Kadın, ataerkil toplumun bir
namus nişanesi olarak algılanır. Ne giyeceği, ne iş yapacağı ve nerelere gidip,
nerelerde gezeceği önceden belirlenmiştir. Her türlü cinsel kısıtlamalar onun
üzerinde uygulanır. Erkek çocuk çok sayıda kız arkadaşa sahip olunca böbürlenilir
de kız çocuk okulda erkekle aynı sırada dahi oturmasın, diye elden gelen
yapılır.
Böyle bir ortamda büyür kadın.
Umutları, arzuları örselenmiş, törpülenmiş ve ‘ideal eş’ olarak geleceğe
hazırlanmıştır. Bütün bu kalıpların dışındaki kadın ise, hep saldırıya uğrar.
Tecavüze uğrarsa, erkeği ‘tahrik’ ettiğine kanaat getirilir. Patrona
başkaldırıp işten atılırsa, fitnecilikle suçlanır. Kocasından dayak yerse,
cazgırlıkla…
Kadın kendisine biçilen kalıba
girmediğinde, eşinden boşandığı zaman çocuklarının velayetini bile
alamayabilir. Televizyon dizilerinde de görürüz. Sosyal hayatı olmayan, evine
bağlı, kocasına itaat eden kadın, fedakâr ve namuslu olarak sunulurken, bütün
kötü kadın karakterleri, kalıpların dışındaki profiller olarak gösterilir. Bu
da topluma yansır tabii ki. Verileni olduğu gibi alırız çünkü. Ya da toplum
öyle olduğu için, televizyonlar ayna gibi bize yansıtır. Kısacası bu, bir kısır
döngüdür.
Çok sayıda erkek arkadaşı olan
kadınlar da ‘namussuz’ sayılır. Hatta o
erkek arkadaşlarından bazıları bile, bir yolunu bulup onu yatağa atmak ister.
Ne de olsa o yolun yolcusudur! Dolayısıyla kadının toplum içinde bir sosyal
hayatı olamaz. O yüzden evlenip çocuk sahibi olmuş kadın, ideal bir profil ve
genç kızların önünde rol modeldir. Artık tek başına tatile çıkmış “özgür kız”
karakterleri de tarihe karışmıştır. Reklamlara bir bakın. Bütün kadın
karakterler, evli ve çocukludur. Ve hep evdedir. İşte bu da bir yansıma ya da
bir dayatmadır.
2011 yılının Şubat ayında Defne
Joy Foster’ın ölümünü hatırlayalım. Ölümünden sonra çıkan haberleri, yapılan
yorumlara bir gözden geçirdiğinizde, kadının nasıl algılandığını, kalıbın
dışında olduğunda nasıl görüldüğünü anlayabilirsiniz.
Bilmedikleri ve görmedikleri
halde, bir kadının bir erkek arkadaşının evine gitmesinden, o erkeğin evinde
ölmesinin sebeplerine varıncaya kadar kirli yorumlara tanık olduk. Bunlardan en
yaralayıcı olanı ismi lazım değil bir ‘zat-ı şahanenin’ “su testisi, su yolunda
kırılır” yorumuydu. Ve diğer ‘beyefendilerin’ üstüne tuz-biber yorumları…
“Size ne?” dedikçe coşan,
coştukça saçmalayan adamları gördük; anladık ki kadın, kalıpların dışında bir
sosyal hayata ve tercihe sahip olduğunda, potansiyel ‘suçlu’ olarak
algılanmaktaydı. Tanık olmadıkları bir durumu saçma sapan değerlendirirken,
ölünün arkasından kötü konuşmama terbiyesini bile bir kenara bırakıyorlardı. Bir
katil öldükten sonra, onun peşinden yas tutabilen “maço tayfa,” kadının
ölümünün ardından, önce nerede öldüğünü ve kadının medeni durumunu araştırıyor
ve duruma göre yaftalamasını yapıyordu. Tanımadıkları birinin cenazesinde
merhumu iyi bildiğini haykıran cemaat, merhumeleri böyle kategorize ediyordu
işte. Ve Defne’yi de insan gibi uğurlayamadı.
İslam coğrafyasında da durum
farklı değil elbette. Hatta devlet eliyle pek çok insanlık dışı uygulama söz
konusu…
İçinde bulunduğumuz yılın Mart
ayında Fas’ta tecavüze uğrayıp dövülen 16 yaşındaki Amina, Fas ceza yasasının
475. maddesine göre tecavüzcüsüyle evlendirilmişti. Çok geçmeden yasaların
kendisine dayattığı bu haksızlığa karşı tek seçenek olarak canına kıymıştı
Amina. Bu olay sonucu da Fas’ta pek çok sivil toplum kuruluşu meydanlarda 475.
maddenin tümüyle kaldırılması için mücadele vermeye başlamıştı.
Bu coğrafyada tecavüze uğrayan
bir kadın, hangi yaşta olduğuna bakılmaksızın, türlü önyargılarla fişlenir. Ve
tecavüze uğradığı için neredeyse kadın yargılanacaktır. Öyle ki 475. madde gibi
maddeler dolaylı da olsa kadını yargılar ve mahkûm eder. Ülkemizde de benzer
uygulamalar töre tarafından emredilir. Ayrıca HSYK tarafından da Fas’taki 475.
maddenin aynısı önerilmişti. Toplum kafasına baktığınızda ise ‘namusun’
temizlenmesinde çok önemli bir çözüm(!)
Her alanda erkek egemenliğini
dayatan sistem, kadını hep baskı altında tutarken, kadına yönelik işlenen
suçlarda yine kadını yargılayabiliyor. Kurulan mahkemelerde, sanık
sandalyesinde oturan erkeği kurtaracak önlemler üzerine konuşuluyor, kadının
acısı her geçen gün daha çok artıyor. Yara derinleşiyor.
Ülkemizde de gördüğümüz töre
cinayetlerinde olduğu gibi… Acı çeken, yaralanan, mutsuzluğa mahkûm edilen ve
sonunda ölüme koşan hep Aminalar oluyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder