Günümüzde insana dair her şeyin
çıkar ilişkisi üzerine kurulduğunu varsaydığınızda, nasıl bir dünyada yaşarız,
hiç düşündünüz mü? Duygusal bağ, yardımlaşma, toplumsal sorumluluk edinme gibi
kavramların ortadan kalkması demek, belki de masallarda anlatılan kötü kalpli
yaratıkların kurmaya çalıştığı dünyayı ortaya çıkaracaktır.
Sadece çıkar ilişkisiyle, aldığın
kadar vermekle, bir şeyler alamadığını yok saymakla, insani değerleri bir
kenara itip; güçlünün hayatta kaldığı bir dünyayı kurmaya, hazırlık yapıyoruz
git gide. Kapitalizmin öngördüğü hayat biçimi de bu olsa gerek ki; sistem,
insanlarına popüler kültürü pompalamaya devam ediyor. İşte tam da bu noktada
ilişkiler, insani vasıflar, kültür, geçmiş, gelecek kısaca her şey yozlaşıyor.
Akla gelebilecek her şey bir kirlenme içine giriyor. Peki, bu kirlenmeyi hangi
yollarla sağlayabiliyor sistem?
Burada iğneyi kendimize
batırmalıyız, çünkü sistemin popüler kültür saldırıları, saldırıya uğrayanların
gönül rızasıyla yapılır. Ve savaş alanı da öncelikle televizyonlardır.
Televizyon, çekirdek gibidir; bir
kere başladınız mı, bırakamaz ve sonunda konuşamaz, hatta düşünemez hale
gelirsiniz. On bölüm sonra, nelerin olabileceği tahmin edebileceğiniz
televizyon dizilerinde, bir dakika sonraki seneler öncesinden bildiğiniz
kaçınılmazlığa şaşırırsınız. Günün gelişmelerinin aktarıldığı haber
programlarında, her şeyin ‘yolunda’ olduğunu öğrenir, televizyonun bitmek
bilmez eğlence dünyasına geri dönüverirsiniz.
Televizyon dizileri bir tarafa,
çıkar ilişkisinin ön plana konulduğu reklamlar, televizyon programları, saçma
rekabete dayalı yarışmalar tam da istenen insanı ortaya çıkararak, sadece
çıkarları uğruna dayanışmayı bilen bireylerle, tamamen en güçlü ve en
şanslısının kazandığı adil olmayan mutlak dünya kurulacak. Oyunları kaybeden
ise kimi yarışmalarda olduğu gibi suya fırlatılacaktı. Kimi formatlarda ise
“kim gitsin? yiyin birbirinizi, gönder sevmediğini” yöntemi işleyecekti.
Bir eve yemek yeme için toplanan
insanların ev sahibinin yaptığı yemeğe ve masa düzeni gibi teknik konudan,
yüzeysel başka birçok şeye kadar laf sokma yarışının yapıldığı ve hatta “e
zıkkımın kökünü ye” ana fikriyle yapılan programlar var ki yarışmacıları,
gerçekte var olmadığına inanmak istediğim insanlardan oluşuyor. Ben hiç
kimsenin sırf az pişmiş et sevdiğini kanıtlamak için, dolaptan çıkmış çiğ bir
dana etini (az yağlı koyun eti de olabilirmiş) bütün insanların huzurunda
yiyebileceğini tahmin bile edemezdim. Yüce Yaradan bana o günü bu program
vesilesiyle göstermiş oldu.
Bizlerse bütün bunları gerçek
sanıp günlük siyasi, ekonomik sorunları düşünmeyi ve bu konularda kafa yormayı
ötelemiş oluyoruz. Yazının başında bahsettiğim kavramların önemi, işte bu
dertlerin çözümünün toplumsal boyutunu ifade ediyor. İnsanlar, şikâyetçi
oldukları toplumsal sıkıntılara toplumun desteğiyle çözüm bulabilir. Toplumsal
yardımlaşmayı, ayakta kalma güvencesi olarak görmesi önem kazanabilirse kişi
ancak birey olarak bir değer kazanır. Yoksa hayatımızın her değerin, çıkar ilişkisi
üzerine kuran, tamiri imkânsız bir yola dönüşeceğini görebilmek çok da zor
değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder