Söz dışkılarımı tahlile gönderdim. Önce muhabbetimin 3 ay
ömrü olduğunu öğrendim. Yıkıldım. Kendimi içkiye vurdum. Aşık olayım da bir an
önce hızlıca yaşansın. Mutlu ölsün muhabbet diye. Sonra bir öğrendik ki
raporlar karışmış. Meğer sözlerim yeni muhabbetlere gebeymiş.
Bu durumda gerekli gereksiz, yerli yersiz konuşuyorum. Bu da
zaten yan etkisiymiş. Doğru düzgün bir şey diyene kadar saçmalamak normalmiş.
Ama tabi bir hafta içinde düzgün şeyler söylemezsem gözetim altına alınmam
gerekiyormuş. Kronik zevzeklik olabilirmiş. Neyse acil şifa diliyorum kendime.
Bununla atlatmış olayım.
O değil de ben en çok sana üzülüyorum be okuyucu. Böyle
olunca ciddi bir mesele hakkında yazmaya başladığım yazıyı bir kenara bırakıp
bunun gibi gereksiz bilgiler içeren şeyler yazmaya başlıyorum.
Geçen yıl da göndermiştim söz dışkılarımı tahlil için. Ama
yetersiz gelmiş dışkılar. E ne yapacaktım daha? Varille mi gönderecektim? Laf…
Sonra neyse laflar artıkça sıkıntı kalmadı. İsteyene her an yetiştiririm en
katmerlisinden.
Kesin bilgi… Davranış bozukluğu teşhisi de kondu
hayırlısıyla. Ben de bir bozukluk seziyordum, ama hep rakıdan sandım. Meğer
doğuştanmış.
Evet, canım okuyucu… Bu kısa ve gereksiz yazıyla
huzurlarınızdan bugünlük çekiliyorum. Ciddi konulardan bahsederken sözün
dışkıları biraz daha saçmalamaya sebep olabilir. O yüzden okurken midenize ve
aklınıza dikkat edin. Öyle…
Elinde bir tek gülün
kalmışlığıyla arkasından bakakalırsın. Sesini rüzgâr titretir. “Elveda” bile
diyemezsin. Gider. Arkasına bile bakmaz. Öyle ya, zaten çoktan bitmiştir her
şey. Belki o an değil, ama en kısa zamanda aklındaki dağınık taşları mutlaka
bir araya getirirsin. Ama hep o anı hatırlarsın. O arkasından bakakaldığın
sevgilinin, uzakta kaybolana kadar yürüyüşünü… Ve artık hiç göremeyeceğin
mesafede kim bilir kimlerle yürümeye devam edeceğini düşündüğünü hatırlarsın. Dönüp
yoluna gitmeye karar vermeden, eline batıp yaralar açan gülün dikenine
bakarsın. Gül daha bir kırmızı olur kanınla. Aşk kırmızısı bildiğin gül, şimdi
bir tarifsiz bir acının rengidir.
Eşe dosta anlatacak çok acın
vardır artık. Geri dönüp yürümeye başlarsın. Sesini titreten rüzgâr seni şimdi
iter adeta arkandan. Bir an önce kendine çekidüzen vermeni isteyen bir dost
gibi sırtını sıvazlar. Yağmur da yetişir ardından. Gözyaşlarını gizler. Elindeki
gül, dikenleri derine sürterek son yarasını açar yere düşerken. Şimdi de sen
terk edersin. Güldür geride kalan. Yağmur daha bir sert yağar. Rüzgâr daha bir
uzaklaştırmak ister seni; bir boranı haber verir gibi kulağına fısıldar. Sen
hala yürüyüp arkasına bile bakmadan uzaklaşan sevgiliye ağlarsın. Yürümek
dizlerindeki çocukluk yaralarını sızlatır. Paçaların çamurlu yol izlerine
bulanır.
Gözlerini kaparsın.
Gözlerinin okyanusunda
kaybolduğun sevgilinin, karanlık kumlarına gömüldüğünü fark edersin. Hemen
yüzeye çıkmak istersin, çırpınırsın. Bir yanın ölür. Bir yanın yaşamaya
çalışır. Sonunda çıkarsın bir kıyıya. Gözlerini açtığında gözyaşlarını ve
yüzünden süzülen yağmur sularını fark edersin. Okyanusun tuzu sandığın
gözyaşların, yağmurla aynı anda diner. Artık okyanus da yoktur. Ekimdir ayın
adı. Mevsimin en yalancı güneşi açmaktadır. Poyrazı daha sahicidir. Çünkü
gerçekler soğuktur. İşte şimdi açan bir güneş gibidir aslında giden sevgilinin
sıcaklığı. Esen poyrazdır asıl kimliği… İklimi… Uzaklardan gittiğini haykırır
gibi estirir rüzgârı. Ama bilmelisin. Bununla kalmaz. Kışa kadar kovalar seni
acılar. Geçti dersin, mart dayanır kapıya, son yüz yılın en soğuk ilkbaharını
karşılarsın. Soğuktan korunduğun kuytuluklar vardır, sevdalar ve aşklar
yaşadığın bir zamanlar.
Evet, o kuytuluklar…
Bir bakarsın, işte o kuytuluklar,
başka sevdalara yuva olur. Gizli buluşmaları, ilk öpüşmeleri misafir eder. Kim
bilir tatlı didişmelerle ne sevişmeler başlar. Ve yalnızlığını sığdıramazsın
sen artık o kuytuluklara. Gidersin. Köşe başlarına bıraktığın eski umutları
yoklarsın. Yaşanır hale gelsin diye yetişen ilkbahar sıcaklığının koynuna
saklarsın. Hayata dönen umutlarla yaşama sarılırsın.
İnsan âşık olan bir mahlûkat... Pek çoğumuz bu aşk denen
süreci, acılı yaşar. Kimimizse aşkı bir kelebek
misali yaşamak olarak görür.
Yaşama şekli ne olursa olsun nihayetinde aşk içinde keyifli paylaşımlar
barındırır. Hepsinden bahsetmeyeyim şimdi. Bu yazının çevresindeki çizimler
aşka ve ilişkilere dair, aşk algısına dair gerekli, gereksiz her şeyi
içermektedir. İçermiyorsa da Vol:1 yazdık oraya eşek kadar. Azıcık sabır...
Yahu biz erkekler ne garip bir türüz! Yanında güzelim
sevgilimiz varken döner yan masadaki güzeller güzeli, yüzüne bakmaya
kıyılamayacak kadar güzel, yani öyle böyle değil, acayip güzel, dibini
düşürecek kadar güzel kadına, (YUH!) döner bakarız. Sonra sorar sevgilin, nereye baktın, diye, "ortaokul arkadaşım sandım" deyip kıvırmaya çalışırız.
İnsan ortaokul arkadaşını bacaklarından tanıyamaz ama. Tanısa da çok
hareketli bir okul hayatı olmuş demektir. Neyse bu konuyu uzatmayalım.
İnsan aşık olunca, Küçük de olsa fiziksel sorunlar
yaşayabilir. Kiminin midesi karıncalanır. Benim mesela bulanırdı. Kustuğumu
bilirim. O kadar sorun yaşa, bir hafta sonra da ayrıl. Mideni bozduğuna değmez.
Karizmayı dağıttığına değmez. O yüzden öyle aşkla meşkle çok uğraşmasak mı ne?
Aşka karşı bir duyarsızlık da söz konusu olabilir. Aşık
olduğunuzu belli edersiniz. Arkadaşlarınızla paylaşırsınız. "Aman boş
ver" kategorisinde tepkiler alırsınız. Öyle ki aşk konusunda bu boş vermiş
tipler, sizden önce evlenir. Çocuk da yapar. Sonra da size döner, "e hadi
evlen artık yaşın geçiyor" der. Eşekler... Hayvanlar... Şimdi mi söylenir?
Yine de aşk güzeldir, demekten kendimizi alamıyoruz.
Ama uyaralım. Kime, ne zaman aşık olacağınız da önemlidir.
Gönül ferman dinlemiyor, gibi klişelere boğmayın beni.
Palalı saldırgan olayı epeydir kafaları meşgul ediyordu.
Saldırgan önce Fas’a kaçtı. Hükümet kanadında kimisi saldırıyı tasvip etmemiş
görünse de vatandaşın demokratik tepkisi olarak görenler de vardı. İşte bu
olayın böyle göründüğü Sabiha Gökçen Havaalanı’nda gözaltına alınan palalı
abinin 24 saat dolmadan çıkarıldığı mahkemece serbest bırakılmasıyla kesinlik
kazandı.
Dolayısıyla, müjdeler olsun! Artık palayla, sopayla
ortalıkta dolaşıp eylemci avlamak bir ata sporu olarak gelecek nesillere
geçecektir.
Adalete güvenini muhafaza etmeyi başaranlara bu zor süreçte
başarılar diliyorum. Demokratik hakları için sokağa dökülen insanlara müebbet
hapis cezası vermeyi hayal edenler, elinde palayla direnişçi avına çıkanların
sırtını sıvazlayacak elbet…
Süleyman Demirel’in o ünlü sözü akıllara geliyor. “Bana
sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” Sağ iktidarların Türkiye’de yıllardan
beri yaptığı, örgütlü ya da örgütsüz kendi çıkarlarına uygun olan şiddet
yanlılarını kollamak olmuştur. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Sivas
katliamcıları serbest kalırken bir zil takıp oynamadığı kalmıştı hatırlarsanız.
Hizbullah da nasıl sıyrılmıştı. Hatırladınız mı?
Dolayısıyla devlet kendine hizmet eden her terör odağını
bağrına basıyor.
Palalı saldırganı sokağa çıkaran iktidarın kışkırtıcı
tavırlarıydı. Ve bu saldırganı serbest bırakarak bir başka cesaretlendirme
fişeği yaktılar. Artık sokak ortasında direnişçi avlamak meşruiyet kazandı.
Başbakan artık evde zor tuttuğu %50’yi daha da cesaretlendirebilecek. Diktatör
olsa sallandırırdı ama. Olsa olsa mafya olur bu şekilde. Elini kana bulamaz.
Bunu yapmak için icazet bekleyen nice adaylar evlerinde zor duruyor.
Görüldüğü
gibi zaten önce bir yurtdışı gezisine çıkıyorsun. Sonra geldiğin gün emniyette
dostlar alışverişte
görsün anlamında misafir ediliyorsun. Akabinde de mahkemece
serbest kalıyorsun. Adalet yerini buluyor!
Ama tabi sakın elinde kendini korumak için gaz maskesiyle
sokağa çıkma. O zaman da adalet ‘yerini buluyor’ çünkü. Sen en iyisi mi dışarı
çıkma. Okula da gitme. Gideceksen de düşüncelere pek dalma, hemen eve dön. Zaten
her köşe başını polislerin tuttuğu bir ülkedesin. Olağanüstü hal değil mi bu?
Olağandışı bir akıl durumu mu yoksa?
Palalı Fas’a kaçtığında bir düşünce aldı beni. Her sıkışan
Fas’a kaçıyor, diye düşündüm. Sonra Kazablanka geldi aklıma. Ah o güzel şehri
kirletmeyeydiniz bari.
Kazablanka gibi hayatımda görmek için can attığım
şehirlerden birinin adını da kirlettiniz ya. Ne kadar basit ve saf bir hayaldi.
Çöpe attırdınız. “Bir daha çalma Sam” diyorum. Ve dönüp gidiyorum.
Sırada ne var? Palalı saldırgan seçmeleri mi?
Adaletli günler... Ne kadar mümkünse tabii böyle bir şey…
Sen kalk, yeni tanıştığın birine cinsel korkularından
bahset. Yuh…
Oysa her şey çok iyi ve eski bir kız arkadaşımı hile yoluyla
sarhoş etme şakamı anlatmamla başlamıştı. Hikaye şu… Bir biradan fazla içmeyen
bir arkadaştır kendisi. Sonrası bozuyordu bünyeyi. Elindeki bir şişe biraya
sabırla ve düzenli olarak kendi biralarımı ilave ediyordum. Haydi şerefe
dedikçe daha çok içiyordu haliyle. Neyse… O bir birayı aşmayan kız, ibreyi üçe
vurmuştu. Ancak fena sarhoş olmuştu sonra.
Bu hikayeyi anlattım. Sonra onu eve bırakmak zorunda kalarak
neler çektiğimi anlattım. Sarhoş ederek kötü emellerime alet etme çabası
üzerine de bir geyik çevriliyordu ki “sarhoş kadınlarla sevişmem, ısırır
mısırır maazallah” deyiverdim. Böylelikle bir fobimi de ele vermiş oldum.
Ne gerek vardı? Bazen bu zevzekliğin sonu nereye gidecek
diye düşünmüyor değilim. Oysa gayet olgunca konuşup haddimi aşmamak için çaba
sarf eden bir adamdım. Ama her şey o meteor yağmuru, sonrasındaki dolunay ve
enerji deposu mercimek köftesiyle değişiverdi. Espri yapacağım diye suyunu
çıkarıyorum.
Tanıştığım kadına daha ilk an abuk sabuk bir hikaye anlatıyorum.
Bak ya… Bir terbiyesizlik, hadsizlik hasıl oldu bana. Bir kurşun mu döktüreyim?
Okutayım, üfleteyim mi? Cin mi kaçtı içime ne?
Yok yok… O mercimek köftesinden hep. Bir de Olympos’un
büyülü atmosferi… Haliyle bir gidip gelmiş oluyorsun öteki tarafa. Sonra hayat
bir başka, değişik oluyor.
İşin aslı, müzikle iştigal eden bir adam olarak az bir şey
deli olmamda bir sakınca yok. Eve gelince bütün bu delilikleri iş icabı yapmış
gibi aynı çizgili pijamayı giyerek “iyi geceler hanım” diyerek uykuya dalıyorum
sonuçta. Şovbizınız böyle bir şey…
Sahneden inince de çeneye vurmasa o enerji daha sağlıklı
iletişim kurabileceğim. Ama neyse ki bu iletişimi kurduğum insanlar en az benim
kadar deli olabiliyorlar. Bu tek avuntum…
Neyse başımıza bir şey gelmeden yaşamaya devam edelim. Bu
kafayla dayak da yerim çünkü.
Haydi bakalım selametle…
Bu yazıda geçen olaylar son derece uydurmadır. Olamayabilir
de…
Geçtiğimiz aylara ait bir haber… "Elazığ'ın Karakoçan
İlçesi'ne bağlı Burgurcuk Köyü'nde, 15 yaşındaki S.A. adlı kızın 8 yaşından
itibaren cinsel istismara uğramasıyla ilgili olarak, aralarında 68 yaşındaki
bir kişinin de bulunduğu 7 şüpheli tutuklandı. Aynı suçlamayla küçük kızın
ağabeyi de Antalya'da yakalanırken, 6 şüpheli hakkında da gıyabi tutuklama
kararı çıkarıldı."
Çocuğa yönelik cinsel istismarın geldiği bu noktada bu
haber, kutsal sayılan tüm değerlerin, başta aile kurumu olmak üzere tepetaklak
olduğu çok sayıda yürek burkucu olayı da içinde barındırıyor.
Köyde hayvancılıkla uğraşan 68 yaşındaki adam, çocuğa
çikolatalar alıyor ve tacizlerine başlıyor. Bu olmaya başladığında kızcağız
daha 8 yaşında. Cinsel istismar olayı aylarca sürerken, köy okulundaki
öğretmenler, durumdan şüphelenip S.A. ile konuşuyor. Kız olan biteni
öğretmenlerine anlatıyor ve öğretmenler kızın ailesini ve tacizci yaşlı adamı
görüşmek için okula çağırıyor.
İşte bir hastalıklı algı bu görüşme sırasında kendini
gösteriyor. Kızın annesi, söz konusu şahsın köye cami yaptırdığını, böyle bir
kötülük yapamayacağını söylüyor. Kızını iftiracılıkla suçluyor. Öğretmenlerin
görüşme yaptığı adam ise, kıza yardım ettiğini ve hiçbir kötülükte
bulunmadığını iddia ediyor. Öğretmenler ise onu kızdan uzak durması için
uyarıyor.
Öğretmenlerin geçen yıllarda tayini çıkana kadar kıza
yaklaşmayan adam, tayinden sonra yine kolları sıvıyor!
Bu cinsel tacizler köyde pek çok kişi tarafından
öğreniliyor. Ancak bir tek Allah'ın kulu bu konuda bir şey yapmadığı gibi
tacizler başka erkekler tarafından da yürütülüyor. Hatta kızın ağabeyinin bile
bu kişiler arasında olduğu iddia ediliyor.
Sonunda iki aile arasında çıkan büyük bir kavga sonucu olay
yerine gelen jandarma ekiplerine köylülerden biri olayla bağımsız olan bu taciz
olayını anlatıyor. Ve jandarma soruşturması başlıyor. En başta alıntı olarak
yazdığım haber işte böyle bir geçmişe sahip.
Bu olay 23 Nisan'ın bir çocuk bayramı olduğu ülkede
gerçekleşti. Hiç düşündünüz mü? Böyle kaç çocuk büyüyor, diye? Bilmediğimiz,
bilip de görmezden geldiğimiz kaç taciz vakası vardır çocuklara yönelik?
Bütün bu saçmalığın ve rezilliğin sebebi ise kızın ailesinin
vurdumduymazlığında gizli değil mi? Ve tuhaf bir algının da sonucu değil mi?
Köye cami yaptıran birinin kötülük yapamayacağını savunmak ve kendi öz kızını
iftiracılıkla suçlamak hangi kafanın ürünüdür?
İşte hep söylediğimiz gibi, ahlak denen duygu, öyle dinle
imanla sağlanmıyor efendiler! Cami yaptıran, kafasına takke takan, beş vakit
namaz kılan herkesi iyi, namuslu ilan edip geri kalanlardansa kötülük
geleceğine inandığınızda böyle bozuluyor işte ezberiniz. Gerçeklerle bozuluyor.
Masallarla kurduğunuz ezbersel dünyanız işte böyle sarsılıyor.
Ahlakı dindarlıkta arayanlara da güzel bir ders olmalı bu.
Ahlakın dinle tesis edilemeyeceğini, dinin ahlaksıza maske oluşunu çok iyi
görmüş oluyoruz. Gözü tamamen kapalı halde dünyayı izleyenler hariç, bir
farkındalık kazanacaksak, gerçek hayat size çok sayıda veri sunacaktır.
S.A. şu anda 15 yaşında. Cinselliğini hoyratça öğreten
ağabeyleri, amcaları ve dedeleri yüzünden ve çok daha acısı beyninde 'Allah
alanı' tam ailesinin vurdumduymazlığından dolayı, hayatının en acı
'deneyiminin' ceremesini çekiyor.
Sahi, bunu yapanlar ve yapılmasına seyirci kalanların
beynindeki hangi alanı kullanıyor?
Amacım dindarların tamamını bir kategoriye koymak değil.
Dindarlığı bir masumiyet belirtisi görüp, tüm kötülükleri ötekinde arayan
algıyla tüm derdim. Bu algının ceremesini o yaşta bir çocuk çekmek zorunda mı
Şimdi sen başlığa bakıp yanılabilirsin. Âşık olmanın
biyolojik ve kimyasal olarak etkilerini yazacağım sandın. İtiraf et. Öyle
sandın işte. Bilmiyorum sanki. Bak hala inkâr ediyor! Neyse…
Şimdi bu âşık olmak çok garip bir şey… Benim mideme vururdu.
Bulantı, kusma, yanma gibi şikâyetler oluşurdu. Hatta günlerce kıvrandım. “Kime
âşık oldum lan ben?” diye düşünüp durdum. Komşu kızına yazdım durup dururken. O
mu acaba diye. Yok ama değilmiş. Bildiğin mide enfeksiyonu geçiriyormuşum.
Doktora geç kalsaydım, çok ciddi bir ameliyata kadar gidecekti iş.
Şimdi bir şey yok ama. Âşık olur gibi olunca bir kaşık
karbonatı önceden hazırlanmış limon suyuna katıp içiveriyorum. Bir şeyciğim
kalmıyor.
O değil de bu mide ne bela oldu başıma yıllar yılı… Hem âşık
olunca midem kötü oluyor. Hem de aç karnına rakı içince. Tam da aşkımı itiraf
ederken içtiğim rakının verdiği cesaretle kıza bir parça fazla yaklaşmışım.
Sonra o ne kusma, ne kusma… Önünü alamadık. Başlamadan biten bir ilişki,
kusmukla hatırlıyor beni.
Rezillik ya… O yüzden bir ilişki yaşanacaksa âşık olmadan
tertemiz başlayıp bitmeli… Ölüyorum abi sonra. Ben böyle aşkı yani…
Ama artık iyiyim. Mideme değil, belime vuruyor şimdi. O da
hamlıktan hep…
Ya işte böyle işte kısaca sevgili okuyucu… Âşık olmak mide
için iyi değil… Talcid ile dolaşmakta fayda var. Aç karnına rakı içmeyelim. Âşık
olduğumuz kızın üzerine kusmayalım. Sonra her mide sorununu aşk zannetmeyelim.
Evet…
Bu arada bu üç beş takıntısını
anlamış değilim ya neyse… 3-5 çocuk, 3-5 çapulcu, 3-5 vandal… 300-500 diye
oynatacağız; o esnada keçilerden de olacağız.
Evet, ne diyorduk? İnsan sormaz
mı?
Neden böyle dedim?
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve
Meclis Anayasa Uzlaşma Komisyonu Üyesi Mehmet Ali Şahin, TRT Haber ’de
yayınlanan İnce Çizgi programında gündeme ilişkin soruları yanıtlamıştı
geçenlerde.
Çözüm sürecinin ardından Gezi
olayları ile birlikte dış kamuoyunda Hükümet’i yıpratıcı, itibarsız kılıcı
çabaların de başladığını söyleyen Şahin, eylemlerin müebbet hapsi öngören
TCK’nın 312. Maddesi kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylemişti.
“İzlenimim, bu eylemlerin
Hükümeti düşürmeyi amaçlayan eylemlere dönüştüğü yönünde. Çünkü İstanbul ’da
Dolmabahçe’yi işgal etme, Başbakanlık Konutu’nu işgal etme, Sayın Başbakan’ın
konutunu bile işgal etme şeklinde eylemcilerin bir takım hedefleri zorlamış
olmaları, hatta sabahlara kadar zorlamış olmaları, bu amaca yönelik tavırlardır
diye değerlendiriyorum. Bu eylemleri başlatıp yönlendirenlerin Hükümeti
devirmeyi ve görevden uzaklaştırmayı amaçladıklarını düşünüyorum. Ancak,
devletin güvenlik güçleri ve Hükümetin basiretli davranışı bu heves içinde
olanların amacına ulaşmasını engellemiştir. Bundan sonra bu tür eylemlere
tevessül edilebileceğini de düşünmüyorum.”
Hükümetin yaratmaya çalıştığı şey
demokratik eylemlerin darbecilik olarak algılanmasına neden olmak… Bunun için
ne gerekiyorsa yapacak gibi görünüyorlar.
Ben bu kafanın hangi maddenin
ürünü olduğunu merak ediyorum doğrusu. Ve bir önerim var. Sarhoş olun azıcık.
Ama öyle kendini kaybetmeden… Zaten bir kayıp söz konusu şu halinizle bile… Belki
o yasaklamak için kendinizi paraladığınız içki sayesinde serinler biraz algınız.
Sarhoş olun derken illaki alkol
gerekmez. Baudelaire’in şu meşhur klişesinde ne der? “Şarapla, şiirle, ya da
erdemle, nasıl isterseniz. Ama sarhoş olun”
Altındaki felsefesine bir inin
bakalım. Ayık kafaların saçmalama yarışını gördükçe sarhoşluğun karmaşık bir
anlamı olmaya başladı. Bu kadar düz algının hüküm sürdüğü coğrafyada, serin
kafalara hasret haldeyiz.
Stadyumlarda siyasi sloganları
yasaklamak (ama Mısır için slogan atmak serbest) başka bir akıl dolu eylemdi.
İnsanların örgütsüz bir şekilde bir araya geldiğinde iktidara öfkesini
organizeymiş gibi sunması bizim muktediri çok rahatsız ediyor. Geçtiği yollara
serpiştirilen şakşakçılara alışınca bünye… Tabii…
Kafa ayık ama… Ona rağmen
olimpiyatları alamazsak bunun sorumlusu da Gezi eylemleri oldu. Sipariş edilmiş
bir bahane ve suçlama… Egemen Bağış’tan müthiş bir çıkış…
Dolayısıyla “Gezi eylemcileri
müebbetlik, olimpiyatları alamama ihtimalinin olası sebebi Gezi…” Yani Gezi de
Gezi… Dış mihrak da dış mihrak… Büyüyen Türkiye, küçülen hesaplar…
Ancak direniş artık içselleşti.
Şimdi hızlıca tepki oluşabiliyor. Her yerde…
Konserlerdeki durum mesela…
İnsanlar bir araya gelince direnişi özlüyor. Yapacak bir şey yok. Kaçacak da
yer yok… Ancak iktidar bu gibi yasaklarla direnişin temel sebeplerinden birini
de tekrarlamış oluyor. Direnişi kendi eliyle körüklüyor. Üniversitelere
seslenen başbakan, gençlerin hareketlerine engel olunması gerektiğini de
öğütlüyor. Bu da rektörleri kolluk kuvveti komiseri zannetmesi demek olabilir.
Bu kadar tek adam dayatması
yapılırken “diktatör değilim ben, halkımın hizmetkârıyım” diye her fırsatta
tekrarlıyor başbakan. Diktatör olsa sallandırırmış. E bir o kaldı zaten. Hizmetkâr
da değil ama. Hizmetkâr olsaydı böyle şeyler demezdi çünkü. En azından hiçbir hizmetkâr
hizmet ettiği kişileri “akıllı olun lan” türünden azarlamaz.
Ama diktatör olmak için illaki
sallandırmak gerekmiyor. Tek adam… Yetkilerin ve güçlerin tek elde toplanması…
Her konuda karar vermek… İnsanların nasıl yaşayacağını, nerede ve ne kadar
içeceğini belirlemek… “Nerede ve hangi sloganlarla protesto edileceğimizi de
biz iyi biliriz.”
Bazı vakitler yaşayıp da net olarak tarif edemediğimiz
duygulara kapılabiliriz. Yani, kızdık mı, üzüldük mü, sevindik mi, gururlandık
mı, şaşırdık mı gücendik mi?
Böyle olmayacak. Örneklerle açıklayayım.
Bir kıza aşık olursun. Buraya kadar bilindik duygu durumlarından
birine girersin. Kıza açılırsın. Duygularına karşılık alırsın. Buraya kadar da
her bir şey normal… Bir süre sonra ikinizin ilişki durumu hakkında hiçbir şey
bilmeyen çok yakın bir arkadaşın senin manitaya aşık olduğunu itiraf eder.
Senle dertleşir. İşte o sırada hiçbir duygu tanımı buraya uygun değildir. Ya
gördün mü?
“Ulan başka kız mı yok?” türü bir kızgınlık hali, “arkadaşım
sonuçta, yazık” türü bir vicdan azabı, “bana ne, önce ben gördüm bir kere” türü
bir çocukluğa dönüş, “kız bana aşık bir kere” türünde ise ergenlik dönemi
rekabet duygusu…
Bütün bunlar aynı anda yaşandığında koy bir isim bakalım.
Dil bilimcileri göreve davet ediyorum.
Bir diğer içinden çıkılmaz durum ise yine cinsellik
alanından geliyor. Aklımız başka bir şeye çalışmıyor ki… Yüzüne ve başka pek
çok yerine bakmaya kıyamayacağınız kadar güzel bir kadın herhangi bir toplu
taşıma aracına biner. Aklınızdan türlü düşüncelerle onu izlemeye koyulursunuz.
Hayal gücünüzün sınırlarını zorlamaktasınız. O sırada yanınız da boştur ve kız
gelir, yanınıza oturmak için hamle yapar. Tam o anda araç ani bir hareket
yapar. Kız o sırada kucağınıza düşer.
Haydi bakalım. Az önce hayalini kurduğun anlardan biridir.
Eğer odunun teki değilsen yaşadığın duygu, üzüntü, utanma, kızgınlık karışımı
olacaktır. Serde erkeklik de var. Azıcık libido da ekledik mi gel de tanımla bu
duyguyu…
Hep kadınlardan, cinsellikten mi gittim? “Bunlar hep seks
işte” mi diyorsun? Hayat seksten
ibaret değil, kendine çeki düzen ver mi diyorsun?
Tamam, tamam gönlün olsun. Mesela seni öldüresiye dövmek
üzere olan bir adam kalp krizi geçirip ölse, nasıl bir duygu yaşarsın? O da
karmaşıktır tabii.
Haydaaa. Bak yine geldik seks konusuna… Mesela sevişirken
sana hayalindeki işi teklif eden kadın hakkında ne düşünürsün? İş bulduğuna mı
sevineceksin, sevişmek konusunda başarısız olduğun düşüncesine mi kapılacaksın?
Yine sekse bağladım. Kızdın değil mi? Hayat bundan mı
ibaret? Evet, hocam. Bundan ibaret… En az üç çocuk istiyor başbakan. Nasıl
bundan ibaret olmasın? Mütemadiyen sevişmek gerek böyle bir hedef için…
Konuyu bağlayayım. Sonuç olarak, her duyguyu ifade etmek
kolay değildir. O yüzden yeni şeyler bulalım derim. İstersek yapabiliriz; evet…
Kadın ve erkeğin birbirinden
vazgeçmesi, yaşamın doğal işleyişine de aykırı bir durum olurdu. Birbirine
kızar, birbirini anlamaz; ama birbirleri olmadan da yaşayamazlar. Bunu
yadsıyamayız.
Bu iki cinsin birbiriyle olan bu
tarihi çekişmesinin ve birlikteliğinin kopması mümkün değilken, tipik kadın ve
tipik erkek maddeleri yine de havada uçuşur. Kadının kötü yönleri, bunların
haklı sebepleri yokmuş gibi, suçlayıcı ve de aşağılayıcı bir şekilde
aktarılırken, aynı şey erkekler için de yapılır. “Kadın milleti işte, hepsi
aynı” ve “erkek değil mi? Hepsinin köküne kibrit suyu” başlığı altında,
klişelere boğuluruz.
Ama dedim ya, bu söylemlerin
iletişim sorunlarının çözümüne değil, sorunların kemikleşmesine katkısı oluyor.
Maddeler halinde sıralanan ve bu iki cinsin tipik özellikleri olarak gösterilen
şeylerin hepsinin bir sebebi var.
Erkeğin cinsellik düşkünü olarak
görüldüğünü, kendine gülümseyen her kadını yatağa atmak isteyen bir yaratık
olduğunu düşünüyorsanız, ta çocukluğunda, babasının ve amcalarının onun pipisiyle
gururlanmış olduğunu bilmekte de fayda var. O pipi işte, onun varoluşunun bir
sembolü haline geldiğinde yetişkinliği de böyle oluyor erkeğin. İşin garibi, o
erkek eczaneye ya da süpermarkete gidip kondom istemeye de çekinir. Cinselliğe
bu kadar düşkün, ama onun için gerekli malzemeleri temin edemiyor. Sırf bu
yüzden sektör bir marka geliştirdi. Adı da “Şey” Eczaneye gidip “şey alabilir
miyim? E şey…” dediğinde, şıp diye anlaşılsın diye. İşin bir yönü bu…
Erkek egemen toplumda yaşıyoruz.
Bu doğru… Ben bir erkek olarak toplumun dayattığı “egemen ol” çağrısını geri
çevirebilmiş şanslılardanım. Erkek egemenliğinde, siz zannediyor musunuz ki
erkek bu baştanbaşa sorumlulukla donatılmış rolü gönüllü olarak kabulleniyor?
Daha bebekken annesi ona sarılıp, onu öptüğünde sakinleşip yelkenleri suya
indiren erkeğin, kadından üstün olduğunu düşünmesine neden olan sistem, aslında
güçlü olanın egemenliğini dayatır. Ve o güç, tarih boyunca anaerkil toplumlarda
da tam tersi gözlemlenmiştir. Dolayısıyla, bütün bu egemenlik savaşının
temelinde savaşçı ruh yatar. Toplumdaki savaşçı, kabileyi koruyan cins hangisiyse
onun borusu öter. Konunun özeti erkek, “ben egemenim, ezmeye geliyorum” demez.
Ona toplumun biçtiği roller vardır. Ve o rolü üstlenmek zorunda kalır. İşte bu
rollerin baskısı yüzünden çoğu da şiddete yönelir.
Elbette ki kadına yönelik şiddeti
haklı çıkarmaya çalışmıyorum. Ben sadece asıl tedavi edilmeyi bekleyen yarayı
işaret etmeye çalışıyorum. Şiddetin asıl nedeni kadını ezme isteği değil,
‘güçsüzün ezilmesi kuralıdır.’
Yine erkek, ağladığında “erkek
adam ağlamaz” diye annesi tarafından azarlanıyorsa, büyüdüğünde ‘odun,’ daha
düzgün bir ifadeyle duygusuz olarak etiketlenir. Çok gülerse de “karı gibi
gülme” diye kendisine kızılır. Büyüyünce ne olacak sonra adam?
Şimdi de gelelim kadına… Kadın
dedikodu yapan, zengin koca arayan, dırdır eden, tüketmekten başka bir şey
yapmayan bir cins midir? Değildir elbette. O da daha küçük yaşta üstüne roller
alır. Anne olmaktır biri. Bunun için de evde oturmaya programlanır. Erkek ona
bakacaktır. Doğuracağı çocuklara güzel bir gelecek hazırlayacaktır. Dolayısıyla
zengin olmalıdır erkek, izninizle. Bu görev de kadının bilinçle seçtiği bir
görev değildir. Birçok kadın var. Bu etikete direnip özgürleşebilmiş…
Dedikodu meselesi de var. Ben
hayatım boyunca tanıdığım kadınların yaptığı dedikodunun toplamını, bir gün
içinde iki erkekten dinledim mesela. Mahallenin kızının erkek arkadaşıyla
gezinmesi en çok kahvehanelerin gündemidir. Bir “mesela” daha... Hoop, bir tez
daha böylelikle çürümüş oldu.
Kadının güzel görünmesi
gerektiğini düşünmek de ayrı bir mesele. Ağda yapmalı, saçını yaptırmalı,
makyaj yapmalı… Bütün bu baskılarla yaşar kadın. Bunları sadece kendini mutlu
etmek için yapan kadınlar dışında, çoğu beğenilmesi gerektiğine inandırıldığı
için kendine bakar. Var olması yetersiz sayılır. İşte o yüzden birini bulup
evlendikten sonra, çocuk da yapınca kendini salabilir tabiri caizse. E ne
olacaktı?
İletişimdeki sorunların çözümü
işte bütün bu biçilmiş görevleri tespit etmekle mümkün… Ve emin olunuz ki ne
erkek, ne de kadın bu görevleri gönüllü bir şekilde üstlenmiyor. Bunları
değiştirmek mümkün… Bunları birbirimizi anlayarak değiştireceğiz.
Ve yazımı kendi halinde bir
trompetçi olarak, özel repertuarımdan “When I Fall in Love” isimli bir parçayla
bitiriyorum. Nerede çalacağımı söylemeyeyim. Etkinlik davetine girer. Sevgiyle…
İnsanın daha doğmadan önceki refleksidir. Işığa yönelmek…
Doğumu yaklaşan bebek başını ışık kaynağına doğru yöneltir. Ve insan var olduğu
her dönemde ışığı arayacak, bulacak ve yeni ışıkları kovalayacaktır. Daha ilk
öğrendiği budur çünkü.
Ve elbette… Bitmiyor arayış… Hep aşkı aramak… Sonsuz olan
ışığı yakalamak…
İşte o yüzden insan âşık olduğunda da bir doğum yaşar.
Kendini doğurur. Hem de büyük bir sancıyla… Kendisine ayakta durmayı öğretir.
Hasretle baş edebilmeyi öğretir. Çok ağlar o yüzden insan âşık olunca.
Ağlayınca ya uyutmak gerekir aşk masallarıyla ya da beslemek gerekir sevgilinin
güzel dudaklarıyla.
Aşk dedim ya. Tepeden bir ışık iner. Yeşilliklerin
arasından… Işıl ışıl bakışlarla… Hiç sönmesin istersin. O ışık gözlerini yakar.
O kadar tatlı yakar ki kör olmaya razı gelirsin. Eriyip yok etse seni, hiç ses
etmezsin.
Yok olmak mı dedim? Hayır, hayır… Yanlış ifade ettim.
Aslında bu anladığın anlamda bir yok olmak değil. Bu aslında sonsuz bir
varoluşun işareti… Zamanı yok etmek… Ait olduğun bir parçanı bulup ona karışmak
ve o olmak… Yok olmazsın. Bütününe kavuşursun.
Ve ne gariptir! O güne kadar yarım kalmışlığına hiç
gocunmamışsındır. Fark etmemiş bile olabilirsin bu eksikliği.
Ve eğer o ışık doğru olansa şartlar ne olursa olsun içine
yürürsün. Ne geçmişi önemsersin, ne geleceği… Doğru ışıksa hiç sorgu sual
etmez. Açar kollarını… Kendini içinde bulursun.
Aşk geldiğinde durduramazsın. Durdurmamalısındır da… O ışık
hep var olmalıdır. Çünkü o senin varoluşundur. Yolunu aydınlatandır.
Okan Bayülgen’in yeni kanalı nihayet belli oldu. Çok uzun
zaman oldu. Televizyonda kamera önünü bıraktığı söylendi. Hatta pek çok
programın yapımcılığını gerçekleştirdi.
TV8’de bir programının başlayacağı lanse edilmişti sonra.
Baktık, sadece isim olarak boşlukta salınmaktan öteye gidememiş. Ciner
Grubu’nun medya dünyasında gerçekleştirdiği karlı alışveriş sonucunda, pek çok
televizyon programını SHOW-TV ekranlarında görmemiz mümkün olacak gibiyken Okan
Bayülgen’in de kanalla tokalaştığını öğrendik.
Buraya kadar tamam… Ancak bir adam televizyona bu kadar
karşı olur da iktidarın sözcülüğünü üstlenen bir kanala gönül rahatlığıyla
nasıl transfer olur? Tamam, tamam… Ekmek parası… E iş yapmak gerek hayatta
kalmak için… Öyle de…
Televizyonda herkesin bir biçimi var elbette. Sadece görsel
değil… Fikirsel olarak bir çizgi belirlenmiş… Televizyon izlemeyen aktivist
gençlik televizyonda anarşist ruhlu bir adam görünce fikir değiştiriyor tabii.
Okan Bayülgen’in fikirlerindeki samimiyeti sorgulamak bana düşmez. Tabii ki
dünya görüşünün çok zıttı bir adam değildir.
Ama Bayülgen direniş günlerinde aktif rol oynamış bir kişi
olarak, sonradan direnişçileri hafiften topa tutarak bu anlamda yolunu yapmış
gibi de görünmedi değil. Kaba olmak istemezdim. Ama şu sıralar her türlü benzer
şey böyle tınlıyor.
Eleştirdim gibi oldu. Ama yine de izlemeden duramayacağım.
Ne de olsa yılların alışkanlığı var. Çok özgün ve dinamik bir programlar
karşılaşacağımıza eminim. Ama televizyon ve yandaş medya dendiğinde gözümün
önündeki Okan Bayülgen imajında zedelenme olmuyor da değil…
Kurtlar Vadisi Pusu dizisinin 11.
sezon fragmanında Gezi direnişine yapılan gönderme dikkat çekiyor. Gezi ile
ilgili birkaç görüntüden sonra penguenler çıkıyor. Ve dış ses “madem penguenleri
izlemek istemiyorsunuz, gerçekleri Kurtlar Vadisi Pusu’da izleyin” diyor.
Polat Alemdar dış mihrakların oyununu çözecek
gibi… Aslında ne şiş yansın ne de kebap gibi bir giriş bu fragman… Hükümete
yönelik bir eleştiri görecekmişsiniz gibi bir izlenime kapılabilirsiniz ayrıca.
Ancak yapılmak istenen şeyi
kendimce şöyle özetlemek isterim. Bir önyargı olabilir bu. Ama Kurtlar
Vadisi’nin bu sezon neye hizmet edeceğini bilmek için medyanın içinde bulunduğu
ruh halini anlamış olmak gerekiyor. Dolayısıyla Kurtlar Vadisi de ‘büyük oyunu’
bozmak için elinden geleni yapacaktır.
Polat Alemdar’da da Gezi olayları
sonucu pek çok insanda olduğu gibi ciddi bir karizma çizilmesi yaşanmıştı. O
meşhur basın açıklamasını ben hala izliyorum, ancak henüz tam çözebilmiş
değilim. Tek anladığım şey bir kurşun dökmelik işimiz varmış. Nazarmış, nazar…
Necati Şaşmaz’ın canlandırdığı
Polat Alemdar karakteri, dublajlı bir şekilde iş başı yapıyor. Nazarı söküp
atacak üzerimizden. Anlaşılan o ki dış mihrakların da oyunu çözülecek. Saf
taleplerle bir araya gelmiş gençleri, bu dış güçlerin zehirlediği söylenecek. Yani
bir bakıma “bizim çocuklarında toyluğuna gelmiş” denecek.
Daha düzgün bir Türkçe ile
değerlendirileceği kesin… Ancak Necati Şaşmaz’ın söylemeye çalıştığı her neyse
daha fazlasını duyamayacağımız da kesin…
Kurtlar Vadisi’nin çok kötü bir
komplo teorisi üreticisi olduğunu bilirsiniz. Türkiye’nin dış politikasını
devlet lehine malzeme haline getirerek, soğuk savaş döneminin ABD’sinin
Sovyetler’e karşı yürüttüğünün bir benzerini tekrarlıyor hep. Gezi direnişinin
kendi kötü yönetimlerinin bir sonucu olduğunu kabul etmek istemeyen iktidarın,
bunu bir dış politika oyunu olarak görmesini desteklemek üzere yola çıkıyor bu
sezon Kurtlar Vadisi Pusu.
Türkiye’nin küresel güç olmasını
istemeyenlerin bir oyunu olarak gösterilmek istenen Gezi direnişi, daha çok
itibarsızlaştırılmaya çalışılacak gibi… Gidip sokaktaki herhangi bir “Küresel güç
olmak nedir?” diye bir soru yöneltseniz bir cevap alamazsınız da Gezi
direnişinin küresel güç olmamızı kaldıramayanların planı olduğunu duyarsınız.
Yani başbakanın söylediği söz hem bir kanun ve onun televizyondaki vadisinde
bir yankı olacaktır. Çok normal… Yankı da bir boşlukta oluşur hep.
Sonuç olarak Kurtlar Vadisi bu
sezonda pusuda olacak. Bu pusunun neye hizmet edeceğini erken söylemek de
mümkün tabi… Oyuncuları Gezi direnişine katıldığı için Leyla ile Mecnun
yayından kalkıyorsa, bir başka dizinin yayında kalması için ne yapacağını tüm
şartlar sabit dahi olsa çok kolay söyleyebiliriz.
Bu ne bitmez çileymiş? Kötü seçenekler arasından birini seçmek zorunda kalmak... Gerçekler yerine Penguen belgeseli izlemek mi, gerçek diye Kurtlar Vadisi Pusu izlemek mi? Kötü kader...
Evet… Kurtlar Vadisi Pusu
gerçekleri açıklıyor. Gezi direnişi dış mihrakların oyunudur! Şimdi
dağılabilirsiniz.
İçinde bulunduğumuz dönem,
seçimin de yaklaşmasıyla benzerine sıkça karşılaşmayacağımız türden bir
“başbakana güzellemeler” sürecini meydana getiriyor. Gezi direnişi sonucunda
ipliğin pazara çıkması ne boyutta olmuş daha iyi anlayabiliyoruz. Bir haber
bültenini açıp izlemeye tahammül ederseniz, nasıl bir başbakan sevgisi
yaratılmaya çalışılıyor, toplum gözünde nasıl bir yıldız imajı çiziliyor
göreceksiniz.
Mısır’da Esma’nın katledilmesiyle
birlikte başbakanın ağlaması standart bir AKP propagandasıydı. Ancak başbakanın
babalığına vurgu yapan haber bültenleriyle daha organize bir duygu sömürüsü
haline geldi.
Aslında atılan her “Şirin Baba”
yaratma adımının altında Gezi Parkı direnişi sonucunda başbakanın ortaya
koyduğu vicdandan yoksun imajı düzeltme çabası var. Bunu da Türkiye’de
başbakanın övgüyle bahsettiği polisin öldürdüğü gençlerimiz için gözyaşı
dökerek sağlamayı tercih etmiyor elbette.
Her geçen gün dozu daha da
yükselen başbakan övme seansları, Yiğit Bulut’un başbakan danışmanlığına terfi
etmesiyle daha da hız kazanıyor. Öyle ya yüksek bir kariyer düşündüğünüzde, bu
yol başbakandan geçiyor.
Dozu akıl sınırlarını da zorluyor
tabii ki bu sevgi patlamalarının. Örneğin Rize’de engelli asansörü olmayan bir
üst geçidin üzerine başbakanın engelliler için yaptıklarına teşekkür eden bir
pankart asılıyor. Kimsenin zekâsına hakaret etmek istemem, ama gel de gülme…
En büyük gözümüze doz kaçması
olayı da mitingdeki teyzenin kendine layık gördüğü yeri bağırmasıydı. Bir
hatırlayalım dedim.
Şimdi ise geldik yaşanırken
yazılan tarih Gezi Direnişi’ne bir başka rekabet çabasına… Beyaz TV’nin
“Usta’nın Hikâyesi” isimli projesi…
Körler, sağırlar birbirini
ağırlar.
Artık özel canlı yayınlar da
yetmiyor. Başbakan hakkında iyi şeyler söyleyecek insanları, başbakanın
‘ibretlik’ yaşam öyküsünü, önlenemez yükselişini göreceğiz.
Başbakan yine de ısrarla Gezi
direnişi ile ilgili herhangi bir yumuşama sinyali bile vermiyor tabii ki. Ancak
sahte bir imaj oluşturma çabasına devam ediyor. Örneğin HES’lerle kuruma
tehdidi altında olacak derelere gidip alabalık atıyor. Bodrum’daki denize sıfır
mimariden rahatsız oluyor, ama Bodrum’a gittiğinde kaldığı otelin koskoca koyu
nasıl kapattığını görmüyor. Baştan aşağıya çelişkiler diyarında yaşayan
başbakanın bu gibi şaşırtıcı sözleri ve eylemleri saymakla bitmeyecek elbette.
Bu şekilde imajı doğrultması çok
mümkün olmayınca da imdadına eş dost televizyonları yetişiyor. Herkesten
mitingdeki teyzenin iştahını beklemeyecek olsalar bile, yine sevgi dolu biçimde
başbakan övmesi beklenecek.
Bunun için seçilen isimler ise alanlarında gayet
başarılı kişiler… Kimisi için bir hayal kırıklığı olacaktır. Ancak pek çoğumuz
için bu kişiler tam da bu iş için biçilmiş kaftan…
Türkiye’nin pek çok ilinden
çocuklar başbakan hakkında düşüncelerini söyleyecek. Ünlüler dünyasından ise Ajda
Pekkan, Kenan İmirzalıoğlu, Orhan Gencebay, Şahan Gökbakar, Kenan Işık, Acun
Ilıcalı, spor dünyasından Fatih Terim ve Hidayet Türkoğlu başbakanı anlatacak.
Başbakan bu VTR’leri izleyip, üstüne konuşacak. ‘Ustanın Hikâyesi’nde bir de
klip yayınlayacağız. 11 bakan, genel başkan yardımcıları, grup başkan vekilleri
ve iki büyük şehrin belediye başkanlarının da oynadığı bu klipteki şarkının bir
bölümünü Kubat, başka bir bölümünü de Işın Karaca seslendirmiş. Dünyada örneği
varsa, desin biri…
Görüldüğü gibi imaj düzeltme
çabasına medya desteği anında yetişiyor. Türkiye’nin demokrasi tarihinin kara
lekeleri arasında yerini alabilecek güçteki iktidarı aklama çabasına ve
propagandasına alet olan o ünlü isimler gelecekte daha da üzerlerine yapışacak
kötü imajı nasıl düzeltecekler, çok merak ediyorum.
Sanal âlemle ilk tanıştığımda,
MIRC diye bir sohbet platformu vardı. Siz de hatırlarsınız. Bir takma isim
belirleyip, sohbet kanallarına giriverirdik. Buralarda hiç gerçek kimliğimle
bulunmadım.
Eğlenmek için, hayal gücünün
sınırlarında yalandan hayatlar sunardık. Sadece ben yapıyorum, sanıyordum, ama
durum tam tersiymiş aslında. Birçok arkadaşım itiraf etti daha sonra. Bu sohbet
kanallarında, seksen yaşında küfürbaz bir teyze, psikolojisi bozuk bir yeni
yetme, karısını aldatan bir erkek, kocasını aldatan bir kadın, satanist bir
grubun lideri gibi farklı karakterlere bürünüp eğlenirdim.
Neyse ki bu eğilim çok kısa sürdü
ve edindiğim mail adresiyle gerçek kimliğim artık sanal ortamda da görülmeye
başladı. Bir yandan da sanal âlem daha da zenginleşiyordu. Forum siteleri,
arkadaş bulma (aslında seks için eş bulma) siteleri rağbet görmeye başladı.
Sosyal medya kavramı daha bir genişlemeye başladıkça, daha akılcı, faydalı
paylaşım mecraları oluşmaya başladı.
Sonra bir baktık ki, insanlar
daha önce, ayrı ayrı kanallardan giderdikleri ihtiyaçlarının karşılığını tek
bir kanalda bulmaya başladılar. Cinsellik, aşk, iş, dostluk, bilgi, haber alma…
İşte tam da bu noktada, eskiden kalma “yalan dünya” hastalığı nüksetti.
Arkadaşlıklar sahteleşti. Genç hanımlar, genç beyler kendilerine ait olmayan
fotoğraf ve bilgilerle flörtlere başladılar. İş bağlantıları fos çıktı,
arkadaşının profili sahte çıktı. Vesaire, vesaire…
Çok daha önemli sorun da bilgiyle
ilgili olandı. Ciddi bir dezenformasyon dönemi başlıyordu. İnternet üzerinde,
yalan, yanlış imzalı sözler paylaşıldı. Ve o yanlış, doğruymuş gibi kabul
görmeye başladı. Mesela Neyzen Tevfik’in diye dolaşan, “be ey dürzü” diye
başlayan şiir, aslında adı geçen ustaya ait değil. Doksanların ortasında, bir
rütbeli asker tarafından yazılmış bu şiir, ısrarla Neyzen Tevfik imzalı olarak
dolaşmaya devam ediyor.
Sonra bir bakıyorsunuz, bir
siyasi partiyi ya da hareketi karalamak ve itibarsızlaştırmak için sahte video
çalışmaları yapılıyor. Yaşanan bir olay bambaşka bir olayın görüntüleriyle
lanse ediliyor. Van depreminden sonra, deprem bölgesine yardım eden askerin
saldırıya uğradığına dair yapılan yalan haberlere benzer, provoke etme amaçlı olarak
görüntülü, yazılı haberler yayılabiliyor.
Başka bir örnek daha vermek
gerekirse; Ermeni soykırımına karşı bir argüman geliştiremeyince, soykırım
anıtı önünde anma töreni yapan insanların olduğu fotoğrafta ayakların altına
fotomontaj yoluyla Türk bayrağı yerleştirilip, nefret söylemi beslenebiliyor.
Bunları kim yapıyor, bu yalan dünyayı kim yönetiyor, bilemiyoruz. Her geçen gün nefret söylemi artan oranda
artarak, sosyal medya yoluyla yayılıyor.
Önceleri saf ve zararsız olan
küçük yalanlarla kendi yağıyla kavrulup giden sanal âlem, şimdileri bilgi
kirliliği ve nefret söylemi gibi önemli sorunların beslendiği bir mecra haline
geldi. Ancak tabii ki enseyi karartmayalım. Bu gidişi değiştirmek için çaba
sarf eden insanlar da var. Ve var güçleriyle sosyal medya içinde çalışmalarını
sürdürüyorlar.
Elbette sosyal alandaki
sorunların çözümü nasıl bilinçlenmeyle sağlanacaksa, sosyal medyanın daha
güvenilir bir yer alması da bu bilinçlenmeyle mümkün olacaktır. Hele ki,
internet medyası, görsel ve yazılı diğer medya araçlarını bu kadar geride
bırakmaktayken, bu çok büyük bir gereklilik…
TRT Çocuk'ta yayınlanan, eğitici bir görev üstlenmiş olan
çizgi film Pepee, ciddi bir kafa karışıklığına neden oluyor. Çocuklar için
gerçekten eğitici mi, onu değinmeden önce, bu kafa karışıklığına nelerin neden
olduğunu biraz açmak istiyorum.
Gariptir ki bu ülkede yapılan herhangi bir iş farklı
kesimlerce, farklı gerekçelerle eleştirilir. Tarafsız bir gözle değerlendirmeye
girişmeden, Pepee'ye yönelik getirilen ilk eleştiriye bir bakalım. Pepee'nin de
tıpkı Şirinler'de olduğu gibi bir komünizm propaganda aracı olduğunu düşünenler
var. Bu eleştiriyi getirirken kullandıkları argümanlar da oldukça ilginç.
Pepee'nin Şirinler kahramanları gibi dayanışma ruhu ortaya koyan bir karakter
olmasından, görev bölüşümü, eşitlik gibi mesajlardan rahatsız olan bu kesim,
"e komünizm kötü bir şey değilmiş ki o zaman" dedirtiyor. E değil
tabi. O ayrı mesele. Ama onun komünizm propagandası yapıp çocukları
'zehirlediğini' söyleyen bu zat-ı şahaneler aslında özünde iyi bir şeyi
eleştirmekte... Bu ilk kafa karışıklığı sebebiydi.
Bir diğer eleştiri de İsmailağa cemaatinden gelmişti. Burada
da Pepee'nin Alevilik propagandası yaptığı söyleniyordu. Ninesi başını Aleviler
gibi bağlıyordu, dedesinin bıyıkları Alevi dedelerininkine benziyordu. Anne ve
baba da çok çağdaştı! Bu arada dedenin bıyıklarını komünizm karşıtları
Troçki'ninkilere benzetmişti. Bu da ikinci kafa karışıklığı.
Bu iki kafası karışık kesimin ortak fikri de Pepee'nin milli
ve dini duygulara yönelik bir tehdit oluşturduğuydu. Ancak dini kesim içinde bu
karakter daha çok sahiplenildi. Hatta Pepee'nin Diyanet TV'de çocuklara abdest
almayı ve namaz kılmayı öğreteceği söylentileri laikçiler tarafından tepkiyle
karşılandı, ama dindar kesimi heyecanlandırdı. "Namaz kılsa şahane
olur" türünden yazılar yazıldı dini internet sitelerinde. Tabii öyle bir
şey gerçekleşmedi.
Konunun özü Pepee, kimine göre Sünniliğe düşman, kimine göre
vatan haini, kimine göre de dindar nesil yetiştirme aracı olarak görüldü. Bu da
kafa karışıklığının özeti işte.
Ayrıca Pepee'nin İspanyol bir çizgi film karakteri olan
Pocoyo'nun taklidi olduğu iddiası, bu çizgi filmin orijinal bir fikir olduğu
iddiasını da çöpe atmaya yetti. Ama popülerliğinden bir şey kaybetmedi.
Peki, çocuklar için gerçekten eğitici mi? Aslında Pepee
klişeler ve yüzeysel çocuk sorunları üzerinde ilerliyor. Oynarken düşen çocuğun
bir yerinin uf olması, bakkala ekmek almaya gitmesi gibi. Ayrıca yaratıcısının
"Pepe bu vatanın evladıdır" şeklindeki açıklamaları da "bir
çocuğun gelişiminde sadece milli bir çizgi karakter yeterli mi?" diye
sorduruyor bana. Yani kendi kabuğundan çıkamayan bir toplumun gelecek nesline
ne kazandırır bu tutum? Evet, Pepee'nin türkü söyleyip halay çekmesi güzel
olabilir. Ama dünya bizden ibaret mi? Milli değerlere sahip çıkan, milli
değerlerinden başka hiçbir değer bilmeyen bir nesil iyi bir nesil mi?
Bu çizgi film bu kadar huysuzca eleştirilince ben de mi
coştum biraz yoksa? Belki de bu naçizane yazı, benim âcizane kafa
karışıklığımın eseridir. Neyse.
Bir çocuğun sağlıklı gelişiminde, özellikle zihinsel gelişiminde,
itaatkâr bir karakterin çok faydası olmayacağını düşünüyorum. İtaatkâr bir
çocuğun yaratacağı nesil, hemen ikna olan, gerçeklerin farkında olmayan, uslu
bir nesil olacak çünkü. Hatta bilimsel, sanatsal hiçbir faaliyeti olmayan,(
halay çekmek ve şarkı söylemek dışında) sosyalliği sadece evin içi ve
bahçesiyle sınırlandırmış bir çocuk, gelecekte ne yaşar? Bunu yorumlamak
elbette ki pedagogların işi. Bu noktada haddimi bilmeliyim.
Bizim nesil nelerle büyüdü? Susam Sokağı, Şirinler, Heidi
gibi çocuk yapımlarıyla. Susam Sokağı'ndaki eğiticilik, Şirinler'deki dayanışma
ruhu, Heidi'deki güzel ilişkiler nerede kaldı? Bu kadar eskide kalmış olan bu
yapımların, çağdaşlık ve eğiticilik açısından, bugünkülerin gerisinde kalması
gerekmez miydi? Ama Pepee ile görüyoruz ki geride kalan bizim neslin
kahramanlarını aşacak herhangi bir gelişme yok.
Kaldı ki annelerin bu çizgi filmi sevme sebeplerinin başında
kafalarını dinleyebilmeleri olduğunu düşündüğünüzde, bunun en önemli
katkısının, ev hanımının ev işlerini yetiştirebilmesi olduğunu da görüyoruz.
Alışveriş merkezlerinde sömestr tatiliyle birlikte başlayan Pepee
etkinliklerinde çocuklarını etkinliği izlemeye bırakıp güvenle alışveriş yapan
annelere de rastlıyorum hatta. Pepee bir fenomen olma yolunda, konserler bile
düzenliyor. Geçtiğimiz yaz afişlerini görmüşsünüzdür.
Bu kadar eleştirmeme rağmen, yine de bu çocuk programının
çocuğun gelişiminde doğru hedefleri olduğuna ciddi şekilde ikna olmak
istiyorum. Çocukların bu kadar sevdiği ve bağımlısı olduğu Pepee'nin buna
ilişkin bir kanıt sunması gerekiyor. Bakalım, zaman ne gösterecek?
Sosyal medya, çok hızlı bir gelişim içinde… Sayıları her
geçen gün daha da artan internet kullanıcıları, yeniçağın gerekliliğine ayak
uydurma çabasında…
Pek çoğumuz Facebook ilk ortaya çıktığında bunun içinde yer
almamak için direnç gösterdik. En azından benim için öyleydi. Facebook yıllar
önce irtibatı kestiğimiz arkadaşlarımıza yeniden ulaşmamız için önemli bir
noktaya ulaşınca bu direncim kırılıverdi. Ancak Facebook zamanla sadece
arkadaşlarımıza yeniden kavuşma işlevinin çok daha ötesinde bir mecra olduğunu
gösterdi. Biz artık bu yolla kendi PR çalışmamızı yapmaktaydık. Farkındaydık ya
da değildik. Bu önemli değil. Asıl önemli olan gelinen noktada Facebook’un
profesyonel iş dünyası için, önemli bir tanıtım mecrasına dönüşmüş olması… Biz
sıradan insanlar da işte böyle bir mecra içinde kendi tanıtım faaliyetimizi
yürütüyoruz.
Bugüne gelene kadar, insanlar yeteneklerini sergilemek için
çok sayıda yollar denedi. Ve hala geleneksel yöntemlerden olan yetenek
yarışmalarıyla buna devam ediyor. Ancak artık bunun için gerekli şartlar o
kadar güzel sağlandı ki televizyon programlarını aşındırmaya gerek kalmadı.
Bugün yeteneğinizi sergilediğiniz bir videoyu, Youtube yoluyla insanlara
ulaştırabiliyorsunuz. Herkes bunu kullanarak bir fenomen olma yolunda. Bu
sayede meşhur olmuş çok sayıda isim sayılabilir. Hal böyle olunca, yeni medya,
geleneksel olanı da şekillendiriyor. Geleneksel medya organları artık yeni
medyanın içine dâhil olarak kendine bu platformda bir yer edinmeye çalışıyor.
Elbette ki bütün bunlar, artık daha hızlı yaşamayı seçen
insanların eseri… Ortaya çıkardıkları bir işin hemen kabul görmesini ve
izleyiciye ulaşmasını isteyen insanlar, sosyal medyayı etkin bir şekilde
kullanmaya başladı. Bir televizyon programına çıkarak müziğini sergilemek
isteyen bir müzik grubu, artık Youtube için hazırladığı basit bir video kliple
amacına ulaşabiliyor. Televizyonlar da bunu yakın takibe almaya başladı. En çok
tıklanan videoların sahipleri, böylece şöhret kapılarını aralayabiliyor. Ancak
bu noktada bazı kolaycılıklar söz konusu… Bugün Youtube videolarının tıklanma
sayısını artıran hizmetler satın alabiliyorsunuz mesela. Bunlara rağmen yine de
gerçek yetenekler, hak ettikleri noktaya ulaşabiliyor. Müzik grubum için bir
müzisyen aramak istersem hemen yarın bir big band kuracak kadar müzisyeni bu
sayede bir araya getirebilirim. Üstelik yedekleriyle beraber…
Televizyon dünyası da internet ortamına kayıyor elbette.
Televizyon dizileri bu yüzden etkin bir Twitter ağı oluşturmayı seçiyor.
Yakında sadece internet üzerinden yayın yapan televizyon kanallarının sayısı
tahmin edemeyeceğimiz kadar artacak. Bunu bilen yapımcılar, yüksek bütçeli
yapımlarla izleyiciyi kaybetmemeye çabalasa da bu orta vadede pek sonuç
vermeyecek, gibi görünüyor. Ve izleyici istediği içeriğe ulaşacağı yeni
mecrasında mutlu, mesut yaşayacak.
Bütün bu söylediklerim, bir şeyler üreten insanlar için
geçerli… Sosyal medya, bunlar haricinde kalan geniş bir kesim için de fenomen
olma savaşlarının görüldüğü bir meydan… Herkesin ‘filozof’ olduğu bir mecra…
Başkalarına ait sözleri Twitter’da paylaşarak gününü geçiren o kadar çok insan
var ki. Bu da işin bir yan etkisi sayılabilir. Örneğin Facebook durum
güncellemenizde azıcık edebi bir şey paylaştığınızda, gelen yorumların en az
üçü “çaldım” olabiliyor. Ve pek çoğu da kendine ait gibi paylaşıyor. İnternette
gördüğümüz her şeyi kendimize ait sanıyoruz. Bu da başka bir yan etki…
Yine söylediğim gibi herkesin internet ortamındaki amacı,
sosyal medya fenomeni olmak… Bizler farkında olmadan bir sınavın içine düşmüş
oluyoruz aslında. Yaptığımız işler, yazdığımız yazılar ve diğer sosyal medya
faaliyetlerimizle yeni medyanın birer unsuru olabiliriz. Ancak hepimiz değil.
Bir zamanlar eline gitar alıp şarkı söyleyen herkes şarkıcı olmuş olsa da artık
farklı bir iş yapmadan bir yerlere gelemiyorsunuz müzikte maalesef. Yarın da bu
süreç sosyal medyadaki tüm faaliyetlerimiz için geçerli olacak. Yarın herkes
sosyal medya fenomeni olacak belki. Ama sonraki gün sadece birkaçı sivrilecek.
Onlardan biri belki de sensin. Kim bilir? Ancak geleneksel yükselme
yöntemlerinden olan, başkalarının üstünde tepinerek değil, kendi ayaklarının
üzerinde durarak…
Nasıl olduğunu anlayamadı adam. Birdenbire göz göze
geldiler. Gülümsediler. Birbirlerini başlarıyla selamladılar. Kısa sürdü. En
fazla bir dakika… Ama çok şey anlattı. Bir aşkın tohumlarıydı.
Sonra günler geçti. Adam kadını her gördüğünde başını
çevirdi. Çünkü o büyüyü kaldıramayabilirdi o narin yüreği. Ancak olmadı. O
gözlerle buluşmamak mümkün değildi çünkü. Bakışları birbirlerini davet etti.
Nasıl olduğunu anlayamadı adam. Bir anda sohbete başladılar.
Bu bir sohbet değildi. Bu bir dudakların dansıydı. Gözlerin,
mimiklerin buluşmasıydı. Ruhlar sevişirken bedenler havadan sudan sohbet
ediyordu.
Sonra birkaç kez daha bir araya geldiler. Ancak kadının
gitmesi gerekti. Gitti. Giderken ona kokusunu bıraktı. Adam o kokuyu içine
çektikçe onu tekrar görmek için içindeki fırtınaya rağmen yolculuğa çıktı. Onu
geri getirip bir kez olsun öpmek istiyordu. Öpmek… Belki de sadece bir an için…
Öpmek…
Ve sevgili okuyucu… Geri geldi kadın… Ağaçlarla çevrili bir
yolun kenarında karşılaştılar. Nasıl olduğunu anlayamadı adam… Aşkın alevi
bedenleri yakarken, güneşi bile kıskandıracak patlamalar yaşanırken…
İşte böyle başladı kadınla adamın aşkı… Hiç bitmesin diye
her köşe başına bu aşkın tohumlarını serptiler. Artık her ağaç gölgesinde
sevişilsin diye… Her çiçek aşkın kokusu olsun diye…
Son zamanlarda Ali İsmail, Ethem, Abdullah, Mehmet ve daha
niceleri için tek damla gözyaşı dökmemiş olanlar Mısır’daki Esma için
ağlıyorlar. Elbette ki Mısır’da ordunun katliamlara son vermesi, demokratik
taleplerle sokağa çıkanlara şiddeti durdurması gerekiyor. Ve elbette ordunun
hiçbir şiddet eylemi ve cinayetleri meşru müdafaa olarak değerlendirilemez.
Tıpkı Gezi eylemleri sırasında polisin şiddet kullanımını
haklı çıkaracak hiçbir bahane olmayacağı gibi Mısır’da da darbeyi ve
katliamları haklı çıkaramayız.
Gezi direnişi başlayalı yaklaşık 3 ay oldu. Bitti mi?
Bitmedi elbette. Çünkü her ağzını açan iktidar mensubu Gezi diyor, başka bir
şey demiyor. Demek ki yer etmiş. Demek ki akıllardan çıkmıyor. Dolayısıyla
direnişin bitmediğini, daha yeni başladığını söyleyebiliriz. Gezi’nin gerek
Türkiye, gerekse Dünya kamuoyu nezdinde itibarını yok etmeyi başaramadılar bir
türlü. Başbakan hala diktatör yakıştırmalarına cevap vermekle meşgul…
Demokrasinin seçimden ibaret olduğunu iddia etmeyi henüz bırakamadı. Geçtiğimiz
haftalarda Mehmet Ali Şahin Gezi eylemcilerini müebbetlik ilan etti. Egemen
Bağış ise son bombayı patlattı. Eğer Türkiye olimpiyatlara ev sahipliği
yapamazsa bunun sorumlusunun Gezi eylemcileri olduğunu söyledi. Küçük hesaplar…
Bir yerden vurabilir miyiz? Herkesin damarına uygun bir linç sebebi
oluşturabilir miyiz? Bu soruları soruyorlar kendilerine.
Mısır’daki acı olaylar ve Gezi Direnişi serin kafayla aynı
düzleme konmalı… Çünkü ironik bir dönemin içine soktu bizi her ikisi de.
Mısır’daki darbe bizim muktedirin imdadına yetişmeseydi bugün iktidar basını
Gezi direnişini bir darbe girişimi gibi göstermeye bu kadar cesaret
edemeyecekti. Ancak Gezi direnişini bastırma girişimi ve sonrasındaki cadı
avları bizde bir 12 Eylül anımsaması yaratmış oldu. Dolayısıyla darbe diye
lanse etmeye çalıştıkları eylemlerin aslında her dönem devam eden 12 Eylül
darbesine yönelik bir başkaldırış olduğunu söylesek yanılmış olmayız.
Mısır’daki darbe katliamlara neden olurken halk sokağa
dökülmeye devam ediyor. Her gün ölüm haberleri alınıyor. Esma isimli bir genç
kız asker kurşununa kurban gidiyor. Bu acı olay Türkiye’deki çoğu medya
organını ve iktidarı harekete geçiriyor. Bir ölüm kullanılarak Ali İsmail’e,
Abdullah’a, Ethem, Mehmet’e bir rakip yaratılıyor adeta. Başbakan’ın baba
olarak döktüğü gözyaşı haber yapılıyor. Esma için tüm Türkiye yasa bürünüyor.
Bizim ölülerimiz ise darbeci olarak görüldüğünden ağlanmaya değer görünmüyor.
Daha da ironik olanı başbakan Mısır’daki katliamları haber
yapmayan medya kuruluşlarını fırçalıyor. Onları “fok belgeseli” vermeyi tercih
ettikleri için kınıyor. Yanlış duymadınız. Fok belgeseli… Baştan aşağıya kara
mizahını bürünmüş bir dönemin içinde olduğumuzu söylemekten geri kalmamamız için
bir sebebimiz var mı şimdi? Penguenlerle fokların savaşı…
Stadyumlarda Gezi direnişiyle ilgili slogan atılması
yasaklanırken Mısır için slogan atmak adeta teşvik ediliyor.
Sonra bu memleketin çocukları sokağa döküldüğünde “neyiniz
eksik?” diye sorabiliyorlar. Yahu neyiniz eksik ne demek? Bu resmen üvey evlat
muamelesi değil mi ki tam bir şey arayalım?
Dolayısıyla… Beyler, yaptığınıza çifte standart derler.
Mısır’a ağlayalım elbette. Bir şeyler yapalım. Katliamı durduracak yollar
arayalım. Ama önce ülkendeki ağlayan anaların gözyaşlarını silelim. Katillerinden
hesap soralım. Yoksa bir kandırmacadan öteye geçmeyecek hiçbir şey.
Antik dönemlere ilgi duyan her insanın Türkiye sınırları
içindeki en önemli uğrak yeridir Olympos. Antalya'da bir antik kent... Kenti
gezerken tarihin gizemli sayfalarındaki bu gizeme dahil oluyorsunuz.
Olympos aynı zamanda eğlenceye de önem verenlerin uğrak yeri
olmaya devam ediyor. Eğlenceyi ve kafa dinlemeyi aynı anda yaşayabileceğiniz
ender yerlerden biridir Olympos. Bunu yaşayacağınız mekan ise Eski Yeni... Gece
olunca canlı müzik gruplarının yarattığı eğlence dünyasının içinde
bulabilirsiniz kendinizi.
Şu sıralar ise grubum Serbest Radikaller ile çaldığımız
mekan ayrıca. Serbest Radikaller'i İstanbul'dan bilenler geldikleri zaman
Olympos'un gizem ve büyüsüne yaraşır bir şekilde bir müzik dinleyebiliyorlar.
Dahası şu sırlar meteor yağmurları da başlamışken müzik sonrası bu güzelliği
hep birlikte gökyüzünün derinliğine akabiliriz.
Grupta gitar ve vokalde Jehat Olympos gecelerinin
müdavimlerinin tanıdığı bir isimdir. Daha geniş bir kadroyla doğu eksenle batı
müziğini dinleyicisine sunuyor.
Nerede tatil yapabilirim diye düşünen varsa, bütün tatil
unsurlarını aynı anda burada yaşayabilecekleri gerçeğini atlamasın. Biz 21
Ağustos gecesine kadar Serbest Radikaller olarak Olympos gecelerinize eşlik
etmekten büyük zevk duyacağız. Eski Yeni'ye bekleniyorsunuz.
Yine ülke gündemi bal gibi. Tadından yenmiyor! Geçen ilkbaharda okullarda okutulan hikâye kitaplarında başörtülü penguen gündemdeydi. Tepkiler üzerine kitabın dağıtımını yapan kitapevi bir açıklama yaptı. Kitabın orijini Hindistan'dı. Aslına uygun olarak çevrilmişti ve görsellere hiçbir şekilde müdahale edilmemişti. Bu açıklama tepkileri bir parça haksız çıkarsa da sonucu değiştirmez. Başörtülü penguen olan bir kitabı seçen adam yine hatalı. Çünkü burada sorun çocukların kafalarına yerleştirilen algı. Bilinçaltına yapılan aleni saldırı.
Bu konuda bir diğer husus da şu. Bir arkadaşımın söylediğine ve benim de teyit ettiğime göre, penguen ailesinde reis dişi penguendir. Kitaptaki resimlerde dişi penguen annelik yapıyor, ama o iş gerçek hayatta erkeğin üzerindedir. Dişi de avlanır, evine ekmek getirir. Bakarsınız bizimkiler penguenlerin toplum yaşamına da müdahale ederler. Neyse. Konu dağılıyor gibi, ama toparlayacağım.
Şimdi anlatacağım hikâye de Afyon'da geçiyor. Türkiye gündeminin "e daha ne olacaktı?" kategorisine geçen yıl ilk sıradan girmiş olan içki yasağı uygulamasıyla Afyon pilot bölge oldu.
İslami yaşam tarzının bireyin tercihine bırakılmaması asıl sorunumuz. Birilerinin yasaklarıyla, zorlamalarıyla bunu empoze etmesi demek, daha önce de çokça söylemeye çalıştığım gibi dine yönelik bir yıpratmadır aslında. Tabii bu yasakla ilgili olarak yapılan savunma da çok bilindik. İçki içilen bölgelerde halkın şikâyetleri. Nasıl gelişmiş bir şikâyet kültürümüz var bizim öyle? Göz yaşartıcı...
Yokladılar, baktılar ki kimsenin umurunda değil. İkinci bombayı patlattılar. Okullarda mescit uygulamasıyla en yukarıda bahsettiğim olayda olduğundan biraz daha farklı bir yöntemle amaçlarını direkt olarak empoze etmeye başladılar. Bunun gerekçesi de din ve vicdan hürriyetiydi. Bu da çok bilindik bir bahaneleridir.
Afyon işte bu tip uygulamalara direnç göstermeyerek gerici yaşam tarzı mühendisliğinin avuçları arasına düşmüş oldu.
Afyon, "e daha ne olacaktı?" ile "yuh artık" kategorisi arasında kararsız kalınan gündem maddelerini "e daha ne olacaktı?" kanıksanmışlığına ve yılmışlığına yerleştirdi. İlk iki gündem maddesi çok tutulup çabuk bırakılınca, üçüncü yetişiverdi Değerli okuyucu; alıştıra alıştıra geldik sonunda yazının son durağına.
Üçüncü Afyon gündemimiz haremlik selamlık belediye otobüsü uygulaması. Kadınlara özel bu otobüs kampanya için olsa gerek, ücretsiz. Belediye otobüsünün ücretsiz oluşu, sosyal bir hizmet görünümü verilmiş oltadır, kimse kusura bakmasın. AKP'li belediye Afyon'daki bu pilot bölge uygulamasının yeni ayağıyla bir yoklama daha çekiyor. Eminim, Afyon halkı bunu memnuniyetle kabul edecektir. Temel sorunlarımızdan biri de halkın saçmalıkları kabul etme becerisidir ya zaten. Hele ki bu saçmalıklar hizmet görünümü verilerek gerçekleştiriliyorsa toz kondurmazlar.
AKP'li belediyenin gerekçesi, otobüslerdeki hırsızlık olayları ve ahlaka aykırı davranışlar. Bu da bilindik. Hırsızlık olaylarını da araya sıkıştırıp tepki verecek insanları hırsızlık şebekesi reisi ilan ederler, en çok da tacizci ilan ederler tabi... Olur biter. "Her şey kadınımızın huzuru için" diyeceklerdir. Kadını toplum yaşamından git gide uzaklaştırmak için kadın haklarını savunuyor gibi yapacaklardır. Her yanı çelişkilerle örülü yurdum benim.
İşte bu toplum mühendisliği ne yazık ki toplumun gönül rızasıyla gerçekleşecek. Bu yazdıklarımdan dolayı beni Sözcü gazetesi kafasında Kemalist tipi İslam fobisi sahibi olarak görecekler çıkarsa diye söylemiş olayım bir nevi cevaben. Afyon'da olanların açıklamasını tutarlı bir şekilde yapın da bu olası eleştiri balondan ibaret kalmasın.
Afyon'da içkinin yasak oluşundan dolayı insanların 100 km yol kat edip Uşak'a gidip içkili eğlencelerini yaptığını biliyor musunuz? Bizzat gidip gördüğüm için, bu haberin abartı ya da çarpıtma olmadığını biliyorum. O yüzden bu "çarpıtmadır" savunması sökmez.
Yazının başında aslında sonda söylemem gereken bir konudan bahsetmiştim. O bir puzzle parçası olarak boşlukta dururken Afyon'da olan bitenlerle toplum mühendisliği çalışmalarının kararlılıkla sürmekte olduğunu ve halkın buna direnmemesi yüzünden hiç durmayacağını görmemizi sağlıyor. "Durmak yok, yola devam" derken en büyük motivasyon kaynakları bu pasiflik belki de.
Bu bir pasiflik değil de bir gönüllülükse şimdiden söyleyeyim. Geleceğin olası baskılarına dövünen çıkarsa diye. "Kendi düşen ağlamaz"