Önce bahsedeceğim meselenin kişiselleştirilmiş halini
aktarmak istiyorum. Dünkü yazımda bahsettiğim gibi kısa bir süredir İstiklal
Caddesi’nde birkaç arkadaşımla müzik yapıyorum. Son çalışımızda yanımıza gelen
sivil zabıtalar tarafından uyarı aldık. Trompetin yasak olduğunu söylediler.
“Bu yasak” diye elimdeki trompeti işaret ederek “bir daha görürsek el koyarız”
dediler.
Eminim çok müzisyen yaşıyordur. Yine de geri gelip
çalıyorlardır. Direnmek gerekir de. Doğru. Ancak ben zabıtadan bıkarak
başladığım bir müzik hayatına sahibim. Bağdat Caddesi’nde de aynı tantana
olmuştu. Nişantaşı’nda da… Dolayısıyla siyasi bir malzeme çıkarmaya gerek yok.
Yani birileri çıkıp “AKP’li belediyeler falan filan…” diye siyasi mesajlar
verecekse vazgeçsin. Bunun siyasi değil sosyolojik bir sorun olduğunu söylemek
zorundayım. Ki Kadıköy Belediyesi ve Şişli Belediyesi AKP’li falan değil…
Olay biraz kültürle alakalı… Trompetle de bir alıp
veremedikleri yok elbette. Dinlemedikleri müddetçe tabi… Oysa ben öyle beyaz
Türk kafasıyla “ben aslında cazdan başka müzik yapmam” diyerek yaşamıyorum. Bu
toprağın müziğini yapıyorum. Bu toprağın müziği için katkıda bulunmak
istiyorum. O müziğin içinde trompetin yer alması, hatasıyla doğrusuyla o
duyguya katılması dinleyende olumlu bir etki yaratıyordu şüphesiz. Ancak bunun
gibi çok örnekten hatırladığım gibi o ilginin negatif yansıması da oluyor. Şikâyet
mekanizması…
Sokak müzisyenliği kent kültürünün çok önemli bir parçası…
Müziğin de kendine ait dinamiği var. Eserine göre yükseleceğin, düşeceğin
yerler var. Temponun artıp azaldığı noktalar var. Bütün bunları hakkıyla
yaptığın zaman alkışı alıyorsun, ilgiyi topluyorsun. Ama biri o kadar olumlu
hal içinde gidip seni şikâyet ediyor. “Bu adam çok gürültü yapıyor” diyor.
Zabıtanın da canına minnet… “Müzik yapıyorlar abi, ne güzel işte” diyecek bir
kültürü İstanbul’un kültür merkezi Beyoğlu’nda sahip olamadıysak hangi semtte
sahip olalım. Turistler memnun… Farklı bir müzikal birlikteliğe şahit oluyor.
Beyoğlu için daha iyi nasıl tanıtım yapılabilir?
Bunun bir sosyolojik sorun olduğunu, kültürel bir eksikliğin
sonucu olduğunu söylemeyeyim de ne diyeyim? Mesela “zabıtalar beni sevmiyor” mu
diyeyim? “Garibiiim, vurmayın abileriiim” mi diyeyim? Acındırma mı yapayım? Direneyim
de bir dahakine enstrümanı mı kaybedeyim? Sonra orada üzerime benzin döküp
yakayım mı? Heh! İşte ancak böyle bir çaresizlik içinde olduğunda varlığı prim
yapıyor insanın. Bak… Laf lafı açtı. Diyelim ki benim trompete el koydular;
kamyonete karpuz gibi attılar, paramparça yaptılar. Ben de o sırada kendimi
kaybedip oracıkta intihar ettim. Haber olur. Zabıtaların bu davranışı
protestolara konu olur. Ben de sokak müzisyenleri şehidi olurum. He mi?
Olayın bu aşamaya gelmesi abartılı bir kurgu elbette. Ama bu
sorunun dillendirilmesi için de birinin ölmesine gerek yok. Kültürel gelişimini
tamamlamamış, görev yapmakla saçmalamanın ayrımına varamamış, doğru inisiyatif
kullanamayan insanlara verilen yetkini sonucu olarak sadece sokak müzisyenleri
diken üstünde değil…
Sonuçta uzunca bir süre sokakta çalmayacağım. Olur ya
sokakta çalınabilecek ses seviyesinde bir enstrüman öğrenirim; o zaman.
Üzüldüğüm şey, sokağın ritmine uyumlu olarak uzunca bir süre çalamayacak olmak…
Bir de bu zabıtalar beni niye sevmiyor arkadaş?
