Spor Haberleri

Köşe Yazıları

29 Şubat 2012 Çarşamba

Ölüme Yalpalayanlar


Sabah erken kalktı. Tıraşını oldu. Saçlarını özenle arkaya tarayıp adeta yapıştırdı kafa derisine. Bunu yaparken de seyrelmeye başlamış saçlarının altından kafa derisinin görünmemesine gayret gösterdi. Saçları seyrelmeye başladığından beri, bu “kafa derisi takıntısı” onu fazlasıyla zorlamaktaydı. “Hepsi dökülünce ne yapacağım?” diye geçirdi aklından bir an. Sonra düşünmesi gereken daha önemli bir şey olduğunu fark etti. Bugün geçen haftadan bu yana planladığı bir işi gerçekleştirmeliydi. Geçen hafta aldığı bu işi, iki gün içinde ‘teslim’ etmeliydi. Ve ilke olarak da en geç bir gün önce bitirirdi işini.

O bir kiralık katildi.

Bu iş onun son işi olacaktı. Bunu bir jübile olarak düşünüyordu. Dünyanın en keskin nişancısı, en iyi gizlenen ve asla yakalanmayan kiralık katili olsa da hayatının bundan sonraki kısmını, buralardan çok uzakta bir ülkenin sahil kasabasında, sakin, huzurlu bir şekilde geçirmeyi, dinlenmeyi, düzenli bir hayat kurmayı, âşık olmayı hak ediyordu. Evet, her şeye rağmen… Bir katil olmayı ve bu suçtan para kazanmayı seçmişti yıllar önce. Seçmiş miydi? Babası o daha küçük bir çocukken annesini döverek öldürmüştü. O sırada bacaklarına yapışan kız kardeşini de tutup yere fırlatmış, kız kardeşinin felç olmasına neden olmuştu. Bütün bunlar olurken o korkudan kanepe altına saklanmış, o kısacık aralıktan olanları görmeye çalışmıştı. Korkmuştu. Kız kardeşi kadar cesur olsaydı, belki annesi hayatta olacaktı. Kız kardeşi de… Felç olan kız iki sene sonra geçirdiği bir kalp hastalığı sonucu yaşamını kaybetmişti. Annesi… Ne kadar güzeldi… Ve canı, kardeşi… Ne kadar tatlıydı…

Onu dayısı yanına aldı olanlardan sonra. Ama o kısa bir süre içinde evden kaçarak sokaklarda büyümeyi tercih etti. İlk cinayetini bir cep harçlığı karşılığı on beş yaşındayken işledi. Ve bir süre sonra fiyatını yükseltmiş ve ufak bir servete kavuşmuştu. Hiç yakalanmadı. Şehrin karanlık suç örgütlerinin ve elini kana bulamak istemeyen zengin iş adamlarının gözdesi haline gelmişti. Adeta bir ‘ölüm meleği’ haline gelmişti. İşleri kabul ederken bir ilkesi daha vardı. O da kadınlara ve çocuklara dokunmamak… O yüzden tüm kurbanları erkekti.

Mesleğini sorgulamayı bırakalı uzun yıllar olmuştu. Vicdan muhasebesini bırakalı da… Peki, bu kadar rahatlamayı nasıl başarmıştı? Kim rahattı peki? Şirketlerin yüksek maaşlı çalışanları mı? Silah üreten fabrikaların işçileri mi? İnsanları tüketim çılgınlığıyla paralar kazananlar mı? İşte bir kiralık katil olarak o da en az onlar kadar rahattı. Eğer bir silahınız varsa, gönül rızasıyla hayatlarını tüketen insanların olduğu bu dünyada mutlaka o silahı ateşlersiniz. Hatta defalarca…   Bir dakika, bir dakika… Sadece kendini kandırıyordu. Elindeki kanı bu avuntuyla temizleyemezdi. Kendini kandırsa da asla pişman olmazdı. Garip bir paradokstu bu.

Ömürlerin tüketildiği bir dünyaydı burası. Geçenlerde bir gün içerisinde gördüğü ve duyduğu ölümleri hatırlıyordu evden çıkmak için son hazırlıkları yaparken. Arabasıyla sokakları dolaşırken, yol kenarında bir sarhoş görmüştü. Şişesindeki son yudum şarabı, son bir güçle kafasına diken, sonra da biten şaraba lanet edip, bol salyalı bir küfürle şişeyi caddeye fırlatan adamı izlemişti. Adam ölmekteydi. Katili kimdi? Sessizce ölen bu adamı kim öldürüyordu; kendisi mi? Dün köprüden atlayan genç adamın ve bu sabah üçüncü sayfa kahramanı intihar kurbanlarının katili? “Yoksa ben miyim?” diye düşündü adam. Kendini her cinayetin katil zanlısı olarak gördüğü, vicdan muhasebesi dakikalarıydı. Ancak kendi öldürdüklerine karşı duymazdı bunu. Peki, kendini suçlu hissederken neden sorumlu olduğu ölümleri düşünmezdi? Bilemedi. Bilemeyecekti.

Hazırlanması bitmişti. Çantasını bir kez daha kontrol etti. Silahını, yedek şarjörlerini yokladı. Öldüreceği adamın gizli çekilmiş fotoğrafına bir kez daha baktı. Bir hafta içinde onu takip ederek yeterince tanımıştı. Yine de fotoğrafın yanında durmasını tercih etti. Daha da önemlisi yine bir başka ilke olarak, müşterilerinden talep ettiği mektubu kontrol etti. Zarfı kapalıydı. Cinayetten sonra açacaktı. Cinayet öncesi öldürme sebebinin ne olduğunu bilmemeyi tercih ediyordu. Kim bilir, belki de vicdanının devreye girmesinden korkardı. Sebebinin bir önemi yoktu öldürmesinin. Kurbanın bir erkek olması yeterliydi. Böyle bir mektup talep etmesi de tamamen koleksiyon amaçlıydı.

Yola çıkmak için hazırdı. Dışarı çıktı. Arabasına bindi. Arabayı çalıştırmadan önce son bir kez yüzüne bakmak için dikiz aynasına uzattı kafasını. Saçlarını kontrol etti. Derisi gözükmüyordu. Hafifçe gülümsedi. Kahverengi gözlerindeki ışığı sönmüş ifadeye takıldı bir süre. Göz çevresindeki hafif kırışıklıklara ve yüzünün düzgün tıraşına… Bu gözlerle güzel bir kadına doyasıya bakmamış olmanın verdiği hüznü yokladı içinde. Kısa sürdü ve kendine geldi. Arabayı çalıştırıp yola koyuldu.

Kurbanın kim olduğunu, nerede oturduğunu ve günün hangi saatinde, nerelerde dolaştığını kısa takiplerle daha önce tespit etmişti. Kurban bu anlamda kolay lokmaydı. Çünkü her gün belli saatlerde, belli yerlerde olurdu. İşi gücü yok muydu bu adamın?

Öğleden sonra saat üçte işini bitirmeyi planlıyordu. Ama yine de erken gidecekti. Saat konusunda bir aksilik çıkmasını istemiyordu. Kurban saat iki sularında Taksim’de Gezi Parkı’ndaki çay bahçesinde oturur etrafı seyrederdi. Güzel kadınları süzer, göz göze geldiğine gülümser, kimine göz kırpar ve hatta onlara yaklaşmaya çalışırdı. Çapkındı anlaşılan. Bekâr da olmalıydı. Burada oturduktan bir süre sonra kalkar, gazete bayiinden gazetesini alır, meydana doğru yürürdü. Orada bekleşen genç kızları görebilecek bir nokta bulup oturur, gazete okurken arada onlara bakışlar atardı. Yine böyle bir rutin gün olacaktı onun için bugün de. Ama bir dahaki günleri yaşayamayacaktı.

Trafiği de göz önünde bulundurarak erken çıktığına memnun oldu. Çünkü bir kaza sonucu en az yarım saat boyunca her gün o saatte akıcı olan bir yolda bir konvoyun arasında kalmıştı. Kazada yaralananlar ve belki de ölenler, ambulanslara bindirildi. Ve bir süre sonra yol tekrar trafiğe açıldı. Kaza yerine baktı geçerken. Ve yerlerdeki taze kan birikintilerini fark etti. Hiç yabancı olmadığı kanlı görüntüler, onu bu sefer rahatsız etmişti. Dolmabahçe’den Taksim yoluna doğru döndüğünde kaldırım kenarında bir adamın bir kadını dövdüğünü gördü. Kaldırımdan geçen herkes son hızla oradan uzaklaşıyordu. Bir kurşun da ona sıkmak istedi. Duraksadı. Sonra işini hatırlayıp beyninden ateş fışkırtarak tekrar hızını arttırdı. “Keşke bu adam olsa bugünkü kurbanım” diye mırıldandı.

Sonunda otoparka varmıştı. Arabasını kolay çıkabileceği bir yere park edip arabadan indi. Yolda gördüğü acıları düşündü. Bugün biraz daha kinliydi her şeye. Gezi Parkı’na doğru yürüdü. Çay bahçesine geçti. İşte, adamı oradaydı. Yine insan trafiğinin kıyısına oturmuş, etrafı izliyordu. Bakışları rahatsız ediciydi. Katil hiçbir şeyden habersiz orada günün tadını çıkaran adama kısa bir acıma hissetti. Ama sonra bu acıma duygusundan nefrete doğru hızlı bir geçiş yaptı. Güneşli bir hava vardı bugün. Yakıcı… Ama sert bir rüzgârla bu yakıcılık çok hissedilmiyordu. Rüzgâr kurbanın kulağına o gün öleceğini fısıldıyordu. Adam tınmıyordu bile.

Katil de tıpkı müstakbel kurbanı gibi etraftaki güzel kadınların varlığını fark etmişti. Ama bakamıyordu. Bir kadının gözlerine uzun uzun bakmak onun için hep zor olmuştu zaten. İçine bir acı çöktü. Saatine baktığında iki buçuğu biraz geçmekte olduğunu fark edince tekrar işine odaklanmaya başladı. “Ölmek ne kolay” diye düşündü bir an. Sessizce geliyordu ölüm. Hiç ummadığın bir anda, hiç ummadığın bir sokakta, hiç ummadığın ve hatta tanımadığın birinin namlusunda olabiliyordu ölümün. Tıpkı bu adam gibi, belki de dünyada on binlerce insan farkında olmadan ölümü bekliyordu. “Hepsine yetişemem” diye düşündü ve belli belirsiz gülümsedi. Tekrar saatini kontrol etti. Zaman geliyordu.

Tahmin ettiği gibi adam, gazete bayiinden asla okumadığı halde gazetesini aldı. Meydana doğru yürüdü. Işıklarda beklemeden pek çok İstanbullu gibi yola atlayıp karşıya geçti. Katil endişelendi. Onun bir arabanın altında kalmasından korktu. Ne garipti! Öyle, ama kurban son dakikasına kadar onun sorumluluğundaydı. Sessizce arkasından yürümüştü katil. Ama o ışıklarda beklemeyi tercih etmişti. Adam meydan da kalabalık ve gölge bir kenara çöktü. Pek çok insan oradaydı ve birilerini bekliyordu. Kimi de bekliyormuş gibi yapıyor olabilirdi. Bazısının elinde çiçekler vardı. Kimisi kulaklarında kocaman kulaklıklarla hafif sallanarak müzik dinliyordu. Kimileri de havadan sudan birbiriyle konuşuyordu. Bir iki sarhoş adam da ortalıkta yarı ölü bir şekilde dolaşıyordu. Anneler, babalar, çocuklar keyifli ve sakin yürüyordu meydanda. Katil de şimdi o meydandaydı.

Kaç kişinin bir amacı vardı bu şehirde? Kaç kişi mutluydu? Belli değildi bu. Tüm istatistikler, herkesi mutlu ilan etse de bu mutluluklar bir şaşkınlığın, belki de bir boşlukta salınmanın ürünüydü. Peki, katilin mi amacı daha değerliydi? Katil bunları düşünürken yakaladı kendini. Saatine baktı. Biri için hayatın son bulmasına aşağı yukarı on dakika kalmıştı. Sakin bir köşe buldu. Güneş gözlüğünü çıkarıp, onun yerine kablosuz dürbün ve nişan alma cihazı olarak kullandığı gözlüğü taktı. Dışarıdan bakıldığında bu şık bir güneş gözlüğünden farksızdı. Kalabalıklar içinde çalışması gerektiğinde bunu kullanırdı. Oysa kalabalıklarda çalışmaya genellikle çekinirdi. Müşterisinin özel talebiydi bu. Herkesin olduğu yerde, herkesin gözleri önünde can vermeliydi ölmesi gereken adam. Müşterisi de oralarda bir yerlerde olacak ve olan biten izleyecekti. Ve şu an otellerden birinin üst katında bir yerlerde ‘manzarası iyi’ bir yer seçmiş olmalıydı. Peki, bu şekilde ölmesini ve gözleri önünde can vermesini isteyecek kadar, ne yapmış olabilirdi adam? Bunu işini bitirdikten sonra açacağı zarftakileri okurken öğrenecekti. Ve buna sadece iki dakika kalmıştı.

Gözlüklerine gelen görüntüyü netleştirdi. Silah, koluna taktığı spor görünümlü çantasının üst kısmında özel bir bölmede ileriye nişan almış şekilde bekliyordu. Mermileri şarjöre vermeden önce kablosuz kumandanın çalışıp çalışmadığını kontrol etti son defa. Çalışıyordu. Şarjörü kimse görmeyecek şekilde doldurdu. Henüz elindeki teknoloji bunu otomatik olarak yapamıyordu. Belindeki yedek silahını da kontrol etti. Artık her şey hazırdı. Adamı çok net görüyordu. Tetiği çekecek kumandanın düğmesine bastı. Susturucu iyi çalışmıştı. Ancak hedefin önüne üç yaşlarında bir kız çocuğu geçmişti. O sırada fark etmediği şey, adamın küçük bir kız çocuğunu yanına çağırıp onu sevmek istemesiydi. Her şey birkaç saniye içinde oldu. Küçük kız hedefin önüne geçmiş, farkında olmadan adamın önüne siper olmuştu. Kız yerde yatıyordu. Ve olanları dehşet içinde izlemekteydi katil. Zavallı küçük kızın annesi de oraya koşmuş, kızının başında feryat etmekteydi. Bir mermi daha sıkmalıydı. Bu adam ölmeliydi artık. Adam annenin yanında kızı yerden kaldırmaya çalışırken katil bir an sendeledi. Ve ikinci kurşun da anneye isabet etti. Bu sefer kurban silahın nerden ateşlendiğini fark etmişti. Katil hayatında ilk defa panikledi. Adamla göz göze geldi. Ona doğru koşmakta olduğunu gördü. Belindeki silahı çıkardı. Çantası kolundan düşmüş, çantadaki silah şarjörde kalan son üç mermiyi kendi kendine ateşlemiş, iki kişiyi ayaklarından yaralamıştı. Katil elindeki silahı kontrolsüzce ateşlerken birkaç kişinin de ölmesine neden oldu. Bunlardan biri burun buruna geldikleri kurbanı oldu.

İnsanlar panikle etrafta koşturuyordu. Kimileri çığlık atıyor, kimileriyse yerde yaralı yatan insanları kaldırmaya çalışıyordu. Kalabalık bir polis ekibi olay yerine geldi. O sırada katil yerdeki açılıp içindekilerin yere saçıldığı çantasının dışına düşmüş mektubu açtı. Kısa bir nottu: “Kızıma tecavüz eden adam o. Tahrik indirimi denen bir saçmalıkla yatması gerekenden çok az yattı. Kızım onun yüzünden intihar etti. O bu meydanda, herkesin içinde ölmeli”

Garip bir paradokstu. Bir tecavüz suçlusu, şu an bir kahraman olarak ölmüştü. Katil ise pek çok insanın, o annenin ve o küçük kızın ölümüne neden olmuştu. Annesini ve kız kardeşini düşündü. Onları, öldürdüğü anne ve kızın yerinde hayal etti birden. Polisler etrafını sarmak üzereydi. Katil silahı şakağına dayadı.

25 Şubat 2012 Cumartesi

Yalnız Adam


Sessizce başlıyor yine her günkü gibi hayat. Belki de sadece benim için sessiz… Her geçen gün, daha da yalnızlaştığımı hissediyorum. Hep yalnızdım pratikte aslında. Yani etrafında hiçbir zaman insan olmadı. Hatta kalabalık sokaklarda yürürken bile kimse benim etrafımda değildir. Ben onların etrafındaymışım gibi hissederim. Yürür, giderim. Her yüze bakarım da bu bakışlarım karşılık almaz. Çalıştığım işlerde ise, bir işe girerken, bir de kovulurken fark edilirdim. Becerebileceğime inandığım hiçbir şey yoktur. Çocukluğumdan beri hep kendimi dışladım her şeyden, herkesten… Aslında ben yapmasaydım onlar yapacaktı. Basit bir savunmaydı benimki.

İşte her geçen günü bir diğerinden ayırabilecek, herhangi bir özellik hiçbir zaman olmadı. Hatta her geçen gün diğerini arar oldum. Ne kadar klişe olsa da bazı sözler, durumu anlatabilmek için yeterli oluyor. Evet, ben yalnız ve başarısız bir adamım.

Ancak yalnızlığımı şu sıralar ortadan kaldıran biriyle tanıştım geçen hafta. Bir haftadır her gün buluşup sokak sokak dolaşıp bana iş arıyoruz. Görüştüğümüz yerlerde bir tek onla konuşuyorlar. Bu biraz beni üzüyor. Ama o hep dikkat çekici, başarılı ve kendine güvenen bir duruşa sahip ne de olsa. Tıpkı benim de olmayı istediğim gibi… İş görüşmeleri yapmadığımız zamanlarda ise oturup saatlerce konuşuyoruz. Benim söylediklerimin hep zıttı olan şeyler söyleyip sürekli sözümü kesse de onu tanıdığım için çok memnunum. Bir haftadır her sabah beni oturduğum dairenin apartman kapısında karşılıyor. Sarmaş dolaş yola çıkıyoruz. Bir iki gün içinde mahallenin tüm sakinlerini tanımış. Herkese selam veriyor. İlk seferden beri selam verip hal hatır soruyor. Önce herkesin şaşkınlıkla karşıladığı bu yakınlık, ikinci günden sonra alışıldık bir rutine dönüşmeye, dört yıldır oturduğum mahallede, insanlar beni değil onu selamlamaya, onunla sohbet etmeye başlamıştı. Hiç kıskançlık duymadım. Zaten fark edilmiyor oluşum ek olarak, bir de yanımdaki arkadaşımın ilgi odağı olma konusunda bana tercih edilmesine hiç de yerinmiyordum. Mahallenin en güzel kadını olan Sema’yla bu kısa sürede tanışmayı başarması ve hatta işleri yoluna koyunca bir yemek sözü alması da ayrı bir şaşkınlık sebebiydi. Sokaktan ayrılana kadar herkesle durup konuşan bu adam, bunu nasıl başardığını bana saatlerce anlatırdı sonra. Onun bu başarısına hayranlıkla bakardım.

Bir haftadır her gün benimle zaman geçirmesi ve her sabah ben çıkarken hiç de haberleşmememize rağmen beni tam saatinde kapıda bekliyor olması onun ya işsiz ya da çok zengin biri olduğunun göstergesiydi. Ancak zengin olduğuna dair başka bir ibare de yoktu. Bütün harcamaları ben karşılardım. En son kovulduğum işten aldığım tazminatla yaşamaktaydım ve bir an önce iş bulmazsam bir ay içinde beş parasız kalacaktım. Buna rağmen bana hiç de fazla gelmiyordu bu dostun masrafı. Ayrıca benimle bana iş bulmak için saatlerce yürürdü. Ve hiç de yorulmazdı. Şikâyet etmezdi. Benim dinlenme taleplerime karşı çıkardı. “Daha çalacak çok kapımız var.” derdi.

İşte bu sabah yine buluşacaktık. Birkaç iş görüşmesi yapıp bir yerlerde oturacaktık. Tavla oynayıp havadan sudan konuşacaktık. Ve bana yine hayat dersleri verecekti. Onu can kulağıyla dinleyip söylediklerini hayatıma nasıl uygulayacağımı düşünecektim. O, başka insanlarla tanışacak, masalarına oturacaktı. Bense bunu nasıl başardığını anlamak için uzaktan onun izleyecektim. Beni tavla oynamak için soktuğu kafeteryalarda tavlayı benimle değil yine bir başkasıyla oynayacaktı her zamanki gibi. Buna biraz bozulacaktım. Ama hayranlığım hep baskın çıkacaktı. Kimse de bir erkeğin başka bir erkekle bu kadar samimiyetini ve bu erkeğe benim bu kadar hayranlıkla bakışımı fark etmeyecekti neyse ki. Zaten bu hayranlık cinsiyet kavramından bağımsız bir hayranlıktı.

Apartmandan çıktım. Yine tüm samimiyetiyle gülümseyerek karşıladı beni. Hiçbir şey söylemeden sağ tarafıma geçip kolunu sol omzuma kadar doladı. Bu içtenlik ve yakınlık içimi rahatlatıyordu. Yine herkesi selamladı. Çoğuyla durup sohbet etti. Yine Sema’yla karşılaştık tabii ki. Ona yemek davetini hatırlattı. Gün konusunda kararsızlıklarını dile getirdiler. Ve ben Sema’nın onun gözlerine benim hayranlığımdan fazlasıyla baktığını fark ettim. Tekrar yola koyulduk. İki iş görüşmesine gidecektik. Her ikisi için de dün bana zorla aldırmıştı randevuları. “Ara da yarın gidelim” demişti. Arayıp randevu almıştım.

Bir otobüs yolculuğundan sonra görüşmelerden birini gerçekleştirmek üzere bir iş yerinin kapısından içeri girdik. Asansördeydik artık.

“Kravatını düzelt. Ve rahat ol. Kendini kasma. Özgüvenini sakın yitirme. Konuşurken insanların gözünün içine bak.”

Bana bu öğütleri veriyordu, ama içerde yine hep kendisi konuşacaktı. Yine tüm ilgiyi üzerine toplayacaktı. Sanki kendine iş bulmak için beni alet ediyordu. “Bakın, böylesi de var.” diyebilmek için mi getiriyordu beni yanında? Bir dakika, bir dakika… Öyle olsa randevuları bana aldırmazdı herhalde. Vesvese yapıyordum yine. Dediği gibi rahat olmalıydım. Ve ona karşı bu saçma düşüncelerden kurtulmalıydım.

Görüşme için toplantı salonuna alındık. Sekreter kız beni fark etmemişti bile. Yine de arkadaşımın hemen yanında içeri girdim. Çok geçmeden büyük ihtimalle firmanın insan kaynakları uzmanı ya da sorumlusu olan genç bir kadın girdi içeri. Resmi görünüyordu. Sadece arkadaşımla tokalaştı, beniyse başıyla belli belirsiz selamlamakla yetindi.

Standart bir iş görüşmesi oluyordu. Ama yine ben konuşamadım. Hep o konuştu. Kadını etkiledi. İş için ne kadar uygun olduğunu hissettirdi. Ona içten içe kızmaya devam ettim ben de. Kadının yüzünde, her sorusuna aldığı cevaptan sonra ufak tebessümler oluşuyordu. Sesindeki resmiyet samimiyete dönüşmeye de başlamıştı. Arada gülüyorlardı. Ben yokmuşum gibi… Oradan çıkmak istedim. Ama yapamadım. Belli ki bana bir şey öğretmeye çalışıyordu. Ancak benim bu işe ya da bu olmazsa başka işlere çok ihtiyacım vardı. Bana bir şey öğretmek için bunları neden feda ediyordu? Hatta mahallemdeki insanlarla iyi geçinerek beni daha da yalnızlaştırdığının farkında mıydı? Mahallenin en güzel kadınına taktığı kancaya gelmedim bile.

Görüşme bitip oradan ayrıldığımızda onun yüzüne bile bakmadım. Yüzüm beş karıştı. Diğer görüşme için yola koyulduk. O ise tüm samimiyetiyle yine bana sarılıp “gör bak her şey çok güzel olacak” dedi. İnanmak istiyordum. Yüzüne baktım. Bana o kadar güven verdi ki ben de gülümsedim birdenbire.

O da gülümsedi aynı anda.

Her şeye rağmen ona güveniyordum. Ama yine de sormadan edemedim. “Bu kadar görüşmede sadece sen konuşuyorsun. İnsanları etkiliyorsun. Nasıl olacak da beni işe alacaklar?”

“Neden almasınlar?” dedi ve gülümseyerek yüzüme baktı. Başka hiçbir şey söylemedi. Yeniden otobüse binip yeni görüşmemize doğru gidiyorduk artık. Bir sorumu daha soruyla karşılayıp, hiçbir cevap vermeden beni susturmayı başarmıştı her zamanki gibi. Yine yol boyunca sustum.

Öteki iş görüşmesi yine aynı seyirde devam etmişti. İşin aslı bu adamla tanışmadan önceki görüşmelerim de hiç iç açıcı olmazdı. Yine fazla konuşamazdım. Hatta terlerdim. Güven veremezdim. Sonuç olarak, “biz sizi ararız” denilerek bitirilirdi görüşme. Ama şimdi arkadaşımın kontrolündeki bu görüşmeler “sizi mutlaka arayacağız” denilerek bitiyordu. Arkadaşım için gurur mu duymalıyım, işlerime göz diktiğini düşünüp ondan nefret mi etmeliyim, bilemiyordum.

Üzücü olduğu kadar öğreticiydi tabii benim için. Demek ki insanlarla iyi geçinmek, onlarla konuşurken gözlerinin içine bakmak ve tabii ki iyi konuşmak önemliydi. Ama ben bütün bu rahatlığı bir tek onunla konuşurken yaşıyordum. Ne garip… Ona kızamıyordum bile.

Bütün gün yine insan ilişkilerini izledim. Sonra uzun uzun sohbet ettik. Yine benimle tavla oynamaktansa başkalarıyla oynamayı tercih etti. Başkalarının masasına oturdu. Beni yine çağırmadı. Kimseyle tanıştırmadı. Hatta garson masada içmekte olduğum çayı alıp götürdü. Ve bardağı taşıran son damla… Bir çift gelip benim oturduğum masaya oturmaya kalktı. Engel olamadım. Bir şey söyleyemedim. Kalkıp arkadaşımın yeni tanıştığı arkadaşıyla oturduğu masaya geçmek zorunda kaldım. Oysa terk etmeliydim orayı. Gidip bir yerlerden atlamalıydım. Öldürmeliydim kendimi. Bunu düşünürken onunla tanıştığım günü hatırladım. Bir hafta önceydi…

Artık ölmeyi istediğim bir günün gecesiydi. Çok klişe bir yöntemle, ayağıma bağladığım bir beton ağırlıkla denize atlayıp yitip gitmeyi planlıyordum. O sırada bir ses duydum. “Bu çözüm mü?” Dönüp sesin geldiği yere baktım. Biri bana yaklaşıyordu. İşte bu yaklaşan adam oydu. Beni hiçbir şey söylemeden kıyıdan geriye doğru çekti. Ayaklarıma bağladığım betonu çözdü ve suya attı. “Sesi dinle” dedi. Ve devam etti. “İşte eğer atlasaydın hayatında çıkaracağın en son ses bu karanlığın sesi olacaktı. Bence hayata bir fırsat daha ver.” Yüzüme gülümsedi. Karşılık verdim. Ve bana eve kadar eşlik etti. İşte o geceden beri her sabah kapımda beklerken gördüğüm bu adama hayatımı borçluyum. Ne çıkarı olabilirdi beni kurtarırken? Hiç… Bana ara sıra ise hep şu sözleri tekrarladı buluşmalarımızda. “Yaşamalısın. İşte önemli olan bu...”

Kim için önemliydi bu? Yaşamam kime faydaydı? Bilmiyorum. Belki de yaşamak için çok fazla sebep yok. Olanları da ben varmış sayıyorum. Ama yine de tutunabilecek sebep bulacak kadar yaratıcıyım. Her tükenen bir sebebin yerine, yenisini koymak yorucu olsa da… Bir gün mutlaka bir yerde kullanacağıma inanmaya başladığım sözler var. Belki bir kadına söyleyip hayatıma yeni bir yön vermemi sağlayacak sözler… Ancak şu an baktığımda hiçbirinin bir anlamı olmadığını düşünüyorum. Ben bunları düşünürken bana yoldaşlık eden arkadaşım yeni arkadaşıyla tokalaşarak ayrıldı. Bir daha buluşmak için sözler verdiler birbirlerine. Ve oradan ayrıldık.

Sanki beynimi okumuş gibi söze girdi. “ Hayat gariptir. Ne zaman neyle karşılaşacağını önceden kestiremezsin. Belki içeride tavla oynadığım adamla ileride çok iyi arkadaş olacaksın. Bu bile yaşamaya devam etmek için yeterli bir sebep.”

“Ne yani, senin yanındaki asosyal bir adamımı tercih edecekler?” diye sordum. Bir cevap beklemiyordum. Yeni bir soruyla geçiştireceğini düşünürken, soru cümlesi içermeyen bir karşılık verdi.

“Hiçbir şeyin farkında değilsin. Görüldüğü gibi değil hiçbir şey…”

Bu kadar konuştu. Ve konuyu kapattığını belirtircesine eliyle “boş ver” anlamına gelecek bir işaret yapmakla yetindi.

Söylediği bu son söz ile ilgili düşünmeye başladım. Neyin farkında olmalıydım? Görünen o kadar açıkken olanların altında daha ne olabilirdi? İnsanlarla olan iletişiminde beni yok saymasını geçtim. İş görüşmelerindeki düşüncesizce kendini öne atışı ne peki? Ne göründüğü gibi değildi. Haykırmak istedim. Elimden haykırmaktan daha fazlasını yapmak gelmeyecek, gibi düşündüm. Ama sakinleşmeliydim. Sanki bugün olan biteni anlamamı sağlayacak bir şey yapacaktı. Onun kim olduğunu öğrenecektim. Beni ölümden neden kurtardığını ve neden her gün yanımda olduğunu anlayacaktım. Ona neden bu kadar hayran olduğumu, bana gülümseyişinin içimi neden bu kadar ısıttığını öğrenecektim. Belki de bugün diğer günlerden hiç de farklı olmayacak, sittin sene hiçbir soruma cevap bulamayacaktım.

Yürürken aniden durdu. Ben de onunla aynı anda durdum. Ve beni durmaksızın akan insan trafiğinin ortasından çekip caddenin kenarına doğru çekti. Kolumdan çok sert tutuyordu. Yolun kenarına geçince bırakıp konuşmaya başladı.

“Aklından nelerin geçtiğini biliyorum. Beni hem sevmiyor, hem de çok seviyorsun. Hem yapamadıklarını yapmamdan dolayı bana kızıyor, hem de bunlardan dolayı hayranlık duyuyorsun. Sana anlatacağım. Ama her şeyi değil… İşin aslını sen anlayacaksın çünkü. O zaman ikimizden birini seçeceksin. Evet… Şaşırma; seçeceksin! Ya sümsük, bunalımda bir adam olacaksın; ya da benim gibi, hayatın güzel olduğuna inanan biri olarak keyifli ve zorlukların karşısında dimdik durabilen biri olacaksın. Ya sen yaşayacaksın, ya ben…”

Konuşması devam ederken araya bir türlü giremeyerek hipnotize olmuşçasına olduğum yerde çakılmıştım. “Kimsin?” diyebildim.

Cevap olarak “Peki ya sen kimsin?” diye yine bir soruyla karşılaştım. Kafam karışmıştı. Beynim patlayacak gibiydi. Ne demekti bu? İkimizden birinin yaşamaya devam edeceğini söylüyordu özetle. Neden? Kimseyle alıp vermediğim yoktu. Biri beni öldürmek için onu mu tutmuş olabilir miydi buna rağmen? Öyleyse neden intiharıma mani olmuştu?

Sorular kafamı kemirirken iki elini boğazıma doğru uzattı. Engelleyemedim. Karşı koyamadım. Şah damarımda hafifçe parmaklarını hissettim. Gözlerim kararıyor, başım dönüyordu. Olduğum yere yığılırken duyduğum tek şey, “adam yere düştü, ambulans yok mu?” diye bağıran bir kadının sesiydi.

Yerde öylece uzanmıştım. Gözlerimi açtığımda etrafımda bana bakan endişeli gözler gördüm. İçlerinden biri bugün iş görüşmesi yaptığımız insan kaynakları uzmanı kadındı. Muhtemelen işten çıkar çıkmaz buralara kafa dağıtmaya gelmişti. “İyi misiniz?” diye sordu. Evet, iyiydim. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyordum. Fakat… O neredeydi? Etrafıma bakındım. Yoktu. Gitmişti. Ambulansın gelmesine gerek olmadığını söyledim etraftakilere. Kadın, “ bir hastalığınız mı vardı?” diye sordu.

“Hayır” dedim. “Sanırım yorgunluk ve açlık sebep oldu. Daha bir şey yiyecek vaktim olmadı” diye ekledim.

“Belki bunu duymak size iyi gelir. Önümüzdeki hafta başı işe başlamanız uygun görüldü. Yarın sizi bununla ilgili arayacaktım zaten.”dedi kadın. İçimde bir sevinç dalgası ve şaşkınlık oluştu. Teşekkür edip, sevinçli bir şekilde kadınla tokalaşarak oradan uzaklaştım. Nasıl olurdu bu? Telefonuma baktım. Birkaç cevapsız arama gördüm. İsim olarak Sema yazıyordu. Ve kısa mesaj da göndermişti. Mesajda “şu yemeği bu akşam yesek mi?” yazıyordu. Şaşkınlığım ve sevincim giderek artmış, artık sevinç çığlıkları atacak aşamaya gelmiştim. Sema’yı aramak için arama tuşuna bastım. Telefon çalarken içimden bir ses benimle konuşmaya başladı. “Sen artık, sensin. Ve artık her şeyin farkındasın.”

O sesi bir daha duymadım.

23 Şubat 2012 Perşembe

Aşka Dair Çiziktirikler Vol:1

İnsan âşık olan bir mahlûkat... Pek çoğumuz bu aşk denen süreci, acılı yaşar. Kimimizse aşkı bir kelebek misali yaşamak olarak görür. Yaşama şekli ne olursa olsun nihayetinde aşk içinde keyifli paylaşımlar barındırır. Hepsinden bahsetmeyeyim şimdi. Bu yazının çevresindeki çizimler aşka ve ilişkilere dair, aşk algısına dair gerekli, gereksiz her şeyi içermektedir. İçermiyorsa da Vol:1 yazdık oraya eşek kadar. Azıcık sabır...

Yahu biz erkekler ne garip bir türüz! Yanında güzelim sevgilimiz varken döner yan masadaki güzeller güzeli, yüzüne bakmaya kıyılamayacak kadar güzel, yani öyle böyle değil, acayip güzel, dibini düşürecek kadar güzel kadına, (YUH!) döner bakarız. Sonra sorar sevgilin, nereye baktın, diye, "ortaokul arkadaşım sandım" deyip kıvırmaya çalışırız. İnsan ortaokul arkadaşını bacaklarından tanıyamaz ama. Tanısa da çok hareketli bir okul hayatı olmuş demektir. Neyse bu konuyu uzatmayalım. 





 İnsan aşık olunca, Küçük de olsa fiziksel sorunlar yaşayabilir. Kiminin midesi karıncalanır.Benim mesela bulanırdı. Kustuğumu bilirim. O kadar sorun yaşa, bir hafta sonra da ayrıl. Mideni bozduğuna değmez. Karizmayı dağıttığına değmez. O yüzden öyle aşkla meşkle çok uğraşmasak mı ne?

 Aşka karşı bir duyarsızlık da söz konusu olabilir. Aşık olduğunuzu belli edersiniz. Arkadaşlarınızla paylaşırsınız. "Aman boş ver" kategorisinde tepkiler alırsınız. Öyle ki aşk konusunda bu boş vermiş tipler, sizden önce evlenir. Çocuk da yapar. Sonra da size döner, "e hadi evlen artık yaşın geçiyor" der. Eşekler... Hayvanlar... Şimdi mi söylenir?


Yine de aşk güzeldir, demekten kendimizi alamıyoruz. 





Ama uyaralım. Kime, ne zaman aşık olacağınız da önemlidir. Gönül ferman dinlemiyor, gibi klişelere boğmayın beni.