Yine bir şehir içi ulaşımın gerektiği günlerden birinde,
yine sırtımda çantamla metrobüse binmekteydim. Hıncahınç dolu olan araçta zor
bela ayakta kalma mücadelesi başlamaktaydı. Saatler on üç sıfır sıfırı
gösteriyordu. Ya da daha geçti. Bunu öğrenmenin tek yolu saate bakmaktı. Ama
ben saat kullanmadığından bu öykülük zaman kavramından muafız. Bu arada
“muafız” dedim ya, araya bir “h” koysak muhafız olacak. Ne ilginç bir dil bu
Türkçe. Söylerken de “muhafız” diyorsam bu benim acizliğimdendir. Neyse, konuyu
dağıtmayayım.
Ne diyorduk? Metrobüs işte öyle kalabalıktı. Bir yanında
arkası dönük bir kadının poposuyla diğer yandaki orta yaşlı bir adamın iki yana
pergel gibi açtığı bacaklarından sağda olanı arasında sıkışmıştım. Bu en
azından sağa sola devrilmeme engel olacağından pek de şikayetçi değildim
açıkçası. Ancak bu temaslar karşı konulmaz bir ısınma ve peşi sıra gelecek
terleme, demek olacaktı. Bu da zincirleme bir reaksiyonla tüm yolculuk
insanlarına ulaşacak, en kısa zamanda klimaların açılması için ciddi bir baskı
grubu meydana gelecekti. Bütün bunların sorumlusu, bizzat ben olacağımdan
inceden sıkıntı duymaktaydım. Sıkıntımı üzerimden atmanın en iyi yolu etrafta
olan biteni izlemek ve dinlemekti. Aynı anda pek çok hayatın küçük kesitlerine
tanık olmak çok büyük bir heyecandı çünkü benim için. Ancak bu seferkiler
gülmemek için kendimi zor tuttuğum hayatlar kategorisinde yer almaktaydı. Tam
arkamdaki ikili koltuktan gelen seslere kulak kabarttım önce. Genç bir kızla
yaşlı bir adam aynı yolculuğu paylaşmanın neticesinde sohbet ediyordu.
“Çerkez misin sen kızım?” diye sormaktaydı adam.
“Hayır” diye cevap verdi kız.
“Eskişehirliyim dememiş miydin?”
“Evet, ama Çerkez değilim.”
“Nasıl olur? Eskişehir’in yarısı Çerkez’dir.”
O sırada kızı göremesem de bir kimlik karmaşası yaşamakta
olduğunu anlayabiliyordum. İkili arasındaki uzun sessizliği “Hanımefendi,
Eskişehir’in diğer yarısındanmış” diye bozarak kızı bu karmaşadan kurtarmayı
düşündüm. Ancak yapmadım, çünkü önümde oturan bir adam, bir kadın ve kadının
kucağındaki küçük çocuk arasında geçen konuşmalara dikkat kesilmeliydim.
Küçük çocuk annesinin yüzünü mıncıklamakta ve hafif kilolu
olan kadıncağızın yüzüne tarifi imkansız şekiller vermekteydi.
“Anne, geldik mi?” diye alışıldık çocuk yolcu kişisi sorusu
yöneltmekteydi. Her seferinde bıkmak usanmak bilmeden “Hayır” cevabı alsa da
buna devam etti. En sonunda “Anne, peki gelmeyecek miyiz?” diye sordu. Ben o
sırada felsefik bir karşılık beklemekteydim. “Gitmek istediğimiz yer ne kadar
uzakta bilmiyorum, yavrum” deyip evladına sarılacak ve müzik yükselecekti.
Ancak cevap “Gelmeyeceğiz Berke, of sıktın ama” oldu. Kadın da haklıydı. Gözüm
kadının yanında oturan kocasına takıldı. Bütün bu konuşmaları hiç umursamadan,
benim düşmeme sebebim kadının poposuna bakmaktaydı. Tekrar yanındaki çocuklu
kadına baktığımda çocuğun annesinin dudaklarını büzerek bir balon muamelesi
yaptığını ve annesini şişirmeye çalıştığını gördüm. Yolculuk boyunca istifini
bozmayan adam en sonunda Berke’yi annesinin kucağından çekerek okkalı bir fırça
çekti. “Eğer çocuk bu balon alışkanlığına devam ederse, ilginç bir cinsel
yaşamı olacak” diye düşünmekteydim.
Araçtan çok ciddi bir yolcu inişi gerçekleşirken, yapılması
gereken en önemli şeye kaptırmaya başladım kendimi. Yer kapma telaşı… Ve
başardım. Cam kenarına geçtim. Yanıma da orta yaşlarda bir adam oturdu. Zaten
hep öyle olurdu. Yanıma hep orta yaşlarda adamlar denk gelirdi. Kadın nüfusunun
ve bu nüfustaki genç oranının bu kadar yüksek olduğu bir ülkede bu reva mıydı?
Yanlış anlaşılmasın. Böyle bir şey istemememin sebebi bambaşka… Eğer yanımdaki
genç bir kız ya da benim yaşlarda veya biraz üzerinde bir kadın olsaydı, o
yolculuk sessiz geçecekti.
Evet, sessiz geçmedi. Önce sürekli bakan adam, sonra sürekli
konuşan adam haline geldi. Hiç istemeden önce okul hayatımı, askerliğimi,
işimi, evliliğimi anlatmak zorunda kaldım. Ne bölüm okuduğumda, askerliğimi
rahat yapıp yapmadığıma, müzisyenlikte para olup olmadığından, dört senelik evliliğimde neden çocuğum
olmadığına kadar pek çok konu konuştuk. Son konuda asla ikna olamadı ama. Çocuk
istemediğimizi anlatıyorum. Bana cevizli macunlar tarif veriyor. Henüz zamanı
değil diyorum, türbe adresi tarif ediyor. Bir süre sonra fark ettiğim başka bir
durum daha vardı. İçinde ceviz geçen bir tarif sonucunda daha fazla kişi tarafından
ilgi odağı olduğumuz gerçeği… Bu metrobüs yolculuğu “haydi, beline kuvvet”
nidalarıyla son bulabilirdi. Ama bitmeliydi bu yolculuk artık. Öyle ya da
böyle… Bir daha görecek halim yoktu ya buradaki insanları. Bana acıyarak bakan
bu yüzlere tek tek de açıklama yapacak halim yoktu. “Bakın, ben baba olmak
istemiyorum henüz, daha zaman var” desem ne olurdu ki. Alaycı bir sırıtmayla
güya bana bakmamaya çalışan genç kadına ne demeli? “Eğer o cevizli macunu yeyip
de çıksaydım…” neyse geri kalanını düşünmeyeyim. Haydi, ben ineyim. Oldu? İyi
günler…
Not: Bu yazıyı kaleme aldığım tarihte çocuk sahibi olmayı düşünmüyordum. Ama artık bekliyoruz ayıptır söylemesi.
Bu Twitter eskiden hep dutluktu.
Bu Twitter eskiden hep dutluktu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder