutmadan söyleyeyim. Elde ettiğiniz karışım tam görsel şölen olacak. Bu şölenin üzerine kuru fesleğen de katarsanız salatanız hazır demektir.

Yemek yapmak aşk işidir. Aşk da varsa lezzetinden şüphe etmeyin. Afiyet ola!

Seçme şansım olsaydı Frederico Rodriguez Santos derdim!


Bazı gerçekleri erken öğrendiğinde örneğin, göbek adının kimlikte yer almasa da Şaban olduğunu öğrendiğinde eğer çocuksan durumu biraz zor kabulleniyorsun. Şaban ismi birkaç kuşak için alay konusu bir isimdir çünkü. Şapşallıkla özdeşleştirilmiştir. Falan…

Bu bir erkek ismi... Ve birçok komedi filminde, sevimli ama şaşkın bir karakterin ismi olarak kullanılmıştır. İnek Şaban akıllara kazınmış bir tamlama olmuştur böylelikle. Aşırı muhafazakârlara göre bu Yeşilçam’ın bilinçli bir İslam düşmanlığıdır. Şaban İslamiyet’e göre kutsal üç aylardan biri olduğu için, alışkın olduğumuz tuhaf dindar reaksiyonundan nasibini almıştır Yeşilçam.

Oysa bu isimle ilgili önyargı diğer tarafta yani kendini daha çağdaş tanımlayan ya da tanımlayabilecek kimselerde de bir şekilde karşılık bulabiliyor. Şaban kelimesini ‘aptal’ gibi bir sıfat olarak kullanmaya alışkın ciddi bir kitle var. Bu kitle isminizin “Şaban” olduğunu öğrendiğinde bununla ilgili kafasında var olan etikete kodlayıveriyor sizi. Örneğin, ufak bir deney yaparak göbek adımın resmi olmasa da “Şaban” olduğunu söylediğimde pek çok arkadaşımın kafasında bu etiketin karşılığı olarak alay etme arzusu uyanıveriyor. Durun, durun yargılamıyorum. Bu gayet normal… Geçmişten bu yana tüm öğrenme sürecini önyargılar üzerine oturtmuş, Dünya üzerindeki halkları bile önyargılarla etiketlemiş bir toplumun bir isimle ilgili alaycı tutumu bir şey değil.  Kendi yaşadığı ülkenin coğrafi durumuna göre etiketler oluşturmuş bir toplum için önyargı geliştirmek işten sayılmaz! Örneğin dağlık bölgede yaşayan insanı ayıyla özdeşleştirip uygarlıktan uzak bir canlı olarak nitelerler. Bütün kaba insanları “dağdan gelenler” kategorisine yerleştirirler. Bunu ‘çağdaş’ olanlar yaparlar bir de. Sonra Taksim’e eğlenmeye giden herkesi ‘ahlaksız’ olarak değerlendirenleri eleştirirler. Farkında değillerdir ki iki taraf da aynı tür hastalıktan, önyargıdan beslenmektedir. Örnekler çoğaltılabilir. Politik pek çok çözümleme de bu yolla yapılabilir. Ama şimdi biraz kendi göbek ismimin “Şaban” olmasından dolayı asla sıkıntı yaşamadığımı ve kimsenin bundan dolayı sıkılmamasını söylemeye çalışacağım. Bunu da naçizane sosyo-psikolojik çıkarımlarla yapacağım.

Benim göbek adım Şaban. Kimliğe yazılmamış tabi. Bu benim seçimim değil…

Dünyaya geldiğinizde seçemediğiniz tek şey de göbek adınız değil. Daha ona gelene kadar pek çok seçim dışı standartları kabullenmek zorundasınız. Söylemeliyim ki eğer seçim şansım olsaydı adımı ve soyadımı Frederico Rodrigues Santos olarak belirlerdim. Göbek adım yine Şaban olabilir. Bak bakalım… Şaban Frederico Rodrigues Santos… Allah Allah! Hiç şüpheniz olmasın ki baştaki Şaban ismi asla yukarıdaki alaycı çağrışımlara neden olmayacaktır. Bu da bizdeki ‘Batılının’ acınası halidir işte. Esnaf lokantasına gidip kıymalı makarna yemez de pahalı bir restoranda bolonez soslu spagetti yer ya kimisi, öyle işte…

Tüm mesele etikette yani… Ama farkında olan için her ikisi de aynıdır sonuçta…

Bana Frederico diye seslendiğinizde etraftaki insanların beni tanımadan bana hayranlık duyacağını izleyeceksiniz. Şaban diye seslendiğinizde ise biri su içerken bu şoka yakalanıp suyu püskürterek gülebilir. Her ikisi de garip bir etiketleme sisteminin beyinsel işleyişi ele geçirmesi sonucu oluşan hastalıktır. Çünkü o sistem Frederico’yu daha karizmatik ve kusursuz kategoriye yerleştirir, Şaban’ı ise alt basamakta alay malzemesi deposuna…

Ya… Göbek adım Şaban. Frederico da olabilirdi. Ama ben böyle olsaydı bu yazıyı yazamazdım. “Haydi, bitti” demezsem de bitmeyecek bu yazı ayrıca.




2015'ten şimdiden haberdarım!

Haberleri takip etmek için kullanılabilecek en iyi uygulama Hürriyet E-gazete olsa gerek. Hem basılı gazete okuma keyfini yaşarken, hem de güncel haberlere ulaşabilme imkanı sunuyor. Uygulamanın son güncellemeleri ile de; hava durumuna, burcuma, finans haberlerine ve sinema rehberine ulaşabiliyorum. Hürriyet E-Gazete'nin en güzel yanı da (sona sakladım) bir sonraki günün haberlerini 00:00'da alınıyor olması.
Şimdi de sizi Hürriyet E-gazete'nin yılbaşı paketi ile tanıştırmak istiyorum. Bu pakette Hürriyet E-Gazete'nin yanı sıra, Elle ve Atlas dergilerinin dijital kopyası var :)
Haberleri ve gündemi hem gazete okuma keyfini yaşayarak takip etmek isteyenler, hem de ben gazetemi okurken bir yandan da falıma da bakarım, filmlerden de haberim olur diyenler yılbaşı paketini kaçırmasın derim! Hem de kısa bir süre için sunulan bu paketi alıp, gazete keyfini sürerken modayı Elle ile takip de edebilir, Atlas okuyarak da farklı keşifler yaşayabilirsiniz.
Yeni yılda sevdiklerine sevdiğin şeyleri hediye etmek de adettendir. Siz de arkadaşlarınıza ve gazetesiz olmaz diyen aile üyelerinize 6 aylık veya 1 yıllık versiyonları olan Hürriyet E-Gazete paketlerinden birini hediye edebilirsiniz. Her gün kullandıkça sizi hatırlasınlar:)
Daha ayrıntılı bilgi almak için sitelerini ziyaret edebilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

17 Aralık 2014 Çarşamba

Güvercin Hüznünün Öğrettikleri



İnsan niye küser ki? Bir insana küsmenin gerekçesi olabilir elbette. Küsmek kavramı negatif olduğundan iyi bir şey sayılmaz. Ama birine küsmenin meşru zeminini kurabilirsin.

Ancak birine küsüp başka bir eyleme de eşzamanlı küsmek ne ola ki? Örneğin ben bir davada benim yanımda yer almadığı için Radikal Blog’a küsüp yazmayı bıraktım. Bunun haklı bir yanı yok. Radikal Blog’a olan kızgınlığımın  gerçekçi sebepleri var tabii.

Kendimden bahsettiğim yazı sayısı çok azdır. Ancak bazı önemli gördüğüm dönüm noktalarında bazı yaşanmış notları aktarmayı severim.

Yeniden yazı serüvenine eskisi kadar yoğun olmasa da başlamadan önce, azıcık kafanı şişireyim dedim. Estağfurullah dediğini duyar gibiyim. Neyse sulandırmayayım.

Yıkmak, yok etmek, o kadar kolay ki… Bunu ilk idrak ettiğimde daha altı yaşındaydım. Evin arka odasının penceresine bir güvercin yuva yapmış ve oraya yumurtlamıştı. Bense bu manzarayı izlerken içimdeki dürtüye engel olamamış yumurtayı incelemek istemiştim. Güvercin orada değilken yumurtayı aldım ve elimde hafifçe sıkmış olmama rağmen yumurta kırılıverdi. Parmaklarımdan vücuduma bir acı yayıldığını hissettim. Bir anayı evlatsız bırakmıştım.

Altı yaşında olmak bir bahane değildi. Söz konusu bir candı. O güvercin o güne kadar güvenli olduğunu düşündüğü pencere önümüzden yuvasını karşı apartmana taşımıştı. Güvercinin acılı ötüşü hala kulaklarımda… O günkü döktüğüm gözyaşını hiçbir zaman dökmedim.

Şimdileri tüm adımım o güvercin beni affetsin diyedir aslında. Onun canından parçayı yok ettiğim için özür dilemek gibidir. Bir var etme ve var olma azmi bundandır. Üreterek çoğaltmak, mutluluk ve güzellik saçmak…

Tüm dünyada kitlesel olarak yok ediliyor hayatlar… İnsanlar yalanla dolanla birbirlerinin hayatını tüketiyor. Ve bunları söylemek gerek… Bunları söyledikçe fark edilecek. Fark edildikçe güzelleşecek hayat.

Yazmak, filmler yapmak, müzik yapmak… Üretmeye devam etmek gerek…

Bendeki bu üretim sevdasının geçici bir heves olmadığını gösteren çok sayıda not var. Örneğin 9 ya da 10 yaşındayken Şile’deki mahalle oyunlarımız… İki mermer parçasının arasına kiremit tozu ve tükürük ekleyip (kusura bakma okuyucu ama öyle işte) mermerleri birbirine sürtmek suretiyle iki mermerde farklı şekiller oluşturmaya çalışmak… Bu daha ilerleyen yaşlarda denizden beyaz taş toplayıp rengârenk boyama işine, o da daha sonra kendi ürettiğim tabletlere basit çizimler yapma faaliyetine dönüşmüştü. En minimal çalışmam ise aslında 11 yaşlarındayken yaptığımdı. PTT’nin teknik işlerinin yapıldığı binasının bahçesinden görevini bitirmiş makaralardan renkli telefon kablolarını toplayarak bilezik, yüzük ve kolye üretiminde kullanmıştım. Oturduğumuz evin yanındaki pansiyonda kalan bütün ablalar takılarını benden alırdı mesela.

Lise çağlarında ise radyolarda yer almayacak bir radyo programını kasetlere kaydederek birkaç arkadaşa düzenli olarak dağıtıyordum. Bugün hala anlatılır o günler.

Bu arada müzikle tanıştım tabi.

Müzik bugünkü işim… Bununla birlikte yazma, çizme işlerini de yürütmeye gayret edip tüketmek yerine üretmek sevdasıyla yaşamımı sürdüreceğim. Yemek yapıyor oluşum da üreterek mutlu etme arzusunun bir ürünü… Bu parmaklar o gün o güvercinin yumurtasını yok edince vücuduna yayılan acıyla öğrendi belki bunu… Yok etmemek, üretim yapmak, aşk ve sevgi yaymak… Üretmeye küsmenin bir âlemi yok. Belki o güvercin de çoktan affetmiştir beni. Kim bilir? Belki de kısa sürede unuttu bu acıyı. Bilemem ki…

Bir biti oluşturan atomla beni oluşturan atom aynı... Ne diye böbürleneyim ki? Öte yandan bir yıldızı oluşturan atomla da beni oluşturan atom aynı... Öyleyse niye daha fazlasını istemeyeyim? Hem hiç hem de çok oluşumuz bundandır. Evet… Ne olursak olalım. Üretimden vazgeçmek sonsuz bir hiçlik değil midir ki?


27 Ekim 2014 Pazartesi

Emanetçi


Mesleğimin ne olduğunu açıklayamam. Söylenecek bir şey değil... 'Ne işle meşguldün sen, Selçuk?' diye soran arkadaşlara, 'Serbest meslek...' diye yanıt vermek artık alışkanlık halini almıştı. 'Ne iş...' diye başlatılan bir soru tamamlanmadan 'serbest meslek...' diye cevabını yapıştırır, hızla konuyu değiştirirdim. Dikkat çeken harcamalarım, iyi giyimim, biraz şüpheli hale getirdi beni. Bundan dolayı arkadaşlıklarım uzun vadeli olmazdı. Zaten hiç de zamanım olmadı arkadaşlıklar için.

Yılbaşları, yaz ayları ve diğer bazı zamanlarda yoğunlaşan işlerim, gizli olması gereken görüşmelerim, resmi olmayan anlaşma metinlerim... Bak, gördün mü? Sen de şüpheyle bakıyorsun bana. Tamam, tamam... Sana anlatacağım. Zaten aramızda kalacak, biliyorum. Şimdi bir iş görüşmesine gitmek için yola çıkıyorum. Sana yolda her şeyi anlatacağım. Ama biraz kendimden bahsetmeliyim.

Adım Selçuk; başta söylemiş miydim? Neyse... Ben birkaç kez üniversiteye başlamış, tıp, mühendislik ve hukuk dışında her bölümde okuma deneyimi kazanmış, ancak hiçbirini bitirememiş bir adamım. İrili ufaklı işlerde çalıştım. Hatta en son çalıştığım firmada ofis elemanıydım. Kıdemli ama... Müdürlerim, patronlarım bana çok güvenirdi. Öyle ki koca holdingin müdürlerinin bile iletişim kuramadığı patronlarla bir araya geldim sık sık. İşte şimdi bu işten de ayrılma sebebime geliyorum. Seni de sıkmayayım. Bu gördüğün arabayı, az önce kapısından çıktığımız daireyi nasıl aldığımı bu anlatacağımla öğrenemeyebilirsin, ama biraz sabrına sığınıyorum.

Bir gün yine patronumun odasında günlük sohbetler yapmaktaydık. O sırada kapı açıldı ve içeri genç bir kadın girdi. Nasıl güzeldi, sana anlatamam. Kızıl mı turuncu muydu saçları, şimdi hatırlayamıyorum. Ama vücudunun kıvrımları, yüzünün o güzel ve etkileyici hatlarıyla hep hayalini kuracağın türden bir kadındı. Sonra öğrendim ki benim patronun sevgilisiymiş. O güne kadar saygı duyduğum adama, o andan itibaren inceden haset duymaya başlamıştım. Ben yakışıklı, etkileyici bir adam değilim. Ama bu adam da bu özellikleri taşımıyordu ki... Neyse, konumuz bu değil...

Benim patron, karısını işte bu güzeller güzeli kadınla aldatıyordu anlayacağın. Kart zampara... Ancak o gün hesaba katmadığı bir şey vardı. Karısı da o gün oraya geldi. O dakikalarda içeri girdi. Ben de tam çıkmak üzereydim o sırada. Yüzünde hiçbir zaman kendine güven ifadesini kaybetmeyen yaşlı kurt, o anda resmen buz kesti. Yüzündeki çizgiler adeta dondu. Balmumumdan bir heykel gibiydi; görmeliydin. Adamın karısı, bir eşine, bir de genç kadına bakıyordu aralıklarla. Tenis maçı izleyen şaşkın bir kedi gibiydi. Benim odada olduğumu fark etmemişti. Ben de 'buradan gitmeliyim' diye düşünmekteydim. Patronsa aklımı okumuştu sanki.

'Selçukçuğum, size mutluluklar dilerim, ne iyi ettin de tanıştırdın beni kız arkadaşınla, nişan ne zaman?' diye soruverdi ansızın. Burada adım geçmese hiç üzerime almayacaktım. Hatta bir an, 'unutkanlığımda geldiğim son nokta; böyle bir sevgilim var ve ben hatırlamıyorum' diye geçirdim içimden. Sonra uyandım duruma. Bizim yaşlı kurt hızlı bir planla, sevgilisini geçici süre de olsa karısından uzak tutuyordu. Ben genç kadından bir çıkış beklerken o da bu oyuna dâhil oldu birden. Ve koluma girdi. İnanabiliyor musun? Böyle güzellikte bir kadın koluma girdi yahu!

Benim şaşkınlığımı düşün. Üzerine de adamın eşinin ne kadar rahatladığını... 'Geçerken bir uğrayayım, dedim' dedi kadın. Odada, kendisi dâhil kimsenin inanmadığı bir yalandı bu. Belli ki kocasından şüpheleniyordu. Kontrol amaçlı ziyaretini kocasını resmi bir şekilde kucaklayarak bitirdi. Kadın odadan çıktığında üçümüz kalmıştık o kocaman ofis mobilyalarının olduğu odada. Genç kadın kolumdan çıkıp, koltuklardan birine oturup sitemkâr bir ifade takındı. Ama bizim yaşlı kurt tekrar takındığı kendine güvenen ifadeyle ' bizi biraz yalnız bırakabilir misin Pelin? Haydi, tatlım!' deyiverdi genç kadına. Kadın sorgusuzca çıktı odadan. Bense 'adı Pelin'miş, demek...' diye geçirdim içimden. Sonra da gerçek hayata dönüp 'neden benimle baş başa kalmak istedi ki patron?' diye sorgulamaya başladım. Ama merakım kısa sürecekti.

Sana şimdi anlatacaklarım biraz garip gelebilir. Dinlemek istemediğinde hatta anlattıklarıma inanmadığında beni uyar. Konuşmayı bitirebiliriz. Zaten az yolumuz da kaldı. Gerçi trafik yoğunlaşacak galiba. Kâğıt helvacılar ve su satan adamlar yol kenarında bitmeye başladığına göre...

Patron oturmamı işaret etti. Ben de tekrar oturdum. Aklımda binlerce soruyla... Acaba sevgilisine bakışımı fark etti de beni fırçalamaya mı hazırlanıyordu? Dedim ya, merakım kısa sürecekti.

'Oğlum, seni çok severim, bilirsin.'diye söze girdi bizim zampara patron. Ve devam etti. 'Tahmin ettiğin üzere, az önceki hoş hanım benim sevgilim. Ve diğeri de karım... Ben Pelin'le ve de karımla çok mutluyum. Bu mutluğumun bozulmasını istemiyorum. Senden isteyeceğim şey...' Durakladı bir an. Hiçbir şey düşünemiyordum, merakla konuşmanın devamını bekliyordum. ' Bak oğlum...' Tekrar başa dönüyor gibiydik konuşmada. 'Sana çok güvenirim. Hatta holdingin bütün kasa anahtarlarını banka şifrelerini bile gözümü kırpmadan sana emanet edecek kadar...' dedi ve bir soluk alıp devam etti. 'Pelin'i bazı zamanlar idare etmeni, hatta onun sevgilisi gibi davranmanı rica ediyorum. En azından, karımın dikkatini ve şüphelerini üzerimden uzaklaştırana kadar... Saygınlığım çok önemli... Önemli bir dernek başkanlığı seçimi arifesinde hiç de iyi olmaz bir aşk skandalı.'dedi. Şaşkınlığımı tahmin et.

'Nasıl olacak bu?' diye sorabildim sadece.

'Bir ücret karşılığında... Artı masraflar da neyse onları da karşılarım. Yeter ki Pelin de mutlu olsun.'dedi ve bir an düşünüp devam etti. 'Biliyorum ki ona farklı bir gözle bakmayacaksın. Sana güveniyorum.'dedi. Adama bakar mısın? Hem karısını aldatıyor, hem de sevgilisine dokunmayacağımdan emin olmak istiyor. Gerçi emin... Nasıl bu kadar emin olabiliyor ki? Çok mu tok görünüyorum dışarıdan? Neyse...

Ücret dolgundu. Masraflar için de hiç gözünü kırpmayacaktı. Benimse o kadar paraya ihtiyacım vardı ki bu teklifi kabul ettim. Şimdi işimin ne olduğunu anladın. Ben emanetçiyim. Şimdi de gelelim, bunun nasıl bir iş olarak süreklilik arz ettiğine. Şaşkın görünüyorsun ama sen. Ama devam etmemi istediğine göre konuşmayı sürdüreceğim.

Piyasa dar gibi görünüyor bir anlamda. Ama ilk işimde o kadar başarılı oldum ki, birden bire müşterilerim arttı. Benim patron beni bir sürü zampara arkadaşına önermeye başladı. Pelinler, Mügeler, Buseler... İşten de ayrıldım sonra; yetişemiyordum. On binlerce dolardan söz ediyoruz. İşte bu da zenginliğimin sebebi... Hiç âşık oldun mu diye de soracak olursan, bir kere oldum. Hatta bir keresinde de anlaşma dışına çıktım, itiraf ediyorum. Sonuçta benim de duygularım ve ihtiyaçlarım vardı. Ama bu tek seferlik anlaşma dışı davranışım işimi yapmama engel olmadı. Hala çok güvenilen bir ‘emanetçi’yim.

Birazdan ulaşacağımız görüşmenin detaylarını merak ediyor musun? Aslında ben de merak ediyorum. Dün aldığım bir e-posta sonucu gidiyoruz oraya. Müşteriyle bir restoranda buluşacağız. Hiç konuşmadık. Sadece internet yoluyla iletişime geçmeyi istedi. Görüştükten sonra anlaşırsak yüklü bir para teklif ediyor. Bakalım... Biraz çekiniyorum aslında. Yanımda sen olmasan belki de gitmezdim. Bana güvenme, türünden bakışına rağmen...

İşte geldik. İçeri girdiğimde 15 numaralı masayı sormamı istemişti. Arabayı park edelim şimdi. Sen de gelmek ister misin? Başka bir masada sessizce dinlersin. Tamam, gelme, dışarıda bir yerde bekle istersen.

'15 numaralı masa?'

'Cam kenarında en köşedeki masa efendim.'

Ama o masadaki bir kadın!

Arabaya dönelim, her şeyi anlatacağım. Merak ettiğini biliyorum. Yarım saat içinde hayatımın en tuhaf iş teklifini aldım.

Kadın eşi tarafından defalarca aldatılıyormuş. Ama ondan ayrılamıyor. Bunu yapmaya cesareti yok. Diğer müşterilerimin profili... Ama bu seferki bir kadın olunca şaşırdım işte. En sonunda bir sevgilisi olsun istemiş. Ama bizim insanlar biraz duygusaldır ya, hemencecik âşık olmaya başlamışlar kadına. Kadın güzel de... O aşk istemiyor. Kocasından intikam almak ve evliliğine zarar vermeden ‘profesyonel' bir ilişki yaşamak istiyor. Ona bu teklifi düşüneceğimi söyledim. Aslında kadınlar tarafından deşifre olmak demek, en kısa zamanda emekliye ayrılmayı gerektiriyor.



Şaşkınlığını anlıyorum. Hatta kızgınlığını da... İlişkilerin bu kadar basitleştiği bir dünyada, benim bu saçma sapan hayatlara dayanan bir sektör oluşturmuş olmam canını sıkabilir. Benim hiçbir sağlıklı ilişki kuramam, âşık olamamam hep bundandı. Bu çarpık hayatın en çok yıprananı benim aslında... Güzel bir hayat kuramadım. Bir aileye sahip değilim. Arkadaşım da yok benim. Sinemaya, tiyatroya yalnız giderim. Yemeğimi yalnız yerim. Hayatta yaptığım tek iyi şey, bir işim sırasında müşterimin sevgilisini maddi zorluklarından kurtarıp onu bu ilişkiyi yaşamaktan vazgeçirmek oldu. Bazen vicdan devreye giriyor. Ama inan bana, ben kötü bir insan değilim. Beni bu çarpık ilişkilerin köpeği olarak görebilirsin. Ama lütfen, hakkımdaki en ağır düşüncen sadece bu olsun.

Ben de artık yoruldum. Belki de bu işi kabul edip iyi bir jübile yapabilirim. Ne dersin buna?

Twitter

5 Eylül 2014 Cuma

Alageyik Türküsü'nün Hikayesi ve Çalarken Hissettirdikleri

Ufak bir yazı dizisine başlıyorum. Trompet, santur ya da başka bir enstrumanla çaldığım eserlerle ilgili bir yazı dizisi… Ne hissettiriyorlar. Hikayeleri ne?

Alageyik türküsünü bilmeyen yoktur. En azından türkü dinleyicisi için vazgeçilmez bir ezgidir.  Benim de repertuarımda önemli bir yere sahip... Çalarken bana hissettirdikleri türkünün acıklı hikâyesini anlattıracak cümleler kurduruyor.

Geleneksel melodisinin yanı sıra doğaçlamanın yer aldığı bölüm içinde coşku ve hüzün barındırıyor. Bir ağıt dinletmek oluyor benim maksadım.

Çünkü hikâyesinde bir acı var. Halil'in geyik avı tutkusunun işlendiği bir öykü... Ancak annesi ve nişanlısının bu av işinden rahatsız oluşu, geyik vurmanın uğursuzluk getireceğine inanması öykünün can alıcı kısmı... Annesinin yalvarmalarına kulak asmaz hiç. Nişanlısını da umursamaz. Bir gün bir güzeller güzeli bir alageyik yavrusu vurur. Anasının gözleri önünde yere serilir yavru. Anne alageyik ortadan kaybolur. Halil'se yüklenir yavruyu köye varır. Halil'in anası bir yavruyu anasından ayıran Halil'e çok kızar. Ancak olan olmuştur. Pandora'nın kutusu açılmıştır. Halil gittiği avlarda Alageyik tarafından çokça kandırılır. Gözden kaybolur Alageyik. Sonunda Halil avı bırakılır. Ta ki düğün gecesine kadar... Gerdek gecesi sırasında bir ses duyar
Halil... Geyik sesidir. Nişanlısı Zeynep'i bırakıp tüfeğini kapıp dışarı fırlar. Geyiğin peşine düşer. Alageyik oyun oynamaktadır. Bir o kayada görülür bir bu kayada... Sonunda son bir hamle yapar Halil. Bir kayaya atlarken kendini uçurumu boylarken bulur.

Derler ki Halil'in geyik avlamaya tövbe edişidir bu türkü...

Bir ağıttır. Hem yavru geyiğin hem Halil'in anasının ortak türküsü...

Her çalışta pek çok öyküye uyarlanabilir bu türkü... Bir ağıttır. Ortak bir ağıt...


Ben de gittim bir geyiğin avına,
Geyik çekti beni kendi dağına,
Tövbeler tövbesi geyik avına.

Gidin arkadaşlar kaldım kayada,
Siz gidin yoldaşlar kaldım burada

Ben giderken kaya başı kar idi,
Yel vurdu da ılgıt ılgıt eridi,
Ak bilekler taş üstünde çürüdü,
Gidin arkadaşlar kaldım kayada,
Siz gidin yoldaşlar kaldım burada.

Esvabım bohçada basılı kaldı,
Tüfeğim duvarda asılı kaldı,
Nişanlım da benden küsülü kaldı,

Gidin arkadaşlar kaldım kayada, Siz gidin yoldaşlar kaldım burada.

22 Ağustos 2014 Cuma

Eti Motto reklamında bir garip trompetçiyim



Oyunculuk için elbette ki eğitim gerekir. Bu eğitimin akademik olması şartı ise bence yok. Önemli olan çok çalışmak ve doğru insanlarla bir arada olmaktır.

Benim ilk oyunculuk deneyimim bir reklam filmi olarak daha yeni yayınlanmaya başlamış Eti Motto reklamı… Yukarıda belirttiğim şartlar benim için geçerli değil… Çünkü ben bir trompetçi olarak orada trompet çalıyor gibi yapıyorum. Bu da hiç zor olmadı. Çünkü ben bu role çok uzun zamandır çalışıyordum aslında.

Kendi içinde mizahı da hazır olan bu deneyimimden bahsetme sebebim şu sıralar havadan sudan bahsetme isteğimin bir yansıması. Ben ara ara böyle farklı deneyimlerimi blog sayfamda okuyucuyla buluşturacağım.
Hem müzisyen hem de bir blog yazarı olmanın getirdiği bazı kazanımlar var. Her şeyi yaşarken hikayeleştirmek ve bir senaryo gibi düşünmek… Kim bilir, belki de bu küçük deneyimi bir kurgu haline getirir, bir komedi filmi malzemesine dönüştürebilirim.

İzlediğimiz o 30-40 saniyelik reklamların çekim sürecini gördüğünüzde bir film çekmenin ne kadar zor olabileceğine karar verebiliyorsunuz. Ama reklam çekiminde çarpıcı olmak ve kısa sürede mesajı izleyiciye iletmek gibi önemli amaçlar var. Bu belki de işi daha da zorlaştırıyordur.

Bu minik oyunculuk deneyiminden sonra böyle işler teklif edilmeye devam eder mi bilmem. Devamı gelecek olsa da olmasa da şu sıralar ulusal kanallarda gösterilen reklam filminde herkesin gözü önündeyim. 30 saniyelik reklamın içinde 5 saniyelik de olsa… Ben Eti Motto reklamında bir garip trompetçiyim.



15 Ağustos 2014 Cuma

Tınılar Arası Yakınlaşmalar

Evet sevgili okuyucu, biraz da dinleyiciliğe terfi etseniz fena olmayacak. Zira bu naçiz blog yazarınız biraz da müzisyen olur. 

Yaz sezonu nedeniyle verdiğimiz uzun sayılacak bir aradan sonra ufak ufak yeni projeleri hayata geçirerek yeni sezona başlıyorum. Hatıra Defteri Project ile eski Türkçe şarkılara yeni soluk veriyoruz. Tınılar Arası Yakınlaşmalar ile de santur, trompet ve gitarın uyumuna kajonun ritmini ekliyoruz. Dünyanın tüm seslerine ve titreşimlerine yer verdiğimiz bu projede eski bir caz şarkısının yolculuğuna kaptırırken sonrasında bir Anadolu ezgisinin tınısıyla kendinizden geçebiliyorsunuz.

Tür olarak bir etiketle sınırlandıramıyorum. Dinleyicinin de herhangi bir tür beklentisi olmaması, yolculuğa ve sürprizlere hazır olması gerekiyor. Maksat müziğin evrensel olduğu gerçeğini eyleme dönüştürmek... İşte bu yüzden bir doğu enstrumanı olan santur ile bir batı enstrumanı olan trompeti bir araya getiriyoruz. Ben her ikisini de çalmaya çalışarak hiçbir şey söylemeden bir mesaj veriyorum aslında.

Bu mesajı duyabilecek, müziğin yolculuğuna çıkabilecek dinleyiciler arıyoruz. Atölye Kuledibi'nde 15 Ağustos ve 16 Ağustos'ta gidiş-dönüş yolculuk için yerinizi almayı unutmayın.

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Bu sokak müzisyenleri size ne etmiş?

Önce bahsedeceğim meselenin kişiselleştirilmiş halini aktarmak istiyorum. Dünkü yazımda bahsettiğim gibi kısa bir süredir İstiklal Caddesi’nde birkaç arkadaşımla müzik yapıyorum. Son çalışımızda yanımıza gelen sivil zabıtalar tarafından uyarı aldık. Trompetin yasak olduğunu söylediler. “Bu yasak” diye elimdeki trompeti işaret ederek “bir daha görürsek el koyarız” dediler.
Eminim çok müzisyen yaşıyordur. Yine de geri gelip çalıyorlardır. Direnmek gerekir de. Doğru. Ancak ben zabıtadan bıkarak başladığım bir müzik hayatına sahibim. Bağdat Caddesi’nde de aynı tantana olmuştu. Nişantaşı’nda da… Dolayısıyla siyasi bir malzeme çıkarmaya gerek yok. Yani birileri çıkıp “AKP’li belediyeler falan filan…” diye siyasi mesajlar verecekse vazgeçsin. Bunun siyasi değil sosyolojik bir sorun olduğunu söylemek zorundayım. Ki Kadıköy Belediyesi ve Şişli Belediyesi AKP’li falan değil…
Olay biraz kültürle alakalı… Trompetle de bir alıp veremedikleri yok elbette. Dinlemedikleri müddetçe tabi… Oysa ben öyle beyaz Türk kafasıyla “ben aslında cazdan başka müzik yapmam” diyerek yaşamıyorum. Bu toprağın müziğini yapıyorum. Bu toprağın müziği için katkıda bulunmak istiyorum. O müziğin içinde trompetin yer alması, hatasıyla doğrusuyla o duyguya katılması dinleyende olumlu bir etki yaratıyordu şüphesiz. Ancak bunun gibi çok örnekten hatırladığım gibi o ilginin negatif yansıması da oluyor. Şikâyet mekanizması…
Sokak müzisyenliği kent kültürünün çok önemli bir parçası… Müziğin de kendine ait dinamiği var. Eserine göre yükseleceğin, düşeceğin yerler var. Temponun artıp azaldığı noktalar var. Bütün bunları hakkıyla yaptığın zaman alkışı alıyorsun, ilgiyi topluyorsun. Ama biri o kadar olumlu hal içinde gidip seni şikâyet ediyor. “Bu adam çok gürültü yapıyor” diyor. Zabıtanın da canına minnet… “Müzik yapıyorlar abi, ne güzel işte” diyecek bir kültürü İstanbul’un kültür merkezi Beyoğlu’nda sahip olamadıysak hangi semtte sahip olalım. Turistler memnun… Farklı bir müzikal birlikteliğe şahit oluyor. Beyoğlu için daha iyi nasıl tanıtım yapılabilir?
Bunun bir sosyolojik sorun olduğunu, kültürel bir eksikliğin sonucu olduğunu söylemeyeyim de ne diyeyim? Mesela “zabıtalar beni sevmiyor” mu diyeyim? “Garibiiim, vurmayın abileriiim” mi diyeyim? Acındırma mı yapayım? Direneyim de bir dahakine enstrümanı mı kaybedeyim? Sonra orada üzerime benzin döküp yakayım mı? Heh! İşte ancak böyle bir çaresizlik içinde olduğunda varlığı prim yapıyor insanın. Bak… Laf lafı açtı. Diyelim ki benim trompete el koydular; kamyonete karpuz gibi attılar, paramparça yaptılar. Ben de o sırada kendimi kaybedip oracıkta intihar ettim. Haber olur. Zabıtaların bu davranışı protestolara konu olur. Ben de sokak müzisyenleri şehidi olurum. He mi?
Olayın bu aşamaya gelmesi abartılı bir kurgu elbette. Ama bu sorunun dillendirilmesi için de birinin ölmesine gerek yok. Kültürel gelişimini tamamlamamış, görev yapmakla saçmalamanın ayrımına varamamış, doğru inisiyatif kullanamayan insanlara verilen yetkini sonucu olarak sadece sokak müzisyenleri diken üstünde değil…
Sonuçta uzunca bir süre sokakta çalmayacağım. Olur ya sokakta çalınabilecek ses seviyesinde bir enstrüman öğrenirim; o zaman. Üzüldüğüm şey, sokağın ritmine uyumlu olarak uzunca bir süre çalamayacak olmak… Bir de bu zabıtalar beni niye sevmiyor arkadaş?






14 Mayıs 2014 Çarşamba

Soma'daki maden faciasını da paralel yapıya bağlayan çıkacaktı elbet!

Soma’da kömür madeninde meydana gelen patlama sonucu yüzlerce işçinin mahsur kaldı. Son belirlemelere göre ise 205 kişinin cansız bedenine ulaşıldı. Bu sayının daha da artmasından endişe ediliyor.
Kazanın ardından beklemedim değil. Birileri çıkıp bunu paralel yapıya bağlayabilirdi. Öyle de oldu. 

Twitter’da bir not… “Aylardır kaos ortamı oluşturarak hükümet yıkmayı hayal eden zihniyet bu amaç uğruna değil Soma, ülkeyi yakmaktan çekinmez bilin istedim.” Evet, bunu yazan bir insan…

Soma Holding ile AKP arasındaki ilişkiyi kısa bir özetleyelim. Paralel devlet değil, bizzat hakiki öz devletin sorumluluğunu gözler önüne biraz serelim.

Soma Holding Maden İşletmeleri Genel Müdürü Ramazan Doğru’nun eşi Melike Doğru'nun 30 Mart yerel seçimlerinde AKP’den Soma Belediye Meclis üyesi seçildiği ortaya çıktı. Geçtiğimiz ayın sonunda ise CHP’nin Soma’daki işçi kazalarıyla ilgili verdiği araştırma önergesi AKP’li milletvekillerinin engeline takılarak reddedilmişti. Bu durum bize bu kazanın iç yüzünün, firmanın olası ihmallerinin hasıraltı edileceğini söylemeye yetiyor.

Twitter’daki bu ‘yüksek zekâ’ ürünü tezden de anlaşıldığı gibi iktidar yanlısı olmanın çok ciddi sorunları var. İktidar yanlısı gazeteciler de hep bir ağızdan bu tip faciaların başka ülkelerde de olduğunu söylüyor. Enerji bakanının yaptığı açıklamada ise Soma’daki madenin önemine değinilmesi de ayrı bir tuhaflık göstergesi… Başbakan ise vaktinde madencinin kederi ölüm dememiş miydi?

Bu facianın altındaki sebepleri düşünürken peşinen hükümeti suçlamak gibi bir gayretim yok. En tarafsız haliyle baktığınızda bile Soma’daki madenin araştırılmasına karşı çıkan hükümetin, Soma Holding Maden İşletmeleri Genel Müdürü’nün eşinin AKP’den Soma Belediye Meclis Üyesi seçilmiş olması da bizi işkillendirmeye yetmeyecek elbet(!)

Eee ne oldu? Bayraklar yarıya indirilip milli yas ilan etti Başbakanlık. Madencinin kaderi için yas tutacağız. Üç gün… Kutlama yok. Yukarıdaki ilişkiler devam ettiği müddetçe o madenlerde her işçi yasının tutulmasını beklemeye mahkûm demektir. Taşeronlaştırma ve işin ehline değil, yandaşa verilmesi gibi ülkemize has yanlışlıklar devam ediyor. Edecek. O kadar da normalleşti ki. Dışarıda hemen herkes “ne var canım? Tabii uyum içinde kiminle çalışacaklarsa onunla çalışacaklar” gibi bir savunmaya geçebiliyor. O zaman kusura bakmayın. O uyum bizi öldürüyor. O uyum bizi tehdit ediyor. Onlar birbirlerini pohpohlayacak, birbirlerini kollayacaklar diye biz kendimizi kollayamayacak hale geliyoruz. Oraya alışveriş merkezi, oraya gökdelen, oraya maden, buraya santral… Bakarsanız göreceksiniz. Bütün bu ihaleleri kimlerin aldığını gördüğünüzde her şeyi daha iyi anlayacaksınız.

Şimdi soracaksınız. “Bu ülkede yıllardır maden kazası olur. Hükümeti suçlamak iş mi?” diye. Evet… O zamanlarda da hükümet suçluydu. Şimdi de öyle… Şimdiki durum ise artık daha kurumsal hal kazandı. İşte bütün mesele bu…




11 Mayıs 2014 Pazar

Hem 77 santim hem de kalkıyorsa uçtunuz demektir!

Dedim ki acaba konu cinsellik mi olsun? Buradan pornografik fotoğraflara bağlayıp blog yazarlığımı ‘zirvede’ bırakabilirdim. Ama yok… Bu kadar ciddi mesele içinde Atlasjet’in Pegasus ile olan rekabetine neden değinmek istedim?

Reklamlardaki o sloganlar beni de etkisi altına almış demek ki.

Koskoca firmalar… Kelli felli yönetim kurulu üyeleriyle böyle bir reklama karar veriyorlarsa ben de fıkramsı bir minibüsçü hikâyesi anlatırım. Neden olmasın?

Kadın minibüse biniyor ve şoföre soruyor. “Başıbüyük mü?” Şoför “büyük büyük” diyor. Kadın hızını alamayıp soruyor. “Ne zaman kalkar?” Şoför durur mu? Lafı yapıştırıyor. “Oturursan kalkar.”

Arkadaş ortamında bile anlatmışlığım olmayan bu fıkramsı hikâyeyi bu platformda yazacağımı hiç düşünmezdim. Amma velâkin Atlasjet ve Pagasus’un cinsel çağrışımlı reklamlarını görünce bir hayli cesaretlendim.

2011 yılında geniş koltuk aralıklarıyla öne çıkmak isteyen Atlasjet “İkinciyiz ama bizimki 77 santim” sloganını kullanmıştı. Pegasus ise bu kampanyaya “Bizimki 77 santim değil ama tam zamanında kalkıyor” şeklinde yanıt vermişti. Aradan geçen 3,5 yıl bu çekişmeyi ortadan kaldırmadı. Pegasus’un kendi internet sitesindeki verilerden yararlandığını söyleyen Atlasjet, “Hem 77 santim değil hem de zamanında kalkmıyorsa çok mutsuz olursunuz” sloganıyla yeni bir reklam kampanyası başlattı. Firmanın bu reklamı gazete ve televizyonların yanı sıra sosyal medya sitelerinde de kullanılıyor.

Aslında bir bakıma zekice bir çekişme… Karşılıklar çok cuk… Cinsel organ boyu ve ereksiyon konusunda açık bir gönderme yapan bu firmalar aslında benim anlatmaya çalıştığım o fıkrada minibüs şoförünün muzip ve utanmaz zekâsından farklı bir kampanya içinde değil… Açıkçası televizyonda açıkça sevişmekte olan bir çift kullanılsa bu kadar etkili olmayacak. Bunu da çok iyi biliyorlar. Gren Peace’in geçtiğimiz yıllarda balık avcılığıyla ilgili yavru balıkların avlanmaması üzerine başlattığı “sizinki kaç santim?” kampanyasında görüldüğü gibi ticari olmayan bir durum için bile dikkat çekmek cinsel objelerle, çağrışımlarla mümkün oluyor.

Sloganlara gel! İlk 69 koltuğun 69 TL’den satılmasını duyuracaklar. “69’u çok seveceksiniz!” diyorlar. “77 santimin kıymetini oturanlar bilir!” diyorlar mesela. Sonra bir sanat eserinin ‘müstehcenliğine’ takılıyor millet.

Ha asıl meselemiz de sanırım bu. İnsana dair her şey sanatın konusudur. Bir sinema filminde, tiyatroda, resimde, heykelde cinsellik olabilir. Sanatın geliştiği toplumlarda cinsellik değil sanatsallık ön planda tutulur. Sanat öylesine kırılgandır ki onu bu yolla bizim gibi toplumlarda harcayabilirsin.


Neye baksa seks aklına gelen toplumlarda ise damacana bile cinsellik konusuyken, kapitalizm çok fazla yorulmayacak. Ama ne yalan söyleyeyim. Ben bu iki firmanın iki zeki mahalle abisinin çekişmesine benzeyen atışmasını sevdim.

6 Mayıs 2014 Salı

En az üç fidan asardı devlet!

6 Mayıs 1972… Türkiye tarihinin utançlarından biri… Darağacında 3 fidan…

Ülkedeki fertlerin özgürlüğü ve tam bağımsız Türkiye mücadelesi vermiş herkes gibi onlar da o dönem ‘vatan haini’ olarak suçlanmıştı. Onlar da o günün ‘paralel’ maşaları olarak gösterilmiş, idamları meşrulaştırılmıştı.

Günümüzde de hükümet işlediği suçları görünmez kılmak için suçlarını ifşa edenleri, suçlarına karşı tepki gösterenleri vatan hainliği kefesine koyarak kendini Yeni Türkiye’nin istiklal mücadelesini veren savaşçı ilan ediyor. Gerçekten bunun mücadelesini verenleri suçlu göstererek taraftarlarını da provoke edip saflarını belirgin hale getiriyor.

Dün de böyleydi. Bugün de böyle… Cumhuriyet tarihi boyunca böyle oldu bu. Bugün idam yok belki… Ama idamların olduğu dönemdeki vicdani düzey bugünle aynı… “Gezi müebbetlik” diyecek hale gelmiş iktidar kişileri, ellerine ilk geçen fırsatta darağaçlarını da kurarlardı. O direnişe katılmış herkes Taksim Meydanı’nda asılırdı. Hatta kimileri Twitter’dan gülücüklü “Alın size Taksim” mesajları saçardı.

Vicdani anlamda ne değişti? Toplum ne kadar evrimleşti? Hala gücü elinde bulunduran her kimse, onun arkasında değil mi çoğunluk? Üstelik gelişmeyi geçtim, gerileme var. Türkiye tarihinde hiç bu kadar iktidar yanlısı olma yarışı yaşanmamıştı. İktidardan maaşlı gazetecilerin türediği bir ülkede devlet 3 fidan asmasa da artık, en 3 fidan öyle ya da böyle öldürülür de, arkasından ‘vatan haini’ diye bağıran gazeteci müsveddeleri sayesinde sistem yürür bir şekilde.

Kafa aynı kafa…

“Allah devletimizi başımızdan eksik etmesin” anlayışının bireyin ön planda olduğu toplum düzeni için ne kadar büyük bir engel olduğunu söylemeye gerek yok. Kendi adına karar verilmesini seven, kafa yormaktan nefret eden toplumun için en kolay çıkış yoludur. Tıpkı çoğu evlilikte kadının eşinin sözünde çıkmaması “ben bilmem beyim bilir” demesine benzer… O nasıl kadın erkek ilişkisinde bir dizi soruna neden oluyorsa, toplum devlet ilişkisindeki benzeri de aynı sorunlara neden olur.

Devlet, kendine itaat edilmesine alışır. En ufak bir karşı çıkışla karşılaştığında öfkelenir. Tehditle karşılaştığını düşünür.

Ve en üç fidan asar devlet. En üç fidan vurur, vurdurur. İdam yok diye sevinmeyelim yani. Polisin ‘masumane’ gaz kapsülü bile öldürücü olabilir. Geçmişte çocuk idam eden devlet, şimdi sokak ortasında çocuk öldürür. E ne değişmiş ki şimdi? Deniz, Yusuf, Hüseyin ve niceleri bu zamanda bulunsalardı, şu an Gezi’de katledilen canlar arasında sayıyorduk. Çünkü vicdani durum aynı… Çünkü devlet aynı…


Öyle ya da böyle en az üç fidan keser bu devlet.

15 Nisan 2014 Salı

Google Glass bu akşam satışa çıkıyor.Yine seks satacak!

Giyilebilir teknolojilerin son dönemlerdeki gözdesi ‘Google Glass’, bugün satışa çıkıyor. 1500 dolar olan akıllı gözlük, Türkiye’den de satın alınabilecek. Şu anda teknoloji meraklıları 19:00’ı bekliyor. Çünkü Türkiye saatiyle satışa başlanacak zaman bu. Ayrıca bir endişe de hâkim… Bunun sebebi ise satışın sadece bir gün sürecek olması, ürünlerin stoklarla sınırlı olması ve stoktaki miktarla ilgili bir açıklama yapılmaması…
Teknoloji tutkunları bu krizi de atlatacaktır.

Akıllı telefonlar, tabletler hala kapış kapış… Bu ürünleri gerçekten ihtiyacı olduğu için alan kaç kişi var peki? Bugün hiçbir işi olmayan, lisede okuyan bir insanın bile elinde olan akıllı telefonlarla akıl kavramıyla dalga geçen oyunlar oynanıyor. Sadece telefonların, bilgisayarların, gözlüklerin akıllı olduğu bir dünya hızla kuruluyor gibi. Zaten o kadar fonksiyona sahip bir telefon ya da tableti satın alarak o fonksiyonları oyun amaçlı olarak kullanmak akla çok uygun bir davranış değil… Akıllı telefonların da yüklenebilen sohbet uygulamaları sayesinde flört amaçlı kullanıldığını, elinde çılgın bir akıllı telefonun ekranına baygın bir gülümsemeyle bakan kızın aslında “ne kdr ttlsnJ” mesajını okuduğunu düşündüğünüzde teknolojinin ihtiyaç dâhilinde değil moda rüzgârıyla talep edildiğini görürsünüz. Bugün, “ya nasıl tabletin olmaz?” diyen bir insanın, dışarıda geçen zamanımı denizi izleyerek, yağmurun tadını çıkararak değerlendirdiğimi söylesem fakirliğime bir bahane gibi algılanacaktır. Oysa benimkisi fakirlikten çok, teknolojiyi geriden takip etme eğilimidir. Bunun da bir teknolojik yeniliğin ucuzlayınca elime geçmesi gibi avantajı var. Kişisel kısmı bir kenara bırakalım şimdi.

Asıl mesele aslında girişini de yaptığım gibi teknolojik bir yeniliğin asla ihtiyaç duyulduğu sebepten satışı patlamaz. Google Glass denen bu teknoloji harikası ürün de aynı durumdan muzdarip olacak. Örnekse ürün için daha şimdiden üretilen seks uygulaması…

Google Glass için geliştirilen yeni bir uygulama kullanıcıların özel yaşamına doğrudan giriyor, hatta yatak odasına... Londra'da okuyan Lübnanlı üniversite öğrencisinin geliştirdiği uygulama kullanıcıların seks yaşamına hareketlilik katmayı vaat ediyor. Her şeyin ilk seksi çağrıştırdığı bir coğrafyanın fertleri olarak bu akşam saat 19:00’da sanal bir ticaret kavgasına belki de işte bu yüzden girişeceğiz.

Oysaki gözlüğün faydalı olduğu alanları düşündüğünüzde büyük bir ihtiyaç daha yaratılıyor diyebiliriz. Arama kurtarma çalışmalarında yer tespiti, adres bulma… Hayat kurtaracak bu ürün için New York’ta bir itfaiye eri ve aynı zamanda bir bilgisayar programcısı olan Patrick Jackson uzun süredir Google Glass uygulaması üzerinde çalışıyor. İtfaiye erlerine yönelik olarak geliştirilen bu uygulama itfaiye erlerine en yakın yangın musluklarının yerini gösterirken, örneğin bir evde yangın çıkmışsa o evin kroki planını ekrana getirerek kurbanları nasıl en kolay şekilde evden tahliye edebileceğini belirtiyor.


Böyle faydalı çalışmalar yapılırken eğlence ve seks maksatlı da kullanılacak olan bu gözlük, bizde de büyük oranda eğlence ve seks amaçlı kullanılacaktır. Zaten belki de ürünün satışını arttıracak en önemli fonksiyonun bu olduğu Google tarafından da iyi bilindiğinden bir pazarlama taktiği olacak. Ne de olsa seks satar. Gerisi yalan…

10 Mart 2014 Pazartesi

Oylum Talu ve Müzmin Ezilmişlik Psikolojisi

Oylum Talu’nun TV8’de sunduğu bir program var. “Anlatacaklarım Var” isimli bu programın izlediğim son bölümünde Oylum Talu, internette de çokça dolaşmış olan “26 Kadın İcadı” başlığına programda yer verdi. Buraya kadar gayet normal… Kadınların bilim ve teknik konusunda da yetenekli olabileceğini kanıtlayan, aslında hiçbir ayrım olamayacağını idrak ettiren bir sıralamaydı. Ancak Oylum Talu’nun sunumunda belki de istem dışı olarak bir şaşırma tonlaması yer alıyordu. Bu şaşkınlık sözcüklere de yansıdı.

Talu bu şekilde düşünmüyor olsa da “düşünebiliyor musunuz? Bir kadın çelik yelek icat ediyor.” diyerek “olmaz, ama nasıl olmuş hayret!” tınlaması ortaya çıkarıyor. Stephanie Kwolek isimli kadın bir mucidin icat ettiği çelik yelekte daha çok şaşırmasının bulaşık makinesini icat eden Josephine Cochrane’dan bahsederken ise o kadar şaşırmamasının da doğu toplumlarına özgü başka bir sebebi var. Bulaşık kadın işidir zaten. Kadınların toplumdan soyut yaşamasını isteyen erkek modeli için bile kabul edilebilir. Sonuç itibariyle erkek işine karışmamıştır. Kendi yaşam alanı içinde bir pratik geliştirmiştir. Ama çelik yelek öyle mi? Bilgisayar, yazılım öyle mi? Hastalıklara çare öyle mi?

Bilim kadını diye bir kimliğe bile henüz alışamamış, “bilim adamı” dendiğinde de sadece erkek figürü aklına getirmiş bir toplumun içinde en çağdaş düşünceye sahip olabilecek bir kadında bile bu eziklik hissini yakalayabiliyorsunuz, ne yazık ki…

Ben elbette ki niyetinin böyle olmadığını biliyorum. Ancak Talu’nun bu ifadesi genetik bir kodlamanın sonucudur. Kadının coğrafyamızdaki tarih boyunca geride kalmışlığı, ezilmişliği günümüz kadınların boynunda hala bir ‘madalya’ olarak duruyor. Bugün “bakın erkekler, biz de varız” demek isterken bile “bakın erkekler ne garip ki biz de varmışız” demesi bu sürecin bir parçası…

Mucit olacak kişinin gerekli birikim, beceriyi içinde barındırması yeterlidir. Dolayısıyla cinsiyete göre meslek paylaşımı çizelgesi icat etmeye gerek yok.

Biz kadınlara hangi işlerin daha çok yakıştığını söyleyen sözlere çok tanıklık ettik. Öğretmenlik en ideali… İşten eve dönüş saati belli, değil mi? Öğretmenliği idealistliği üzerinden değil, eve geliş saati yönünden uygun bir kadın mesleği olarak gören bir toplum, icat çıkaran kadını da pek sevmez. En sevenin de ifadeleri bu şekilde olacaktır. “Düşünebiliyor musunuz? Hem de bir kadın bunu icat etmiş.”


En olumlu tepki buyken bu ülkede kadın mucidi desteklemek bir ütopya… Kadın dediğin kek, börek icat etsin! Ahşap boyasın, dantel örsün… Onun dışında icat çıkarmasın lütfen!

2 Mart 2014 Pazar

Akkuyu'ya Nükleer Santral ve Rosatom'un Sicili

Akkuyu’ya inşa edilecek nükleer santral daha şimdiden pek çok konuda alarm veriyor.
Nükleer enerjinin daha az maliyetli olduğuna dair masal malumunuz… Türkiye’de vatandaşları bu masalla uyutarak nükleere karşı herkesi vatan haini gibi göstermeyi kolaylaştırmaktalar.
Akkuyu’daki nükleer santrali yapacak olan Rosatom’la yapılan anlaşma gereği Türkiye, santral tamamlandıktan sonra 15 yıl boyunca üretilecek elektriğin %50’sini kilovat/saat başına 12,35 cent ödeyerek satın alma garantisi veriyor. Oysa 2014 yılında belirlenen toptan elektrik birim fiyatı 6,92 cent… Bu da demek oluyor ki iki katına yakın elektrik fiyatıyla karşı karşıya kalacağız.
Bu işten en kazançlı çıkacak olan Rosatom… Çünkü hem bedelsiz bir şekilde sahip olduğu alana bu santrali inşa ettiğinde firmanın 31 Milyar dolar kar etmesi bekleniyor. Zararda olansa ekonomik ayağı açısından Türkiye vatandaşları olacak.
İşin ekonomik sıkıntısından daha ciddi bir şey var. Para yerine gelir. Doğa gelir mi?
Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna göre santrali soğutmak için denizden alınacak su, yeniden denize verilecek. Sualtı yaşamını bu kirlilik 10 yıl sonra bitirmiş olacak. Santralin inşa edileceği alanda da bir yeşil katliamı yapılacak zaten. Cenneti cehenneme çevirmeyi bir alışkanlık haline getirenlerin, cennete gitme sevdasıyla ortalıkta gerinerek dolaşması ne garip bir durumdur!
Bütün bu sorunlara rağmen sesini çıkarmayan ve hala bu katliamı yapanları destekleyen halkın “neden yağmur yağmıyor ki?” diyerek şaşkın şaşkın havaya bakması gayet normal.
Ucuz enerji iddiası çürüdü. Doğaya zarar vermeyeceği iddiası da… Peki, nükleer kaza olasılığını ne kadar düşürdüler dersiniz?
Bizimkilerin yine vazgeçemediği alışkanlığıdır. Geçmişte depreme dayanıksız binaların sahibi firmalara verilen kamu ihalelerini unutmadık. Şimdi ise çok sayıda kaza sicili olan Rosatom’a memleketi emanet ediyorlar.
Rosatom’a neden güvenemeyeceğimizin sıralaması şöyle:
Kyshtym Santrali-Rusya 29 Eylül 1957
Çernobil-Ukrayna 26 Nisan 1986
Sosnovy Bor-Rusya 1992
Leningrad Nükleer Güç Santrali- Rusya 1975, 1992, 2005, 2009
Görüldüğü üzere firmanın sadece bir santraldeki kaza sayısı 4… Çernobil dünyaya bedel zaten…
Bu listeye Akkuyu’nun eklenmeyeceğine dair bir garanti var mı? Devlet ne yapmak istiyor? Bunun açıklamasını yaparken de çevrecinin daniskası olduklarını söyleyecekler, değil mi?
Akkuyu’ya yapılacak nükleer santral daha şimdiden alarm veriyor. Buna imza atarken övünen hükümet, önce doğaya sonra insan yaşamına düşecek ateşin sorumluluğunu üzerine almaya hazır mı?



Bitmeyen Fetih:Ayasofya

Ayasofya, üzerinde yaşadığımız coğrafya için önemli bir sembol… Bizans İmparatorluğu’nun 567 yılında, başkenti Konstantinopolis’te Hristiyan dünyasının sembollerinden biri olarak inşa ettirdiği Ayasofya, (Hagia Sophia) çok özel bir yapıydı. Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında İstanbul’u işgal edip ele geçirmesinin ardından camiye çevrildi.
Cumhuriyet’in ilanından sonra 1934’te dengeli bir politika oluşturmak hedeflenmiş olsa gerek, Ayasofya müzeye çevrildi. Ancak mesele burada kalmayacaktı. Ayasofya’nın yeniden cami olması için dini toplulukların eylemleri yıllarca devam etti. 12 Eylül darbesinden kısa bir süre önce kısmen ibadete açılan Ayasofya, darbenin ardından yeniden ibadete kapatıldı. Müze olarak kalan tarihi yapının,  sonunda 10 Şubat 1991’de Hünkâr Mahfili kısmının namaza açılmasıyla tartışmalar ortadan kalktığı düşünüldü.
Ancak Türk-İslam senteziyle meydana gelmiş olan toplumsal algıya hâkim olduğu ülkenin Ayasofya üzerindeki hayalleri ortadan kalkmış değil. Üstelik Meclis çatısı altında da ufaktan konuşuluyor. Eski Türk Tarih Kurumu Başkanı MHP Grup Başkanvekili Yusuf Halaçoğlu’nun önerisi ile Ayasofya tartışması yeniden alevlenecek gibi… Halaçoğlu, 7 Kasım’da Ayasofya’nın cami olarak açılmasını isteyerek bunun sebebini Twitter üzerinden “Müze yapılması hususunda çıkarılan 7.11.1934 tarihli kararname sahte çıktı. Resmi Gazete'de yayımlanmamış. ‘Atatürk’ adı verilmeden onun adı kullanılmış. Bu soyadı verilmeden adı böyle kullanılmış” sözleriyle açıkladı. Ve bu gerekçe de yeni bir gerekçe değil. Pek çok kez dillendirilmişti.
Peki, Ayasofya konusundaki bu anlaşmazlığın sebebi ne? Neden aslında bir kilise olan bir mekânın müzeye dönüştürülmesinden ve böylece dinler arasında eşit mesafeyi simgelemesinden rahatsız olunuyor? Neden cami olmasında inat ediliyor?
Ayasofya İstanbul’un İslam coğrafyasına dâhil olmasıyla birlikte ‘fetih’ denen olayın tamamlayıcısıydı. Ayasofya’daki dönüşüm kentin el değiştirmesinin önemli bir sembolüydü. Dolayısıyla müze olması, Osmanlıcılar için bir kayıp olarak algılanmaktaydı ve kısmen ibadet edebilme imkânı bile bu yargıyı kırmaya yetmedi.
Bugün Türkiye’deki milliyetçi hareketin Ayasofya mücadelesi, bu bitmeyen fetih kavgasından kaynaklanıyor. Üstelik Ayasofya, medeniyetler merkezi coğrafyamız için güzel sembollerden biriyken, bir dinin ibadethanesi olmaya indirgenmesi, onun tarafsızlığına zarar vermekten başka bir sonuç doğurmayacağı gibi bir de yanlış tarih okumasına işaret ediyor.
Tarihe saygısını, ancak kendi ırkının veya dininin hâkim olduğu dönemle sınırlayan bir algıdan bahsediyoruz.
Ayasofya bir Bizans eseridir. Ve onu camiye çevirmekte inat etmek, tarihi işgal etmeye devam etmek ve bu ‘fetih’ algısını devam ettirmek, o coğrafyaya, insanlığa bir fayda sağlamaz. Adil olunacaksa İstanbul’un tarihini oluşturan hiçbir unsuru reddetmemek gerekiyor. Ayasofya’yı cami yapmaya diretmek değerleri asimile etme çabasından başka bir şey değil…
Ayasofya kiliseydi. Sonra müze oldu. Bana soracak olursanız müze olarak kalması yeterli değil. Eğer tarihe saygı göstereceksek, Hristiyanlar için de zaman zaman ibadete açılsa Ayasofya’nın hakkı teslim edilmiş olur. Onun cami olmasına inat etmek istilacı bir anlayıştan başka bir şey değildir.