Lost, Avustralya’dan Los
Angeles’e uçan ticari bir uçağın, Güney Pasifik yakınlarına düşmesi sonucu,
kazadan sağ kurtulanların tropikal bir adada verdiği yaşam mücadelesini
anlatıyordu.
Amerikan yapımı olan bu dizi,
Türkiye’ye geldiğinde de izleyicinin gözdesi haline gelmişti. Hafta sonu eve
kapanıp, üst üste bir sürü bölümü izlemiş tanıdıklarım var. İtiraf etmeliyim
ki, “ne varmış yahu bu kadar Lost’ta?” diyerek, popüler olana yönelik, kronik
ön yargı hastalığıyla yaklaştığım diziye ben de kendimi fena kaptırmıştım. Ama
maymun iştahlılığımın sonucu bir sezon izlemiştim tabi.
Lost, bitmek bilmez gizemlerle,
bulmacalarla ve sürprizlerle dolu bir diziydi. İzleyicinin bulmacayı çözdüğünü
sandığı teorilerini yeni bir gizemle çürütür, izleyiciyi yeniden bilmecelerin
ortasına düşürürdü. Karakterlerinin her birinin gizemli öyküsü de zenginliği
arttırıyordu. Her biri bir düğüm çözebilecek yetenekte ve yeni bir soruna neden
olacak kadar da problemliydi. İşte bunlar sayesinde çok sevildi Lost.
İzleyicilerin, televizyon ve sinemalardan kopup, internet içeriklerine
yöneldiği bir dönemde, televizyon ve yapımcılığını yeniden diriltme adına
başarılı bir adımdı. Peki, sadece böyle bakmak yeterli mi?
Lost, tarihten aldığı ilhamla
ilgili de yer yer ipuçları vermişti. Karakterlerin isimlerine rastgele
yerleştirmiş tarihi kişilikler dikkat çekmişti. Bu kişiler, aydınlanmacı teorinin[1] savunucuları, kabala öğretisinden[2] isimler ve İbrani
dininin ruhani isimlerinden oluşuyordu. Daha da önemlisi sular altında
kaldığına inanılan efsanevi iki uygarlığı temel alan bir kurguya sahipti. Biri Mu Uygarlığı,[3] diğeri ise
Atlantis’tir. Dünyada varlığı kanıtlanmış iki gizli uygarlık olan Agarta ve
Shambala uygarlıkları bu iki efsanevi ve gizemli güçlerle donatılmış
uygarlıkların uzantısı olarak görülür. Lost işte bu iki uygarlığı esin kaynağı
olarak belirlemiş, ama bunu yaparken, Mu ve Atlantis’e atıfta bulunmuştur.
Yapmak istediğim, bir diziyi
sahne sahne analiz etmek değil. İzlediğim dönemde aldığım notlarla yeniden
karşılaşmamın verdiği heyecanla kendimce bir Lost irdelemesi bu sadece. İşte bu
anlamda sadece giriş sahnesi ve bir iki gizemli karakter, diziyi bir tutku
haline getirmeye yeterli…
Lost bilinçaltına yönelik mesaj
gönderiminde de çok başarılıydı. Daha ilk bölümün ilk sahnesi, bizi Jack’in
gözüyle karşılıyor. Bu dizinin ilham aldığı öğretilerden dolayı, bizi Hermetik inanç sisteminin[4] sembol skalasına
yöneltiyor. Göz, bu skalaya göre selamlama, aydınlanma, tanınma anlamına
geliyor. Ve birçok eski Mezopotamya uygarlığında tanrıyı sembolize edecek kadar
önemli bir sembol göz sayesinde, dizide pek çok insanı peşinden sürükleyecek
önder karakter Jack’i işaret ediyordu. Jack’in yüzündeki yaranın tek çizgi
şeklinde oluşu ve arkadaşlarını da bu yara izinin aynısına sahip olanlardan
seçmesi ayrı bir gizem konusuydu. John Locke karakteri ise bizi ayrıca bir
mistik sembollerin içine batırıyor, diziyi içinden çıkılmaz hale getiriyordu.
“Karanlık güçlerle” “Işığın
oğullarının” savaşını anlatmış olan Lost,
“Nehir Dünyası” ve benzeri pek çok filme de ilham verdi. Ve verecek. İçinde,
Mu ve Atlantis gibi gizemli ve efsanevi uygarlıklar olan her şey merakla takip
edilip, heyecanla izlenmeye devam edecek. Bilinmeyene yönelik içimizdeki bu
ateş hep var olacak çünkü.
[1] İlluminati olarak bilinir.
[2] Kabala öğretisi, Yahudi
coğrafyasında geleneklerle gelmiş bütün dini öğretileri içinde barındıran bir
öğretidir.
[3] Kayıp kıta olarak bilinir.
Amerika Kıtası ile Asya Kıtası arasında bulunduğu ve sular altında kalıp
kaybolduğu varsayılır.
[4] Tek tanrı inancında olup
yine de yer yer panteist eğilimler taşıyan inanç sistemidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder